Quantcast
Channel: Latest blog entries
Viewing all 703 articles
Browse latest View live

DOKSATOPIA’DAN

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

İnsanın hayatında bekledikleri ve buldukları her zaman aynı olmuyor veya olamıyor.

Nerede doğduğunuzun değil, kim olduğunuzun kararını verirsiniz.


Hemen herkesin ütopyaları vardır.

***

Meselâ benim bir Doksat Üniversitem olsun isterdim.

Neslim, Samuray, Ayten ve ekibi Çocuk Psikiyatrisinin başına geçer ve Anabilim Dalı’nın başına da Neslim, resen Doçent olarak otururdu doğrudan.

Eh, bunun bir de Genel Psikiyatri AD olması icap etmez mi?

O zaman da, çifte Profesör olarak ben koltuğuma otururdum…

Orhan Doğan Hoca ile senkronize çalışırdık, beraberce dergilerimize ağırlık verirdik.

Ertan Tezcan’ı da geri çağırırdım Rektör Bey’e sorarak.

***

Tabii ki Dâhiliye olacak…

Oraya da Kadim Dostlarım Murat Kınıkoğlu ve ekibi otururdu, mutlaka Ayhan Tokgöz de yer alırdı.

Tuncay Filiz de kadroya katılırdı konsültan ve Genel Tıp olarak…

***

Nöroloji için tek isim düşünürdüm: Aksel Siva!

Peki, burasının Endokrinoloji bölümüne kimi oturturdum:

Zeynep Oşar Siva’yı tereddütsüz.

***

Eh, hiç jinekoloji AD olmaz mı, tabii ki isim belli: Selçuk Erez Kılıç ve Aydınlı oranın tepesindeki isimler olurdu.

Asistanlarını seçerlerdi, Fevzi Şen’e de teklif yollardım.

***

Hukuk Fakültesi mi?

Tabii ki Atâ Sakmar ekibi tam tepede yer alırlar, Ayşe Sakmar da PR işimizi yürütürdü.

Cânan’ın da uluslar arası ve diğer davalardaki yer şimdiden belli…

***

Bu arada çok önemli bir şeyi ihmal etmemelim, o da psikologlar.

Pek çoğu geldi gitti ama Armağan’ı İzmir’den getirir, Gülümser Genç Yerlitürk’ü de yanına koyardım.

Nurperi ve ekibi de bize katılırdı.

***

Sekreter olarak gene Rukiye kalırdı, yardımcısı da bizim Adanalı Ömer İnal.

***

İlber Ortaylı Tarih AD’da başkan olurdu.

Celâl Şengör de hiç kuşkusuz AD’nın başına otururdu…

Murat Bardakçı’ya da danışmanlık verirdik, Erhan Bey’le arada uğrarlardı…

***

Oftalmoloji de Emeritus Prof. Olarak Hilmi Or otururdu.

Turizm ve Kongre Organizasyonunun başında Siyavuş Arkan bulunurdu, İffoş da yardım ederdi.

***

Onkoloji mi?

Tabii ki Nil Molinas Mandel yer alırdı!

***

Genel Cerrahi’de Prof. Dr. Mehmet Haberal yer alırdı, Mete Akyol da basın yayın işlerini düzenlerdi…

Aysun Mercan mutlaka Ziraat Fakültesi’nin başına geçerdi.

***

İlkin Erkutun basınla olan ilişkileri düzenlerdi.

Adil Nevresoğlu Konservatuvarı kurardı.

Bu arada, Sadi Sızmaz da KBB’nin başında mutlaka bulunurdu.

Metin Mürşitoğlu da Oftalmoloji AD Başkanı olurdu.

***

Hasan İnsel ezelî ve ebedî PR’cı ve dünyanın en sevimli adamı olarak hep otururdu koltukta.

***

Diyet Kısmında Taylan Kümeli ve Canan Uysal yer alırdı.

***

Sarıyer’de Rektörlük ve yerleşke yer alırdı.

Gazetelere ilân vererek yeni eleman arardık ama hepsinin bizim kafamızda ve Cumhuriyet’in temel ilkelerine bağlı olmasını isterdik.

Halit Kakınç beni kırmaz ve PR işlerine yardım ederdi…

Bu üniversite hep yaşar ve ben de hiç ölmezdim.

***

Ütopyadan kim ölmüş?

Herkesin var, benimki de bu…

Oyumu henüz yazmadım ama arz edeceğim.

Selahattin Demirtaş’ın partisi Beyaz Türklerden çok oy kapacak çünkü!

 

Sevgim ve Saygımla…

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 28.05.2015


SEÇİM SONUÇLARI ve DOMBRA

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Şöyle huzur içerisinde makalelerimi ve kitaplarımı yazmak için oturmuştum ki, yeni alınan bir karar beni dehşete düşürdü!

***

Erzurum Pasinler Sulh Ceza Mahkemesi, resmî nikâhtan önce dini tören yapan sanık çiftin davasıyla ilgili olarak, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) “birden çok evlilik, hileli evlenme, dinsel tören” başlıklı 230’uncu maddesinin 5. ve 6. fıkraların iptali için geçen yıl Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurmuştu ya.

AYM, resmi nikâh olmadan dinî nikâh kıyan imam ile çiftlere 2 aydan 6 aya kadar hapis cezası veren maddeyle ilgili başvuruyu önceki gün gündemine almış ve esastan görüşmüş ve birlikte yaşayana ceza olmadığına hükmetmiş.

AYM Genel Kurulu, hapis cezasını oy çokluğu ile iptal etmiş.

İki fıkranın iptal kararı 4’e karşı 12 oyla verilmiş.

İptal yönünde oy kullanan AYM üyeleri, nikâhsız birlikte yaşayanlara TCK’da herhangi bir ceza öngörülmezken, resmî, nikâh yaptırmadan dinî nikâh kıyanlara hapis cezası öngörülmesinin Anayasa’nın 10’uncu maddesi, kanun önünde dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin herkesin eşit olduğunu ilkesine aykırı olduğunu savunmuşlar!

Bu üyeler, düzenlemenin din ve vicdan özgürlüğü, özel hayatın korunması ilkelerine aykırı olduğunu da ifade etmişler.

Daha da beteri, bu hükumetin nereye koştuğuyla ilgili bir felaket daha bu çünkü Sağlık Bakanlığı, Aile Hekimlerinin bütün tedavi ve teşhis bilgilerinin kaydının istemesi yönünde karar almış ama Allah’tan -Türk Tabipler Birliği buna itiraz etmiş.

***

Bunun açıklaması herhalde şöyle: Bundan sonra ne hasta mahremiyeti kalacak, ne de hasta haklarının gizliliği.

Herkesi, özellikle de psikiyatrik hastaları fişleyeceklermiş.

Acaba sabun yapmayı da planlıyorlar mı?

***

Zaten bir lider düşünün ki, kavgalı olmadığı merci kalmamış olmasın…

TTB ile arası bozuk, TSK’daki son gelişmeler olağanüstü mânidar ve şaşırtıcı.

Yargıyla arası çok kötü ve hemen herkesle küs.

Alttaki zümrede ciddi bir öfke birikimi var. Sınıflar arası denge çoktan bozuldu.

Bunun birkaç adım sonrası bizlerden, yani psikiyatrlardan da hastanın bütün bilgilerinin bizlerden de sorulmasıdır.

Bir tasavvur edin, böyle bir şey gerçekten yasalaşırsa, hangi vicdan özgürlüğü yahut hasta hakkı kalacak?

Bizim Türkiye Psikiyatri Derneği umarım ki bu konuda gereken tepkiyi vermiştir yahut verecektir.

Yargı uyanıp bir şeyler yapacaktır veya birtakım önemli şeylerin önünün daha fazla açılmasına engel olacaktır.

Bu bir skandaldır ve böyle giderse ne kadar hacı hoca veya falcı varsa bunlara dâhil olacak.

***

IŞİD belâsı her an kapınızda.

Böyle devlet yönetimi hiç yürür mü?

Görün, seçim öncesi bol vaat ve bütçede yamaklar artacak, garibana gene bir şey verilmeyecek ve 7 Haziran gelinceye kadar ne kadar kömür, beyaz eşyası ve benzeri şeyler varsa dağıtılacak, sonra da, temcit pilavı gibi bize seyrettirilen Merhum Adnan Menderes’in intikamı peşinde koşulacak, iyi de aradan çok seneler geçmiş…

Nasıl olacak bu?

Ya akıbet de benzerse, bunun garantisi var mı?

Şarkılar, miting alanlarında gene Dombra ve oyun havası benzeri birtakım şeyler haykırılmakta.

***

Türkiye’de sol hiç iktidar olmamıştır ve olamaz da!

Ecevit’in partisi bal gibi “sağ” bir çizgideydi!

Tahminim odur ki adına ister AKP, ister AK Parti deyiniz, artık o zannettikleri çoğunluğa kavuşamayacaklardır. Benim tahminimi söyleyeyim artık: AKP + MHP veya diğer sağ partilerden birisiyle koalisyon yapılacaktır.

Sözcü ve yandaş olmayan medya cür'etle yazmakta, burası yolgeçen hanı gibi olmuş ve Suriye ile fiilen olmasa da, resmen harbe girmemiz an meselesi, eğer çoktan müdahil olmadıysak tabii ki!

Her tarafta berbat haberler var, gazete okuyası gelemiyor insanın!

Diyelim ki USD 4 hattâ 5 TL’yi buldu ve seçimlerde hemen sonra da bütçe açığı artarak rekora koştu.

Kim kurtaracak bu memleketi acaba?

***

Şimdi de psikiyatrlara ve hekimlere taktılar: 2 adet 16 metrekarelik muayene odası, bir adet 34 metre kare bekleme odası, iki ayrı tuvalet, 4 metrekarelik arşiv odası talep ediliyor.

Yangın merdiveni ve itfaiyeden yangın raporu da şartlar arasında.

***

Bütün bunlar da AKP’nin Tababetin kapısında yer almasını istediği pranga.

***

Şoförlerden ve halkın çeşitli kesimlerinden aldığım haberlere göre, bu seçimin sonunda bir koalisyon gerçekleşecek ama Sultanlık sevdası da bitecek.

Türkiye’de hep sağ iktidarlar kazanmıştır ve gene öyle olacaktır.

Sanırım bu seçimin sonunda bir koalisyon doğacaktır.

HADEP ve Vatan Partisi’nin fazla şansları yok ama MHP ile muktedirler arasında bir işbirliği olacaktır, tahminim öyle.

Hani tahminin şu ki, işin sonu öyle mukabele-i bir misil şeklinde de değil, dağınık ve herkesin birbiriyle kavgalı olduğu, bölünmüş bir TC kalacaktır avucumuzda.

Dilerim bu koalisyonun ortakları da becerikli olur da, Atatürk’le girilen yarışın galibi, ister Kemalist isterseniz Atatürkçü deyin, o kesim olsun.

Mühim olan insanca, sosyal adaletin korunması anlamında Sosyalist, Hitler’in sapkınca fikirlerinde olduğu gibi değil, İnsanların insanca yaşadıkları, karma ekonomiyle yönetilen ve ürkmeden sokağa çıkarak yaşayabilecekleri bir Türkiye kalabilmesidir.

Diyelim ki hakkındaki hastalık ve kanser iddiaları doğru ve Devletlû da vefat etti.

Yerinde kapı gibi Numan Kurtulmuş yok mu?

O kurtarır ortalığı ve ABD’nin Yeşil Kuşak doktrini de devam eder!

Tabii ki bunlar benin tahminlerim ve esas sonuç 12 Haziran’da belli olacak.

Bizler CHP’ye oy vereceğiz, başkalarını bilemem.

Ne de olsa, bütün eksikliklerine rağmen, Ulu Önder’in partisidir.

Bakarsınız barajı aşar da 2. Parti olur.

Ha, Atatürk unutturulabilir mi?

Hiç sanmam, en cahilinden en münevverine kadar sandığa koşulacak ve reyler de öyle kullanılacaktır ama bu milletten Atatürk’ün siluetini olsun silemezler!

Hayırlısı olsun!


MHP'ninki

Fethullah Gülen'ninki

***

Size Dombra ikram edeyim ve işin aslını da anlatayım…

AK Parti seçim beyannamesi ve kampanyada kullanılacak seçim şarkılarını tanıttı. Seçimlerde ilk kullanılacak şarkının adı “Daima Aşk, Daima Hizmet” olurken AK Parti'nin seçim müzikleri arasında Kürtçe ve Türkçe seslendirilen parçalar yer aldı. Nogay Türklerine ait Dombıra şarkısı da, AK Parti’nin seçim çalışmaları dâhilinde Uğur Işılak tarafından yeniden yorumlandı.

Şarkının nakarat bölümü şu şekilde:

“Göründüğü gibi olan / Gücünü milletten alan / Recep Tayyip Erdoğan", “Mazlumlara sırdaş olan / Gariplere yoldaş olan / Recep Tayyip Erdoğan”!

Hayırlı olsun sonuçlar şimdiden ama bir Millî Mutabakat Hükumeti kurulmazsa, bu vebalin altından kalkılamayacaktır.

İyi ve güzel bir Cuma diliyorum.

***

Not: İzmir’le ilgili iddiaları yabana atmayın ve fazla da abartmayın. Kimse ortalarda öbürünü şettirmiyor hâlâ!

 

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 29.05. 2015

MÜSLÜMAN SOSYALİST NE DEMEK?

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Geçen gün yeni tanıştığımız bir çift bizleri pek güzel ağıladılar Çeşme’nin o güzelim koyunda rakıyı içtik, balık ve Ege mezeleri de pek güzeldi.

Karısı psikolog olan genç ve yeni dostumuz –ki Sevgili Selçuk Erbakan da bizimleydi, pek güzel bize ev sahipliği de yaptı.

Özellikle ismini vermiyorum, resmini de koymayacağım ama tekrar buluşmak hususunda sözleştik

***

Din ve Evrim konularına da meraklıymış ne nasıl bulabildiyse benim kitaplarımın (çünkü raflarda nedense mevcut değil, ancak internetten temin edebiliyorsunuz) hepsini okumuş.

Benim mütevazı mekânın da müdavimiymiş.

Âlâ…

Döne dolaşa artık Panenteist yâni Vahdeti Vücut tefsiriyle çıkış yolunu bulabildiğimiz konusunda da epey şeyler paylaştık.


Eh, Atatürk usulünde mezeler gelip, beyaz leblebilerin refakatinde balıklar da piştikçe muhabbetin tadı iyice arttı ve kendisinin dünya görüşünü sordum.

Bu iri yarı iş adamı pek tatlı bir şekilde, şirince gülümsedi ve “Hocam, ben Müslüman bir Sosyalistim”.

Das Capital’i kıraat edecek kadar da iyi bir entellektüel birikimi olduğunu anlayınca, hem mey hem de muhabbet de arttıkça, bol da fotoğraf selfie: özçekim uydurukçası) çektik cep telefonlarımızdan ve bunları da facebooka yerleştirdik.

Sonra beni bir düşüncedir aldı, hem buyurgan ve eril Tanrı anlayışı olan bir kitap olan Kur’ân’a iman edeceksin, hem de rakı balık götürüp “ben Sosyalistim” diyeceksin.

Merak ettim, memleketimizde kaç kişi daha var böyle diye ve açtım bilgisayarımı, başladım araştırmaya…

A, bir de baktım ki, karşıma çok aşina olduğum fenomen bir adam çıktı.

Onu bir dönem tanımayan yoktu ve büyük medyanın müdavimleri arasındaydı.

Şimdiler de o da mı Devletlû’nun sakıncalı listesinde mi bilmem ama ben kendisiyle birkaç kere karşılaştım ve bir kere de, bir ulusal ama mahallî kongrede burnumun dibinde konuşmuştu.

Garip bir tarzı vardı ve ter kokuyordu, saçları yağlıydı, bol argo ile hitabetin şahikasına çıkabiliyordu.

Coşkun, Ulusalcı ama bir o kadar da Sosyalist adamı hemen hatırladım.

Bizim Mehmet Bekâroğlu zaten politikanın içinde ve bütün kanallarda artık, istediği gibi konuşuyor.

***

Kim mi?

Sabredin canım…

***

Önce kısaca Hayat Hikâyesi:

İlkokulu Meryem Mehmet Kayhan İlkokulu’nda, ortaokul ve liseyi de Trabzon Ticaret Lisesinde okuyarak 1974 yılında mezun oldu.

İstanbul İktisadî Ticari İlimler Akademisi ile Ankara Bankacılık Okulu’na kayıt yaptırdı ancak siyasî olaylar nedeniyle bu okullardan ayrıldı.

Ardından Sağlık İdaresi Yüksek Okulu’ndan 1983 yılında mezun oldu.

Okul bitimi Sağlık Bakanlığı/Ankara Rehabilitasyon Merkezi'nde, ardından ise Kültür Bakanlığı’nda toplam dokuz yıl memuriyet yaptı.

Gençlik yıllarında gazete ve dergilerde teknik eleman olarak çalıştı.

12 Eylül öncesinde, ülkücü hareketin genç entelektüellerinin en önemli isimleri arasındaydı ve çeşitli ülkücü dergilerde yazmıştı.

O yıllardan bugüne, Bağımsız ve Kırmızı-Beyaz gibi ulusalcı siyasî dergiler ile Leman dergisinde yazıları yayımlandı. Kısa bir süre Akşam gazetesinde köşe yazıları yazdı ve bu gazeteden yine aynı gazetenin yazarı Engin Ardıç’ın (bu adamın çatmadığı kim kaldı acaba?), kendisinin eskiden çalıştığı Leman dergisini Saddamcılık ve Apoculuk ile suçlaması sonucunda ayrıldı. 2008 Eylülü’nde Leman’a geri döndü.

Bu Leman gibi dergilerde de çok sıra dışı bir mizah ve şaka anlayışının olduğu, çizgilerdeki ve temalardaki çok karmaşık şeyin, gene o kadar garip özelliklere sâhip yazarçizer takımı tarafından garip şeyler yer almakta…

Yazar 2008 yılının Aralık ayında Aydınlık dergisinde makaleler yazmaya başladı.

Bir Soru - Bir Cevap adlı köşesinde, güncel meseleleri ulusalcı bir bakış açısıyla değerlendiriyor.

Sky Türk adlı televizyon kanalında Serdar Akinan ile 2008 Eylülüne kadar “Nihat Genç ile Ne Var Ne Yok” adında bir program yaptı.

Kanal Akşam gazetesi ile kardeş kuruluş olduğundan, Nihat Genç, programına da son verdi. Bu programın ardından ise 18 Ekim 2008 tarihinde Avrasya TV’de Lale Şıvgın ile “Nihat Genç ile Veryansın” programı yaptı.

Son olarak günün siyasî olaylarını değerlendirdiği www.odatv.com adresinde yazıları yayınlanmaktadır.

***

Öykülerinde insancılık arayışı egemendir, insan hikâyeleri ile birlikte yaşanılan zamanların sorunlarını ve toplumsal değişimi gayet ince çizgilerle betimler ve kahramanlarını her zaman ezilen kesimden insanlar içinden seçer. Siyasî veya siyasî olmayan fikir makalelerinde ise çok daha sert çizgilere sâhip, kızgın ve hattâ saldırgan bir tarza sâhip olduğu görülür.

Gizli ama derin bir yalnızlık duygusu, öykülerinde de fikir yazılarında da alt metni oluşturan güçlü öğelerden biridir.

2005 yılında Bilgi, Sabancı Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversiteleri tarafından düzenlenen İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri başlıklı konferansı eleştiren bir yazı yazması üzerine uzun süredir tüm kitaplarını yayınlamış İletişim Yayınları, Nihat Genç ile ilişkilerini kesme ve eserlerini neşretmeme kararı almış, bunun üzerine yazar kitaplarını diğer yayınevlerinden çıkarmaya başlamıştır.

Başlıca Eserleri

Dün Korkusu (1989)

Bu Çağın Soylusu (1991)

Ofli Hoca / Şeriatta Ayıp Yoktur

Kompile Hikâyeler

Dar Alanda Tufan (1993)

Soğuk Sabun (1994)

Köpekleşmenin Tarihi (1998)

Modern Çağın Canileri (2000)

Memleket Hikâyeleri

Arkası Karanlık Ağaçlar (2001)

İhtiyar Kemancı (2002)

Amerikan Köpekleri (2004)

Edebiyat Dersleri (2004)

Nöbetçi Yazılar (2004)

Hattı Müdaafa (2005)

Karanlığa Okunan Ezanlar (2006)

Aşk Coğrafyasında Konuşmalar (2007)

Kavga Günleri (2007)

Veryansın (2008)

Bir Millet Uyanıyor 17: “Kavga Günleri” (2009)

Sordum Kara Çiçeğe (2009)

Yurttaşların Cinlerle Bitmeyen Savaşı (2011)

İşgal Günleri (2011)

Bizi Kandırası Umman Bulunmaz (2012)

Direniş Günleri (2013)

Öykülerinden örnekler[değiştir | kaynağı değiştir]

Narlıbahçe Sokağı (Modern Çağın Canileri)

Şeriatta Ayıp Yoktur (Ofli Hoca)

Bu İşin Tövbesi Var midur? (Ofli Hoca)

İhtişam ve Sefalet (Köpekleşmenin Tarihi)

Türkan (Arkası Karanlık Ağaçlar)

Hero Marka Mızıka (Kompile Hikâyeler)

İhtiyar Kemancı (İhtiyar Kemancı)

Türkmen Kızı (Edebiyat Dersleri)

Sığ (Arkası Karanlık Ağaçlar)

Kalk Ali (Nöbetçi Yazılar)

Kalkmış (İhtiyar Kemancı)

***

Ben bu Müslüman Sosyalist adamı, yâni Nihat Genç’i pek sevmiştim.

Sanırım giydiği kıyafetteki özensizlik ve yağlı saçları, Burjuvazinin züppeliklerine karşı bir tepki ve ağzını açtı mı da susmak bilmez.

Tam bir meddah gibidir, irticalen (doğaçlama) konuşur ve kendisiyle de, memleketle de, dünyayla da dalgasını geçer.

***

Zor bir şey sanırım bu devirde hem Sosyalist, hem Müslüman ve/veya Komünist olup da, büyük medyada yer almak.

Bir kere, bütün paradigmalarla ters ve Sünnî İslâm’ın iyice galebe çaldığı ve seçimlerin de her gün daha çok yaklaştığı bir dönemde gündemde kalmak şimdilik pek güç.

Gene de daha seçimlere iki haftadan fazla var ve sonuçların ne olacağını şimdiden kestirmek pek güç.

Sayın Kılıçtaroğlu fazla yalnız gibi, bugün Urfa’daki canlı yayında da bunu sordular.


***

Vatan Partisi’nin pek fazla oy alması muhtemel değil ama bunca senelik Kürtleşme ve Kütlere perestiş etme işi o kadar çok tuttu ki, AKP ve HDP arasında bir koalisyon, bir de MHP eklenince rahatlıkla çıkabilir.

***

Şimdi Youtube gibi mecralarda bulabildiğim Sosyalist Müslümanlarla sizi baş başa bırakıp, bugünkü Şaşzade ve Reyhan programımıza geç kalmamamız lâzım.


Bu tamam da...

Bu ne!

Geçmiş Mübarek Kandiliniz kutlu olsun.

Nice mutlu ve umutlu günlere…

Mehmet Kerem Doksat – İzmir – 02.06.2015

BEN NECİYİM?

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bakın çok kritik bir seçim yaklaşıyor ve gene büyük olaylar cereyan etmekte…

Bu işin böyle gitmeyeceğini, gidemeyeceğini ve eninde sonunda bir Millî Mutabakat Hükumeti kurularak, bu aziz vatanın sorunlarının ancak çözülebileceğini her ortamda yazdım, söyledim, duyurdum.


Bugün, kendimin ne olup olmadığımı bir özetlemek isterim, öncelikle bir Türk’üm ama safkan atlar gibi değil, Atatürk’ün tanımladığı şekilde: Kendimi Türk hissediyorum, hepsi bu.

Yoksa anneannem Çerkez’miş, Merhum Pederimin babası, yani büyükbabam Doksat’tan göç eden ve bir Türk’müş, anne tarafımdan (bir tevatüre göre) Arnavutluk da bulaşmış (emin değilim) vs.

Acaba dünyada saf ırk, etnik veya kültürel bir birlik kaldı mı ki?

Sanmam, belki Avustralya’da, Afrika’da veya diğer Kıt’alarda mevcuttur.

Bu bloğun ilk hâlinden bu yana fikirlerimde değişen bir şey de olmadı.

Hâlâ Türklüğümle gurur duyuyorum ama ırkçı olarak değil.

Dinlerin çoğunu tetkik ettim, sizlerle de paylaşıyorum zaman zaman. Hepsinde “ötekileştirme ve dışlama” var ve insan eliyle yazılmamış hiçbir metin yok!

***

Marks’ı sevdim, Bakunin’den hazzettim. Mao, Lenin, Brejnev kadar, Hitler, Mussolini ve İdi Âmin gibi liderlerden de hazzetmedim. Bunların hepsi de hastalıkla adamlardı.

Peyami Safa’dan, Necip Fâzıl’dan feyiz aldım ve Cemil Meriç’in sofrasını paylaştım.

Zamanında Halvetî Cerrahî Tekkesine gittiğim de oldu, bir sufiyle uzun uzun mektuplaştığım da, Ahmet Özhan’ı da tanıdım, Merhum Şeyhlerini de…

Çınar da hâlâ İzmir’de ama sanırım ya bana, ya da dünyaya küs. Açmıyor telefonunu. Uğur Dündar da artık orada ama telefonla ulaşamadım bir türlü, muhtemelen fazla dolaşıyorlar.

Komünist olamadım ama bir sosyal demokrasi düzeninin, yâni kimsenin diğerinin artık değerini sömüremeyeceği bir ütopyaya da hep inanmak istedim ama gelin görün ki, ne İslâm ülkelerinde, ne de dünyanın başka bir yerinde bu var, rastlayamadım.

***

Pek çok seyahat ettim, bu yakınlarda gene bir Almanya, yurt içinde de Mardin var ufukta. Oradaki Kadim Süryani Kilisesindeki dünyanın bilinen en eski İncil’ini elimle tuttum ve irkildim. Mistik bir hazdı hissettiğim, dinî değil. Kutsal olanla birleşme veya ona ulaşma gibi bir duyguydu.

Ama daha o zamanda bile PKK’lılar, bölgedeki Süryani azınlığa soykırım yapabilmek için katliam yapmaktaydılar…

Tekrar yaşamak görmek istiyorum oraları.

Belki de gene bir Diyarbakır, neden olmasın? Hâlâ arada bir belirtilerini yaşadığım Travma Sonrası Stres Bozukluğu belirtilerime de iyi gelir sanırım…

Orası hâlâ Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içerisinde değil mi?

***

Neyse, epey genç yaşta evrimle tanıştım, o zaman çok daha popüler olan Tekâmül ile… Evimizde Fransızca olarak Darwin’in Türlerin Kökeni kitabı vardı ve lügat kullanarak bir şeyler anlamaya çalıştım ve paradigmamı daha Delikanlılık Çağını yaşarken keşfetmiştim. Düsturum EVRİM olacaktı.

Aslında daha Rahmetli Pederim’le yaptığımız seyahatlerde ve onunla katıldığımız pek çok panelde tekâmül konusunu tetkik edip, aramızda tartışmıştık.

Dostu ve Hocam Merhum Ayhan Songar’dan daha geniş ufku vardı. Ayhan Bey’in kitabında her şey anlatılır ama iş Darwin’e gelince, “sen git maymunlara bak, onun nesebini gör” diye kızardı. Ben de tahammül ve edeple sükût ederdim, öyle terbiye almıştık o zamanlar. Hoca denince sanki yarı-tanrı gibiydiler (onlar) ve ayağa kalkmamak, çanta taşımamak ve vizitte hazırda beklememek ayıptı.

...

Nedim Zenbilci zâten tam bir bilim adamıydı ve konunun aleyhinde tek kelime sarf ettiğini duymadım. Bilakis, bâzı Merkezî Sinir Sistemi tümörlerin “negatif evrimle” orta çıkabileceğini dahi düşünürdü. Politika ve gitar da onunla paylaştıklarımız arasındaydı. Eskiden araları gerginken, son dönemde araları sıcacık yerli kahve gibi olmuştu ve Peder, Nedim Hoca’ya göz dibi muayenesi için hasta yollardı; öğrenememişti bir türlü. Ben de inat edip çok iyi belemişimdir konuyu ve hâlâ de icap ettiğinde bakarım.

Bir gün sormuştum: “Babacığım, neden bu tekâmül hep daha basitten daha mürekkebe (karmaşığa), neden ve niçin daha muhafazası kolay olandan, daha karmaşık ve anlaşılması güz, karmaşık, rafine ve bir o derecede de muhafazası güç olana cereyan etmiş ve etmekte” diye.

Bana “bunları bir kâğıda yaz, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi ve Spor Enstitülerinde vereceğim konferanslarda bahsedeyim” diyebilecek kadar uzun görüşlüydü.

Sonra Aksel ve ekibiyle Kanyon Otelinde sırf Evrim tartıştık senelerce, nice konuk ve bilim adamı, konuk iştirak etti bunlara. Yer içer, sonra ciddiyetle konuk her kimse onu dinler, tatlılarımızı yerken de tartışırdı.

***

Celâl Bayar’ın Köşkü’ne girer çıkardım ama tanımadım yüz yüze. Neslihan da oradan atlar gelir, sohbet ederdik. 40 küsur senelik dostluk, dile kolay.

***

Turgut Özal askerdeyken kalkıp tek taraflı AB Antlaşması imzaladı, konfederasyondan bahsetti ve Papatyaları vardı.

Karısı da hayatta hâlen…

Fahri Korutürk’ü hiç tanımadım ama masaların altına gizlendiği anlatılırdı, herhâlde şüpheci bir tablo veya bunama hâli gelişmişti.

Kenan Evren konusunda kafam net artık: Kursağından haram lokma geçmemişti ama elinde Kur’ân’la dolaşarak bugünleri hazırları; vebali çoktur. Şahinkaya için iyi şeyler söylenmez…

Ben “hayır” reyi kullanmıştım hattâ. Ama işkence odalarında nasıl sağcıların solculara, solcuların da sağcılara işkence ettirildiklerini dün gibi hatırlarım. Alevileri Sünnilere, Sünnileri Alevilere düşürmüştü. Yâni barış bu yolla olamayacaktı, olmadı da!

İsmet İnönü Kürt kökenliydi ama namazını da kılan ve Atatürk’le azıcık itibar yarıştıran bir insandı.

Ne zaman ki Ulu Önder vefat etti, kendi suretini bastırttı paraların üzerine…

Abdullah Gül bir başka fenomen adamdı, sıyırdı kendini.

Bu seçimlerden koalisyon çıkacağı artık net!

Devletlû ve ekibini zor günler bekliyor.

***

Aradaki pek çok kimseyi geçiyorum…

Son dönemlerde ise Celâl Şengör, İlber Ortaylı, Selçuk Erez, Atâ Sakmar gibi hocalarla muhabbetteyiz.

***

Celâl Ateist’tir ve 30.000 kitabı gözümle gördüm ben.

24 Mart 1955’te İstanbul’da doğmuş. 1973 yılında Robert Kolej’i bitirmiş. 1978’de State University of New York at Albany’den Jeolog olarak mezun olmuş ve aynı üniversiteden 1979’da yüksek lisansını bitirmiş.

1981’de İTÜ Maden Fakültesi Genel Jeoloji kürsüsünde asistan olarak görev yapmaya başlamış. 1982’de de State University of New York at Albany’den doktora almış.

1984 yılında Londra Jeoloji Cemiyeti’nin Başkanlık Ödülü’nü, 1986’da TÜBİTAK Bilim Ödülü’nü aldı.

İngilizce, Türkçe, Almanca seller sular gibidir, diğerlerini tam bilemiyorum.

Aynı yıl İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi Genel Jeoloji Anabilim Dalında Doçent oldu. 1988'de Neuchâtel Üniversitesi Fen Fakültesi’nden Şeref Bilim Doktoru (Docteur ès sciences honoris causa) pâyesi aldı. Academia Europaea'ya 1990 yılında kabul edildi ve cemiyetin ilk Türk üyesi oldu. Aynı yıl Avusturya Jeoloji Servisi muhabir üyesi, 1991 yılında ise Avusturya Jeoloji Derneği şeref üyesi oldu. Yine 1991 yılında Kültür Bakanlığı’nın Bilgi Çağı Ödülünü kazandı.

1992 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi Genel Jeoloji Anabilim Dalı’nda profesörlüğe yükseltildi. 1993 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’nin en genç kurucu üyesi oldu ve Akademi konseyine seçildi. Aynı yıl TÜBİTAK Bilim Kurulu Üyesi oldu.

1994 yılında Rusya Doğa Bilimleri Akademisi üyeliğine, Fransız ve Amerikan Jeoloji Dernekleri şeref üyeliğine seçildi. Ayrıca kendisine Fransız Fizik Cemiyeti ve École Normale Supérieure Vakfı tarafından Rammal Madalyası verildi.

Şengör, 1997 yılında, Fransız Bilimler Akademisi tarafından yerbilimleri dalında büyük ödül (Lutaud Ödülü) ile taltif edildi. 1998 Mayıs ayı içerisinde Şengör, Collège de France'da misafir profesör olarak bir kürsü işgal etti. Burada “XIX. Yüzyılda Tektoniğin Gelişmesine Fransız Jeologlarının Katkısı” konulu bir ders verdi ve 28 Mayıs 1998'de Collège de France'ın madalyasını aldı. 1999’da, Londra Jeoloji Cemiyeti, kendisine Bigsby Madalyasını tevcih etti. 2000 yılının Nisan ayında Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Bilimler Akademisi yabancı üyeliğine seçilen ilk Türk oldu. Rus Bilimler Akademisi’ne Fuad Köprülü’den sonra seçilen ikinci Türk’tür. 

Ayrıca, 2013 yılında Leopoldina Doğa Araştırıcıları Akademisi üyeliğine seçilmiştir. Şengör, jeolojide bilhassa yapısal yerbilim ve tektonik dallarındaki çalışmaları ile ün yapmıştır. Şerit kıt'aların dağ kuşaklarının yapısına etkisini ortaya koymuş ve Kimmer Kıt’ası adını verdiği bir şerit kıt’a keşfetmiştir. Orta Asya’nın jeolojik yapısını ortaya çıkarmış, Kıt’a-kıt’a çarpışmasının ön ülkeleri nasıl etkilediği meselesini çözmüştür.

Yücel Yılmaz ile birlikte, Levha tektoniği içinde Türkiye’nin yerini değerlendiren ve atıf klasiği hâline gelen bir makale yazmıştır. Jeoloji ve tektonik konularında 6 kitap, 175 bilimsel makale, 137 tebliğ özeti, pek çok popüler bilim makalesi, tarih ve felsefe ile ilgili de iki kitap ve 300’e yakın deneme yazısı yayınlamıştır.

86 ülkenin Bilimler Akademisine üye olan Şengör'ün yayınlanmış 1826 makalesi vardır ve bu makalelere 12658 atıf yapılmıştır. Bunların 1997-1998 yılları arasında Cumhuriyet Bilim Teknik dergisindeki “Zümrütten Akisler” köşesinde çıkmış olanları Yapı Kredi Yayınları tarafından 1999'da “Zümrütnâme” başlığı altında kitaplaştırılmıştır.

Fransa, İngiltere, Avusturya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde misafir öğretim üyesi olarak çalışmalarda bulunan Şengör, Collège de France dışında İngiltere'de Oxford (Royal Society Araştırıcı bursuyla), ABD'de California Institute of Technology (Moore Distinguished Scholar olarak) ve Avusturya'da Salzburg Lodron-Paris Üniversitesi’nde misafir profesörlük yapmıştır. Şengör ayrıca pek çok uluslararası dergide editör, yardımcı editör ve yayın kurulu üyeliği yapmıştır ve yapmaktadır. Jeolojiye olan merakının nasıl başladığı, “Bir Bilim Adamının Serüveni” adlı kitapta (bende de mevcut, hem de ithaflı; gururla muhafaza ediyorum ve Asım’ın, Mozart’ın kafatasını ellemiş olduğunu oradan öğrendim), Celâl’inben jeolojiyi küçük yaştan yâni Jules Verne’in Arzın Merkezine Seyahat kitabını okuduğum günden itibaren sevmeye başladım. Hemen arkasından Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı okudum. Onu da okuduktan sonra kendi kendime, ‘Adam olmak demek, Jules Verne’in tarif ettiği gibi olmak demektir’ diye düşündüm. Bana jeolojiyi Jules Verne sevdirdi...” şeklindeki ifadeleriyle anlatılmıştır. Bir röportajında kendisine ait kütüphanesinde 30.000'in üzerinde kitabı olduğunu söylemiştir. Şengör 1986 yılında Oya Maltepe ile evlenmiştir. Tek çocuğu olan oğlu H. C. Asım Şengör 1989 yılında dünyaya gelmiştir. “Şengör Gayrimenkul Yatırım Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi” adlı bir şirketi de vardır.

Bizleri tanıştıran da, ortak dostumuz Dr. Ayhan Tokgöz’dür.

***

İlber Hoca’nın Hayat Hikâyesi de şöyle:

1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni ve Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin tarih bölümünü bitirdi. Viyana Üniversitesi Slavistik ve Orientalistik Bölümü’nde öğrenim gördü. Yüksek lisans çalışmasını Şikago Üniversitesi’nde Prof. Dr. Halil İnalcık ile yaptı. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde “Tanzimat Sonrası Mahallî İdareler” adlı tezi ile 1974 yılında Doktor, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfûzu” adlı çalışmasıyla 1979'da doçent oldu. 1982 yılında devletin akademik politikalarına tepki olarak görevinden istifa etti. Bu dönemde Viyana, Berlin, Paris, Princeton, Moskova, Roma, Münih, Strazburg, Yanya, Sofya, Kiel, Cambridge, Oxford ve Tunus Üniversitelerinde misafir öğretim üyeliği yaptı, buralarda seminerler ve konferanslar verdi. 1989’da Türkiye'ye dönerek profesör oldu ve 1989-2002 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde İdare Tarihi Bilim Dalı Başkanı olarak görev yaptı. Yerli ve yabancı bilimsel dergilerde 16. ile 19. yüzyıllar arası Osmanlı  ve Rus tarihi ile ilgili makaleleri yayınlandı. 2002 yılında Galatasaray Üniversitesi’ne, iki yıl sonra ise Bilkent Üniversitesi’ne konuk öğretim üyesi olarak geçti. Şu anda Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Türk Hukuk Tarihi derslerini vermektedir.Galatasaray Üniversitesi Senato üyesidir. Ayrıca İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı Kapadokya Meslek Yüksekokulu Mütevelli Heyeti üyesidir. 2005 yılında Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı oldu. 7 yıl bu görevde kalan İlber Ortaylı, 2012 yılında yaş haddinden emekli oldu ve görevi Ayasofya Müzesi başkanı Haluk Dursun’a devretti. Ortaylı, Uluslararası Osmanlı Etütleri Komitesi yönetim kurulu üyesi ile Avrupa İranoloji Cemiyeti ve Avusturya-Türk Bilimler Forumu üyesidir.


Tarih Vakfı ve Âfet İnan ailesinin işbirliğiyle iki yılda bir verilen Âfet İnan Tarih Araştırmaları Ödülü’nün 2004 yılındaki sahipleri Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın da içinde bulunduğu jüri tarafından belirlenmiştir. 2009 yılında İzmir Kitap Fuarı’na katılmıştır. Millî Saraylar Daire Başkanlığı’nın Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlediği “Vefatının 150. Yılında I. Abdülmecit ve Dönemi Uluslararası Sempozyumu”’nda açılış ve kapanış oturumlarına katılmıştır.

Türkçe, ileri seviyede Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve Rusça; orta seviyede KırımTatarca, Slovakça, Rumence, Arapça, Farsça, Latince, İbranice, Antik Yunanca ve Yunanca bilmektedir.

Katıldığı bir televizyon programında bilgisayar kullanmadığını, başkalarının yanlış bilgilerle biyografisini yazdığını ve bundan büyük rahatsızlık duyduğunu dile getirmiştir.

Orta seviyede Sırpça, Hırvatça, Boşnakça, bildiği iddialarına, yine aynı televizyon programında bu üç dili bilmediğini sert bir dille yalanlamıştır.

Özel Hayatı

1981 yılında Mersin Eski Senatörü Dr. Talip Özdolay’ın kızı Ayşe Özdolay ile evlendi ve bu evlilikten Tuna adında bir kızı oldu. Daha sonra 1999 yılında eşinden boşandı.

Ortaylı, bilgisayar ve internet kullanmayı sevmemektedir. Herhangi bir sosyal medya sitesinde adına açılmış hesapların hiçbiri kendisinin değildir.İlber Ortaylı’nın ayrıca çocukluğundan beri büyük bir tutku ve özenle biriktirdiği minyatür otomobillerden oluşan büyük bir koleksiyonu vardır. 2004 yılında TRT 2’de başlayıp TRT Türk’te hafta sonları yayınlanan “İlber Ortaylı ile” adlı belgeseli sunmuştur.NTV’de “İlber Ortaylı ile Tarih Dersleri” adında bir program yapmıştır. Bloomberg HT kanalında da “İlber Ortaylı ile Zaman Kaybolmaz” adlı bir program yapmıştır. Yeniden NTV’de 5 Kasım 2012 - 11 Mart 2013 arasında Gazeteci-Yazar Mehmet Barlas ile birlikte “Her Zaman” isimli bir tarih programı yapmıştır. 2000 yılından beri Pazar günleri Milliyet gazetesinde, aylık Atlas Tarih ve üç aylık Doğu Batı dergilerinde makaleler yazmaktadır. Bir dönem yayınlanan Popüler Tarih ve Tarih ve Toplum dergilerinde ve Habertürk gazetesinin Habertürk Tarih ekinde de makaleleri yayınlanmıştır. Hâlen Doğu Batı ve NTV Tarih dergilerinin danışma kurulu üyesidir. İlber Ortaylı, Milliyet Sanat’a verdiği bir röportajında, kitaplığında 30.000 civarında kitabı olduğunu ve bunların 5.000’ini Galatasaray Üniversitesi'ne bağışladığını ifade etmiştir.

Aldığı Ödüller

Prof. Dr. İlber Ortaylı, Osmanlı Tarihinde Aile isimli eserinin yanı sıra, tarih alanında 1970’li yılların başlarından itibaren yaptığı çalışmaları, yayınladığı makaleler ve kitapları, tarih biliminin yaygınlaştırılması çabaları, tarihi her yaştan Türk insanına sevdirme konusundaki faaliyetleri, yurtdışındaki bilimsel etkinlikleri ve Türk tarihçiliğinin uluslararası alanda önemli bir ismi olması da göz önüne alınarak tarih dalında 2001 Aydın Doğan Ödülü'ne değer bulundu…2006 yılında İtalya’da Lazio bölge yönetiminin başlattığı ve her yıl devam etmesi öngörülen Akdeniz Festivali'nde, toplumsal ve kültürel tarih alanındaki “Avrupa ile Akdeniz arasında Lazio” ödülünün Prof. Dr. İlber Ortaylı'ya verilmesi uygun görülmüştür.2007 yılında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin imzasıyla Rusya Federasyonu tarafından Rus dilini ve kültürel mirasını yayan, ülkelerin ve halkların birbirlerine yaklaşmasını sağlayan kişilere verilen Puşkin Ödülü’ne Türkiye’den Ortaylı layık görülmüştür.

İlber Hoca’nınTürklerin Tarihi kitabında bir ibare mevcut: “Türkler olmadan bir dünya tarihi yazmak mümkün değil”.

İlber Hoca Müslümandır ama ortama göre yemesini de, içmesini de bilir ve olağanüstü hoş sohbetlidir.

Bakalım bu Haziran ayında bu Kare Ası bir araya getirip gene evimizde ağırlayabilecek miyiz?

***

Bu arada Işıl Ablam da iyi, Siyavuş toparladı, Birgül Anne pek sağlıklı değil.

Sevgili Doğan Canku ve Gülgûn Feyman’la da telefonlaştık, başarılar diledim.

Sayın Doğu Perinçek’le tam ilişki kuramadık (telefonu da, kendisi de çok meşgul belli ki). Dün İzmir’deki mitinglerine 10.000 kişi iştirak etmiş.

***

Kendimi şöyle tavsif veya tarif edebilirim:

Dinlere saygı duyan ama dindar olmayan,

Allah’a inanan ve Müslümanlığı bir aidiyet-mensubiyet göstergesi olarak gören,

İki kolu ve bacağı ile “Sağdan” feyiz alan ama kafası “Sola” dönük duran,

Atatürk’ün anlattığı mânâda Nasyonalist, dünya görüşü olarak Merkez Sola yakın bir Sosyalizm anlayışını benimsemiş, inanç olarak da Panentesit bir kişiyim.

Komünist değilim ama komünist düşmanı hiç ama hiç değilim, olabileceğine inansan da benimserim de…

Evrimde numunesi yok, eşyanın tabiatına aykırı!

Bakalım bu Bayramda neler olacak, Sevgili Murat Akman ve Üstünballar, Yeşimler ve diğerleri…

Asım Dayım Ankara’da, İlkin Ağabeyim hasta mı ne, tam anlayamadım.

Hayat devam ediyor ve bizim Zeynep Hatun da eve geldi.

Evrimsel psikiyatri Temel Kitabı için her türlü katkıya açık olduğumu da tekrar hatırlatmak istiyorum.

TPD’nin bölüm yazarlığı sürüyor.

***

Sadun Boro vefat etmiş, çok üzüldüm.


Tanışmıştık bir şekilde.

Allah rahmet eylesin.

Bir nev’i keşişti.

Hayırlı bir Cumartesi temennisiyle…

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 06.06.2015

DEMİREL de GİTTİ!

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Karmaşık duygular içerisindeyim.

Çoban Sülü lâkaplı bir büyük devlet adamı daha ebediyete intikal etti.

Kendisiyle çok küçükken, bir Karadeniz gezisinde ailece tanışmıştık ve yolunu kesmiştik ama ne koruma bir şey demişti, ne de polisleri.

Hepimizin ismini sormuştu.

Ezbere de bilmişti.


Mütevazı adamdı ve sınıf atlamanın da simgesiydi. Aslında çok da iyi rakı içermiş meğer...

Sadettin Bilgiç vasıtasıyla Merhum Pederim "Kürt Meselesinden" bahsettiğinde, "yollar yürümekle aşınmaz" demişti ve sıkı da bir kazık yemişti!

1. MC Hükumeti döneminde de, Alparslan Türkeş'le ortaktı, tanımıştım onları...

SÜLEYMAN DEMİREL MASON MUYDU?

O da kendisine Anıt Mezar Yapılmasını vasiyet etmiş...

***

Bugün karmakarışık duygular içerisindeyim. Hem İzmir’de güzel bir düğüne katıldık, Hanzade Tanyalçın damadın ayağına bastı (Görkem Gökşin)…

***

Hem de TED Ankara Koleji Balosunda çok eğlendik.

Çok elit ve şık insanlardan müteşekkil bir câmiadır.

İkisini de facebook’a yükledik.

Fatih Pestilci, Nigar, Murat,... hepsi balodaydı, bol bol dans ettik. Ziya ve Çağla yoktular. Sadi gene gülmekten kırdı geçirdi Neslim'le beni.

Bir arkadaşımız (Memo Diriker) vefat etmiş ona üzüldük.

Benim de bu koalisyon işine kafam takıldı…

***

Baykal’ın kaseti ne olacak?

Devletlû hâlâ işin başında ve Sözcü’ye göre dört sene sonra gidecek de, imam nikâhı ve dünya kadar yasak geldikten sonra bu tahribata kim engel olacak.


Mitingden...

Altın kaplı helâ polemiği, bize ne?

***

Biz buralarda rahatız, yeyip içiyoruz ama memlekette asayiş hâlâ yerinde olacak mı?

Düşünün, “atı alan Üsküdar’ı geçti” atasözümüzü…

***

AB’den dışlandık, KKTC’de çok sevimsiz gelişmeler var.

Halkın ciddi bir kısmı kendisini muhalif olan bir lider var karşımızda.

***

Demirel de gitti ve masonluğu artık tartışılmayacak.

Kısa bir süre önceki fotoğrafı

demirel mason ile ilgili görsel sonucu

1965'teki kırılmanın mimarıydı

Türkiye şapkasız kaldı

Şapkasıyla, işretteki yeteneğiyle ve babacanlığıyla simge olmuştu


Gül mü yoksa Kılıçdaroğlu mu belli değil.


Bütün bunlar hiç de iç açısı değil ve HDP mi işin içinde olacak?

MHP ne yapacak?

Vatan Partisi barajı dahi aşamadı!

Mursi de Saddam'la aynı akıbete uğradı...


***

Diyelim ki “Sayın Apo” serbest bırakıldı ve Nobel de verildi.

Mursi’ye olanı gördük!

ABD, kendi liderlerini yaratıp, kendi ayarladığı adamlara infaz ettirir.


***

Tarih tekerrürden ibarettir ama eğer ondan ders alınırsa ancak.

Korkarım bu işin sonunda memlekette taş üstünde taş kalmayacak

Saray da tarihe karışacak, kim bilir ama bir gerçek var ki, ne Gezi Ruhu kaldı, ne de eski mücadeleci insanlar.

TED’li arkadaşlara soruyorum, istemiyorlar.

Şoförlere soruyorum, muhalifler.

Sokaktaki adamın ekserisi istemiyor?

Nasıl oluyor da bu parti hâlâ muktedir?

Pastadan pay alanlar kim?

Yandaşlar nasıl olup da bu kadar AVM yapabildi?

Her şeyin bir sonu vardır ve herkes de bir gün gelir ölür.

Yetmedi mi artık, artık görelim ne olacağını ama bu memlekette Atatürk’ü unutturacak babayiğit hâlâ anasının karnından doğmadı.

***

Dilerim bu Ramazan pek az kanlı, az kurbanlı ve nispeten daha fazla canlı, usulüne uygun geçer.

***

Geçenlerde Babalar Günü vardı, bir tek şoförüm aradı.

Bir çeşit eksiklik kapladı içimi…

***

Beykent’te iki adaya daha “Klinik Psikolog” unvanı verdik ama inanın ki çok iyi değiller.

Akademik dünyada saygı, sevgi yetmez.

Kılık kıyafet gibi teamüller de vardır ve en son katıldığımız jürideki delikanlıya da bunu anlattık.

Kılık kıyafet mühimdir.

Kefenin de astarı yoktur.

Devletlû da bir gün gider, hepimiz öyle değil miyiz?

Mersin’de ne olmakta?

Bugünlerde at izi it izine karıştı, dikkatli olun.

Metroda veya takside her şey gelebilir başınıza!

Hayırlı bir Çarşamba diliyorum.

Bu arada, tedbil-i mekânda ferahlık vardık diyoruz ve Ağustos sonunda, 25 senelik POLİMED’i Fulya’daki yere nakledeceğiz.

Altında Dönerci var, karşısında da oto yıkama bölgesi.

İsteyen ter, içer, arzu eden orada oturur ayran içer.

Arzu eden de alttaki bardan demlenir.

Hayırlısı, şimdi çalışma zamanı ama sevgiyi ve saygıyı unutmayalım!

Mutlu ve umutlu bir Çarşamba diliyorum.

Muazzez İlmiye Çığ daha neler anlatıyor, onu da paylaşırım.

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya - 17 Haziran 2015 Çarşamba

KOALİSYON

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bu memleket koalisyonlardan çok çekti.

Sayın Kılıçdaroğlu, Sayın Devlet Bahçeli görüşmüşler.

Memlekete hayırlı uğurlu olsun.

Bir şeyi unutmamak lâzım ki, Devletlû hâlâ Cumhurbaşkanı ve memleketin de bir harbe gidilecek olsa, başkomutanı.

Bu süreci heyecanla takip etmekteyiz.


Bizler reyimizi CHP’ye verdik ama bakın son manzaraya:

Cumhuriyetin kalesi olan Parti’nin Başkanı, gidip Devletlû ile görüşmüş.

Devlet Bahçeli kimin kimlerle görüştüğünün hesabını karıştırmış.

***

Numan Kurtulmuş ve ekibi işbaşında ve Saray konusu çok güncel.

Sayın Baykal gene lâfı geveleyerek konuşmuş ve milletvekilleri belli olmuş:

Dilek Öcalan

Revza Kavakçı

Merkar Esayan

Örcü Purçu (Çingene)

Feleknas Uca, zor Türkçe konuşabilmiş.

***

CHP’den zannettiğimiz Ekmelettin İhsanoğlu MHP’den seçilerek TBMM Başkanvekili olmuş.

Devletlû zenci Türk olmaktan şeref duyarım” demiş. Ak-budun -kara budun meseli.


***

Lâfı fazla uzatmayayım, İclal de evlenmiş ve haberimiz olmamış.

Cüneyt Arcayürek de vefat etmiş.

Hâlâ zirvedeki yerini koruyan Ajda Pekkan müthiş bir konser vermiş

***

Ünlü bir futbolcu Alaçatı’daki Köpekler için protestoda bulunmuş çünkü ortalığa pislik saçıyorlarmış.

Leman Sam gene tweet atarak gündeme gelmiş. Kendisini pek çok kere seyrettim.

Bir seferinde, KKTC’deki bir kongrede, “Memleketim” şarkısını okumayı reddetmişti.

Türkan Şoray dizide oynamaya başlamış.

Bu işler ilginçtir, kim bilir daha kaç kişi diğeriyle konuşur.

İzmir’den Özkan yeni çocuğuyla birlikte kameralara yakalanmış, çok memnun olduk ailece.

Bu işler daha çok uzar.

Görünen o ki CHP AKP koalisyonu çıkacak çuvaldan. Politikacıların ne yapacağı hiç belli olmaz, kulislerde daha çok şey döner.


***

Yunanistan’la gene kriz çıkmış ve iflas etmesi gündemdeymiş.

Geçen gün genç bir dostumla konuşuyorduk, “Hocam bu memlekete bir şey olmaz” dedi bana.

Düşündüm uzun uzun.

Eğer Fiilen Kürdistan veya Ermenistan… kurulsa, acaba tepkisi ne olurdu?

***

Bu arada, tebdili mekânda ferahlık vardır dedik ve yeni muayenehanemizi 19 Mayıs Mahallesi, Çoruh Sokak, 32/5 Fulya Şişli adresine taşıdık.

Bu da AKP ‘nin özel muayenehaneleri kapatmak istemesine rağmen oldu.

***

Sanırım kim bastırsa o olacak da, Güneydoğuya ne olacak?

***

Sayın Doğu Perinçek ve Vatan Partisi azınlıkta kaldı, Sevgili Doğan Canku da milletvekili olamadı.

Gülgûn Feyman da seçilememiş oldu!

Tahir’in kızları mezun oldu ama gidemedik.

Ankara’da da TED toplantısına katıldık.

Murat Duygan ve herkes oradaydı, Çağla ve Ziya Koyunsağan gelememişti.

Şimdi iş zamanı ama gene yazarım.

Sizleri bilgisiz bırakmayayım ve güne taptaze başlayalım:


***

Herkese sevgi ve selâmlar.

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya - 25 Haziran 2015 Perşembe 

ILLUMINATI NEYMİŞ?

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Gecenin bir vakti aklıma takıldı, meşhur bir örgüt var, her taşın altından onun çıktığı, üyelerinin hemen her şeyden sorumlu olduğu, dünyayı, hattâ kâinatı bunların idare ettikleri söylenir.

Ben de oturdum İnternetin başına ve başladım araştırmaya…


İlluminati çoğul bir kelime olup tekili (Latince: illuminatus, Türkçe: aydınlanmışlar) demekmiş.

Yâni “etrafa nur (ışık) saçan” insanlarmış bunlar…

Tarihteki adıyla “Bavyeralı Illuminati”, bâtıl inanca, peşin hükme, dinin toplumsal hayat üzerindeki etkisine, iktidarın kötüye kullanımına karşı, Aydınlanma Çağı döneminde 1 Mayıs 1776’da kurulmuş bir topluluk olup, Modern Illuminati zihin kontrolü uygulayarak, hükumetleri ve kuruluşları ele geçirerek Yeni Dünya Düzeni’ni sağlamak amacıyla hareket ettiği iddia edilen, monarşileri yıkmayı, dinî inançları yok etmeyi, millî devletleri ve vatanseverliği sonlandırarak sosyal düzeni alt üst etmeyi planladığı öne sürülen, ancak, faaliyeti ve varlığı, mevcudiyeti günümüze kadar ispat edilememiş bir yapılanmaymış.

Bâzı komplo teorisyenleri,

Illuminati üyelerini “ışığın insanları” veya “aydınlanmışlar” olarak addetmekteymiş.

***

Hareket, 1 Mayıs 1776 yılında Ingolstad’ta (Yukarı Bavyera),

Ingolstadt Üniversitesi Kilise Hukuku Profesörlerinden biri olan Filozof Adam Weishaupt tarafından beş kişiyle kurulmuş.

Aydınlanma Çağı’nın bir kolu olarak hür düşünceyi temel edinmiş üyelerden oluşan topluluğun Masonluğu model aldığı ve üyelerinin (müntesiplerin) gizli bir yemin ederek ve üstlerine itaat edeceklerine dair ant içtikleri söyleniyormuş.

Zamanla, örgüt her biri farklı derecelere sâhip olmak üzere üç ana sınıfa ayrılmış ve pek çok Illuminati grubu, mevcut olan Masonik loca üyeliklerini iptal etmişler.

***

Weishaupt, başlangıçta topluluğun isminin “Perfectibilists (Mükemmelleştiriciler)” olmasını planlamış.

Grup, ayrıca, “Baveryan İlluminati” diye de adlandırılmış ve ideolojisine “İlluminizm” denmiş.

Brunswick Dükü Ferdinand ve Diplomat Franz Xaver von Zwack gibi pek çok önemli isim, entellektüel ve politikacı kendilerini grup üyesi saymış.

Topluluğun pek çok Avrupa ülkesinde şubesi açılmış ve on yıl içerisinde iki bine yakın üyesi olmuş.

Edebiyat dünyasından da Johann Wolfgang von Goethe, Johann Gottfried Herder ve Gotha ile Weimar Düklerinin de ilgisini çekmiş.

Goethe

1777 yılında, Karl Theodor, Bavyera’nın yöneticisi olmuş.

Bu zat aydınlanmacı mutlakıyet taraftarıymış ve döneminde Illuminati dâhil bütün gizli toplulukları yasaklamış.

Baveryan Hükûmeti tarafından 1785'te yayınlanan bildiri grubun dağılmasına sebep olunca olmuş ve Weishaupt da kaçmış.

Topluluğun yazışmaları, doküman ve mektupları toplatılıp daha sonra hükumet tarafından yayınlanmış.

***

Komplo Teorileri

Baveryan İlluminatiMark Dice, David Icke, Texe Marrs, Ryan Burke, Jüri Lina ve Morgan Gricar gibi yazarların da belirttiğine göre, hâlen faal olan bir örgütmüş.

Pek çok teori dünyadaki birçok siyasî, askerî ve ekonomik olayın sorumlusunu gizli bir örgüt olan Illuminati olarak gösterirmiş.

Komplo teorisyenlerine göre, birçok ABD Başkanı, bu örgüte doğrudan veya dolaylı olarak hizmet etmekteymiş.

Ayrıca birçok tanınmış çocuk çizgi filmlerinde şuuraltı mesajlarıyla beyin yıkama gerçekleştirildiği iddia edilmekteymiş.

Myron Fagan’a göre Waterloo Savaşı, Fransız İhtilâli, John F. Kennedy suikastı bu örgütün işiymiş.


1797 ile 1798 yılları arasında yayınlanan Augustin Barruel’in Memoirs Illustrating the History of Jacobinism ve John Robison’un Proofs of a Conspiracy (Bir Komplonun İspatları) kitaplarında, Illuminati’nin ayakta kaldığı ve Fransız İhtilâli’nin mimarı olduğu gibi beynelmilel komplo teorileri ortaya atılmış.

***

Benim bulabildiklerim bunlar.

Demek ki çok güçlü adamlarmış ve dünyayı yöneten bir teşkilatmış.

Her şeyin altında bunlar yatıyormuş.

John F. Kennedy’nin çok çapkın bir adam olduğu (Marilyn Monroe da sevgilileri arasındaydı) ve İsrail’le inatlaştığı, Amerikan Dolarını Federal Bank Reserve yâni sözüm ona Amerikan Millî Bankası yöneticilerinin itirazlarına rağmen kendi hükumetinin basması için ısrar ettiği herkesin bildiği bir şey.


Buna karşılık, hem Katolik’ti, hem de abartılı bir Amerikan Milliyetçisi (daha doğrusu patriot: vatansever)…

Bir Başkan, hele ABD’de, kalkıp da çapkınlık eder, İsrail’le zıtlaşır ve Yahudilere posta koyarsa ne olur?

Özel görevli beş keskin nişancı gelir ve karısının yanında onu infaz ederler; o da yetmez, bütün aile lânetlenir ve herkesin kötü bir şeyler gelir.

Sonra da Oswald isminde bir genci –ki bence hipnotik beyin yıkama altındaydı, suçlu ilân ederler; akabinde de zaten kanserden ölmeye mahkûm olan bir Yahudi, tam da mahkemeye çıkacakken, silahını çeker ve onun da işini bitirir!


Vaka da çözülmemiş olarak kalır…

***

Diyelim ki böyle bir örgüt hâlâ işbaşında ve üye aşmaya da açık…

Birileri size bir müracaat formu getirip de “bize katılır mısınız” dese, ne yapardınız?

Ben olsam kabul etmezdim çünkü anladığım kadarıyla, bu adamlar ne MİT, ne MOSSAD, ne de başka bir örgüte benziyorlar.

Nerede toplandıkları, Bilderberg Örgütü ile ilişkileri karanlık.

Maazallah böyle bir topluluğa üye olursanız, sizin de en ufak bir fırsatta cesedinizi bir yerlerden toplar ve akabinde de sülalenizi lânetlerler.

İflah olmazsınız ve çoluğunuz, çocuğunuzun da başına ne geleceğini kimse bilemez.

Rothschild Hanedanı ve Siyonistlerle ilişkileri de karanlık, öyle gözüküyor.


***

Ben bu insanları hiç görmedim ve tanımadım ama bir vakıa (olgu): Bu dünyayı birileri fena hâlde yönetiyor, kararlar alıyor ve bir ne olup bittiğini bilemiyoruz!

***

Demem o ki, öyle her teklife kanmayın ve uzatılan belgeyi hemen imzalamayın.

Aksi takdirde sizi de harcarlar.

Google-Earth üzerinde Rothschild Hanedanı bölgesinde görüntü puslanıyor, deneyin, göreceksiniz.

Sabaha yeni muayenehanemizde hizmet vermeye devam edeceğiz Neslim’le ve ekibimizle.

Herkese hayırlı bir hafta diliyorum.

Her türlü yasal örgüte girin ama karanlık güçlerden uzak durun.

Neme lâzım?

Harcanırsınız.

Hayırlı bir hafta diliyorum.

Kürt, Türk, Zaza, Arap… hiçbir ayrım yapmadan çalışıyoruz.


Bu arada, sanırım koalisyon yapılacak, işler sürüncemede kalacak ve Doğu bizden iyice koparıldıktan sonra da, çok önceden çizilmiş BAP, GOP ve diğer projeler bitirilmiş olacak.

Elçiye zeval olmaz derler, benden iletmesi (Youtube'dan iktibas ettiğim görüntülerdeki yorumlar, bunları koyanları bağlar. Benim pek çok Yahudi dostum ve kardeşim var, onları tenzih ederim)

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 29.06.2015

NE SAVAŞI!

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bir duydum ki meğer savaşa giriyormuşuz.

Bunun için yeterli mühimmat mevcut mu ki?

Ortada TSK mı kaldı?


Esad mı yoksa Esed mi anlayamadık. Adam dimdik ayakta, korktuğu filan yok!

hafız esad saddam ile ilgili görsel sonucu

 

***

Hem ortada ordu bırakmayacaksınız, hem de harbe gireceksiniz.

Böyle bir şet intihardır ve başarılı olmak pek müşküldür.

Eğer amaç Suriye’yi yenmekse ve galip gelmekse, bunun imkânı yoktur!

İlker Başbuğ uyarmış ve “girince çıkılmaz” demiş!

ilker başbuğ ile ilgili görsel sonucu

Şam ne zaman düşman, ne zaman dost biliyor musunuz?

Hocalarla, hacılarla bu memleket yönetilemiyor!

***

Homoseksüeller ve transseksüellere de gaz sıkılmış dün, bunun adı Homofobidir. Gelişmiş ülkelerde kimse böyle şeylere müdahale etmez! Beyoğlu’nda gaz sıkmışlar. Yazık değil mi; bırakın nümayiş yapıp bildirilerini dağıtıp dağılsınlar!

Sabun yapmayı da düşünen var mı acaba?

***

Park yeri açılmış, hangi kaynakla?

Ekmeleddin İhsanoğlu, Deniz Baykal, İsmet Yılmaz eğer bu karara imza artarlarsa tarihte hesap vereceklerdir!

Bakın, ezeli düşmanımız Yunanistan bile topu atmakta ve 1.6 Milyon Euro ödemek zaruretinde, yoksa temerrüte düşecek!

Üstelik it dalaşları tekrar başladı; geçenlerde İzmir uçağında Hz. Muhamed’in seyahat duası seyrettirildi, Köln’den gelirken de hatırlatıldı. İnananlar için çok iyi de, Ateist veya benzeri kişiler için bunun mesajı ne?

***

USD şimdilik düşüşte ama iş bir referanduma gidecek anladığım kadarıyla ama seçim ekonomisine girildiğinde kesin fırlayacaktır. Ya 4 hattâ 5 TL’ye çıkarsa, stagflasyona gidilmez mi?

Daha da beteri, bu Lâle Devri benzeri dönemde, karşılıksız para basılarak piyasalar iyice şişerse ne olur?

***

Bu ülke çok savaş gördü, bunu da atlatır da, hangi silahlarla veya kurşunlarla?

Büyük medyanın neredeyse tamamı elinizde, yandaş olmayan pek az kanal var.

Bol dezenformayon ve misenformasyon yapılıyor.

***

Hiç Humeyni’den, Şah Rıza Pehlevi’den, Saddam’dan da mı ders almadınız?

Adamı Kürt seçkinlerinden oluşan Koruma Alayı yapayalnız bırakmıştı. Coniler de astılar, Kelime-i Şahadet getirmesine dahi müsaade etmeden hem de!

***

1500 kişilik sarayınız var, Allah daha büyüğünü nasip etsin ama unutmayalım ki her savaş bir cinayettir.

Âkiller de mi ikaz etmiyor (öyle isimler mevcut ki, inanamıyorum hâlâ)?

Ramazan’da yapılacak böyle bir müdahale ancak daha çok kan ve soykırım getirir.

Bu da Güney bölgelerimizde yaşayan pek çok kavim için yıkımı, hattâ bir soykırım yaşanacaktır.

***

Memlekette o kadar çok güzel yer var ki, niçin kıymak istiyorsunuz insanlara,

Bakın Habertürk’teki haberleri izliyorum.

Kırmızıçizgiler de kalmamış artık!

Neler yapacaksınız?

Her tarafa yeni AVM’ler mi inşa edeceksiniz?

***

Özal döneminden demi ders almadınız?

Askerimiz bu ahval ve şeraitte muvaffak olamaz, çok önemlidir bu.

***

Dengir Min Fırat Kürt ama belli ki makul bir adam.

Çok dikkatle ve ihtiyatlı konuşmakta!

Parlamentonun oturmamış olmasından müşteki, Anayasal haklardan bahsediyor!

***

AKP’nin başındaki her kimse, onlara sesleniyorum, çevremiz tam bir ateş çemberi içerisindeyiz.

Atatürk’le tam bir yarış içerisindesiniz, ne yapsa tam aksini gündeme getiriyorsunuz!

Dengir Bey, İstiklâl Marşı’nın kıtalarını bilmiyormuş, hâlâ 12 Eylül’den ve sopayla, dayakla özleştirmeden bahsediyor. İçeriğine karşı çıkıyormuş.

Mehmet Âkif’in dedikleri o zaman için mutebermiş ama artık saygı duruşu yeterliymiş.

Rahat bırakın bu milleti, köklerimizden tekrar doğarız ama çok kan dökülür ve olan gene 36 etnik gruba olur!

***

ABD’nin Yeşil Kuşak doktrinini aşmak çok güçtür!

Onlar kim isterlerse onun işine son verirler.

IŞİD’le başa çıkmamız çok zor.


İstediğiniz kadar akıllı tayyareler, uydular veya başka şeyleriniz olsun.

Göktürk 1 Uydusu hâlâ fırlatılamamış, uçakların çizimleri daha hazır değilmiş.

Hiç böyle harbe girilir mi?

***

Suriye bataklığından çıkamazsınız, çıksanız dahi memleket perişan olur!

***

Bayan Vitali Hakkoda vefat etmiş,

Toprağı bol olsun, mütevazı ve çok yalnızlık çekmiş bir kadındı. Meğer öykü kitapları da yarmış, olar kalmış yadigâr!


***

Çok güzel bir söz vardır: “Savaşı yaşlılar planlayıp idare eder, gençler ölür”.

Yazık etmeyin bu güzelim ülkeye.

İran’ı Osmanlı dahi işgal edemeyip, kapıdan dönmüştür.

Sağlıklı ve sabırlı, ihtiyatlı ve kırk kere düşünerek karar verin.

Türkiye Cumhuriyeti payidar kalır ama küçülür, paramparça olur.

Kürt Devletini engelleyemezsiniz.

Artık konu sağcılık solculuk değil, demokratik ve sosyal hukuk devletinin müdafaa edilmesidir.

Bugünlerde nasıl olup da keyfim yerinde olsun…

Korkmuyorum ama endişeliyim.

Evlâdım ve diğer insanlarımız için.

***

Neyse, Hatun Zeynep Akayrancı da döndü, evimiz eski hâline kavuştu.

İtidal, iyi istihbarat ve maceraya atılmamak en önemli olmazsa olmazdır.

Dilerim yeni kanlar dökülmez ve Yüce Türk Millet ilelebet payidar olmaya devam eder.

Bu arada, inananlar için dinimizin akıl ve hikmetle dolu olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Yok, kalçadan iğne oruç bozar mı, Cüppeli ne demiş…

Bırakın bunları.

Hekiminizi dinleyin ve internette sörf yapmayın.

***

Herkese tekrar itidal ve sağduyu tavsiye ediyorum.

Tabii ki benimki bir blog ve henüz herhangi bir gazetede köşem yok.

Keşke olsa da, daha büyük gruplara ulaşabilsem…

Sağlıcakla ve aklı selîmle dolu olarak kalın!

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 29 Haziran 2015 Pazartesi


PARSİMONİ İLKESİ NEDİR?

$
0
0

Bir hastalığın veya fenomenin en doğru, em yakın izahı, onu izaH edecek en yakın şeydir bulana, Parsimoni İlkesi denir.

Diyelim ki bira hasta geldi ve öksürmekte ve ateşi var, akciğerlerini dinlediniz, kaba raller dediğimiz işitme bulgusu tespit ettiniz.

Bu durumda, hastanın hem akciğer veremi (tüberkülozu) hem de grip (soğuk algınlığı) olması beklenmez.

Doğrudan nezle (influenza) düşünürsünüz.

Aynı şey anne çocuk bağında da mevcuttur.

Ebeveynlerini ta doğuştan tanıyan çocuk, onlar arasında ayrım gözetmeden ikisine de sarılır.

Bu da Evrimsel açıdan bir Güçlü Bağlanma Stili demektir.

Keza, oruç tutanla tutamayanın farkını sağlık durumlarından anlayabilirsiniz: Biri kilolu veya sağlıksızdır, öbürü nafile şekilde kendini zorlar, terler veya çok zorlanır.

Bu aralar ishal ve benzeri şeyler çok moda ve bana ta Diyarbakır’da askerlik yaptığım günleri hatırlatmakta.

O zamanlar da ağzımız ekşi koksa, kendimizi hâlsiz hissetsek veya benzeri bir şey başımıza gelsek Biteral veya benzeri bir bağırsak düzenleyicisi kullanırdık…

***

Rukiye şimdi de şimdi muayenehanede aynı şeyden mustarip olabilir mi bilmem acaba?

Dün Doğu Perinçek aradı en sonunda ama henüz Yaşar Nuri Öztürk’le görüşemedik.

Şimdi bizim Çılgın Şoför İbrahim Bey geldi,  haydi iş başına.

Neslim de form da, yönlendirmeye ayarlamış telefonları.

***

Evimiz herkese açıktır, bekleriz.

Fazla da mütevazı değiliz, kim bilir daha kimleri ağırlayacağız.

***

Şimdi iş vakti,

Gene yazarım, hoşça kalınız.

Allah’tan ümit kesilmez, maddeden de, hiçbir şeyden de.

Yeter ki bir şeye inanın ama körü körüne değil,

Daima aklınız, duygularınızın bir adım önünde olsun.

***

Mersin’deki Soli tesislerinde Amerikalı bir eski kız arkadaşım aklıma geldi.

Bana “I ama a prisoner of my past” demişti”, yâni “ben mâzimin mahkûmuyum (esiriyim). Bakışlarında garip bir hüzün vardı ve hormonlarımın zirvesinde olduğum delikanlılık çağımdayken dahi, nedense, o kıza bir şey yapmamıştım.

O da sigara içiyordu, ben de tüttürüyordum ama bir farkla; arada esrar da içiyordu, çift kâğıtlı tarafından.

Hiç denemediğim ve denemeyeceğim bir şeydir bu.

“Neden hüzünlüsün” diye sormuştum İngilizce, meğer evlâtlık edilmiş ve ana babasını hiç tanımamış.

Daldık çıktık denize, bira içtik özgürce ama asla sorgulamadım esas sebebi.

Çünkü en yakın sebebi ve/veya teoriyi bilemezdim ki…

Hayırlı bir Pazartesi Dileklerimle

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 07.07.2015

KAÇIP GİTMEYELİM

$
0
0

Son zamanlarda yeni bir moda başladı: Kaçıp gitmek!

Bu memlekette herkese yer var.

Birgül Anne (fotoğrafını koyamıyorum, gönlüm dayanmıyor) maalesef artık ömrünün son demlerinde, fazla dayanmayacaktır!


Kimse ölümsüz değil. Ne var kaçacak ve memleketten ric'at edecek?

Ne var, sonu mu geldi dünyanın,  ilk Ramazan mı bu?

Oruç tutan isterse mütevekkil davranır; açlığa susuzluğa katlanır.

Arzu eden namaz kılar, Cuma’ya gider.

Bir kısmı kafayı menopoza takar, sanki kadınlığın sonu gelmiştir.

***

Bazısı vardır ki mevsimi geldi mi dayanamaz, iflah olmaz muhaliftir ve mutlaka bloglara musallat olur.

***

Bu aralar sıcak da cehennemî ve yakıcı, yeni adres de hayırlı olur inşallah.

***

Neslim ve Zekeriya da şimdi istişaredeler ve konuşuyorlar.

***

Bakalım ne olacak ve nasıl olacak?

Burası 19 Mayıs Mahallesi Çoruh Sok 32/5 Fulya İstanbul.

Herkesi bekleriz.

Dün Dr. Hilmi Or ve Can’la beraberdik, sofra pek zengindi. Geçmişi, memleketi, gelişmeleri konuştuk.

Sohbet pek hoş, aş ve muhabbet pek hoştu.

Yaşar Nuri Öztürk, Kur'ân ve Yaradılış ana konularımızdı. Bayraktar Bayraklı'dan da bahsettik. 

Hayırlı olsun herkese… 

Mehmet Kerem Doksat - 09. 07. 2015 – 07 – 09 Temmuz 2015 Perşembe 

BİR ANI

$
0
0

Cerrahpaşa’da öğretim üyeliği yaptığım ve fırtına gibi estiğim seneler…

Cerrahpaşa Şizofreni Günleri 2’yi düzenlemek için koşturmaktayım.

Birincisi 22 sene önce yapılmış ve Anabilim Dalı Başkanımız da Merhum Ertaç Hoca ve çok sigara içiyor. Engin Eker’le de aralarından su sızmıyor. Çok kafa dengiler o zamanlar.

***

Rektörlükle Anabilim Dalı arasında koşuşturuyorum ama tek başına çabalarım yetersiz kalıyor.

Bir İlaç Firmasının elemanları gelip gidiyorlar ama 1000 TL’lik stant alanı ücretini ödememekte ısrar ediyorlar. Tepem atıyor ve “şu 1000 TL’yi ben vereyim de bari ikramı destekleyin” diyorum.

Başlarındaki hatun kişinin canı sıkılıyor ve “bazen ters konuşuyorsunuz” diyor, oralı olmuyorum çünkü düzenleyen firma VISITUR ve Operasyon Müdürlüğünde de Siyavuş Ağabeyim, yardımcılığında Maral Hancı var.

***

Lilly Firması imdadıma yetişiyor ve Almanya’dan Manfred Spitzer’i getiriyor. Bir bilim şöleni gerçekleşecek. Stantlerini kuruyorlar ve ikram bol.


Psikiyatri e-grubunda duyuruyorum ve aralarında şimdi rahmete kavuşmuş pek çok bilim adamı ve asistanı iştirak edecek. Şahap Erkoç’un adını sehven Şaap diye yazınca, o zamanlar hayatta olan Hüray Fidaner ikaz ediyor.

Ne Güzel İnsandınız Hüray Hocam

Bu arada her şeyi tek başıma üstlenip koşuşturmaktan canım çıkıyor ama iç baş düşmüş bir kere ve İngilizce Tıp Bölümündeki bir dersime yetişemiyorum.

***

Kesinlikle ihmal söz konusu değil, tek başıma bir oraya, bir buraya gitmekten perişan olmuşum.

Sürekli aksilikler çıkıyor ve altımda arabamla Rektör Bey’in makamıyla Dekanlık arasında koşturuyorum.

***

İki Günlük Sypmposium da 1.5 saat geç başlıyor çünkü Ankara uçağı rötar yapıyor.

İki günlük toplantı gayet başarılı oluyor hattâ o zamanlar çömez olan Ali Saffet Gönül “Ağabey, yanınızda oturabilir miyim” diye soruyor. Ben “tabii ki, buyur evlat” diyorum herkese yaptığım ve yapacağım gibi…

Dekanlığın yanındaki Büyük Colloqium (Konferans salonu) ağzına kadar dolup taşıyor. Klinikten bir tek Prof. Dr. Fevzi Samuk iştirak ediyor onu AD Başkanı sananlar dahi çıkıyor.

Önüne gelen “Kerem Bey’in tanıdığıyız” diyerek içeri girdiği için kâr edilemiyor, hattâ azıcık içeri girilmiş ama bunu bana helâl etmişler…

Bu arada da, hep muhalif olduğum İngilizce Tıp Bölümünden birileri beni şikâyet etmiş: “Derse girmedi” diye dilekçe vermişler!

Sonradan beni konferansa çağıran gençler de bu bölümdendi ama eminim ki farklı çocuklardı...

***

Esat Eşkazan muhakkik tayin ediliyor.

İlginç bir insandır kendisi. Farmakoloji ve epileptolojide üstattır ve ne hikmetse, Nöroloji Anabilim Dalında yer bulamamış ve Farmakolojide yer almıştı. Dekanlarda bu nevi soruşturmaları hep ona yönlendirirlerdi. Spor yapan, özel teknesi olan bir solcudur ve çok da zekidir.

Huzura çıkıyorum, hemen tanıyor: “Gel bakalım Doksat, ne oldu gene” diyor!

İçimden “ne genesi, bugüne kadar ne olmuş ki, gene diyor” diye geçiriyorum” Hiçbir cezam veya vukuatım olmamış ki bana “gene” diye hitap ediyor!

***

İzah ediyorum hali pürmelâlimi ve nasıl koşuşturduğumu, hep son anda bir şey çıkması hasebiyle dersi 30 dakikayla kaçırmışım; “ishal oldum desem” yırtacağım ama doğru neyse onu ifade tutanağına geçiriyor Esat Hoca. O arada birkaç hastasının ilaçlarını ayarlıyor telefonda.

Bana da “üzülme Doksat, bundan bir şey çıkmaz diyor”…

Ben başlıyorum sarmaya… Bana niçin “Kerem” demez bu belli kişiler ve somut bir şikâyetten nasıl olup da bir şey çıkmayacakmış?

***

Bu arada, Cerrahpaşa’daki İngilizce tedrisat Prof. Dr. Uğur Derman’ın icadıdır. Kendisiyle hiç görüşmedim bugüne kadar.

profesör uğur derman ile ilgili görsel sonucu

Ben yabancı lisanda öğretim ve eğitime hep muhalif olduğumdan, derslerimi ya Turkglish bir çorba hâlinde, ya da (hiç Türkçe bilen yoksa) Amerikan İngilizcesiyle anlatırdım.

Hâlen Beykent’te de önemli kavramların İngilizce karşılıklarını izah ediyorum.

***

Neyse, birkaç gün sonra iki mânidar hadise cereyan ediyor: Ertaç Hocam (Ağabeyim) bana “her devrim mutlaka cezasını bulur ama yırttın bakalım” diyor ve akabinde bir fenalaşma geçiriyor; bunu takip eden iki gün sonra da kapımda sarı zarfı buluyorum. Öfke ve tedirginlikle açıyorum: Uyarı Cezası almışım!

Bu arada Gala Yemeği da çok başarılı geçiyor, isteyen rakısını şarabını, arzu eden de Cola’sını içiyor Baltalimanı Tesisleri’nde. Şimdi alkol yasağı gelmiş meğer…

***

Gene arabama atlayıp Rektör Bey’in huzuruna (Kemal Alemdaroğlu) çıkıyorum, bekletmeden kabul ediyor ve “Hocam, bu benim sicilime geçiyormuş. Yetkiniz var, affederseniz pek makbule geçer. Eğer yalan söyleseydim böyle olmayacaktı” diyorum.

***

Bir lahza için olsun düşünüyor ve “arkadaşlar arasındaki dengeyi bozamam, boş ver, kaynar gider” diyor.

Ben de hak vermekten başka çare bulamıyorum.

Meşhur Çin atasözü vardır: “Yapılan hiçbir iyilik cezasız kalmaz” derler.

Sanırım bu da öyle bir şeydi.

***

Daha sonra Ertaç Hocam, Ağabeyim o sigaralardan olacak, Akciğer kanserinden vefat ediyor.

Kemal Alemdaroğlu Ergenekon’dan dolayı hapse giriyor ama sağ ve hayatta.

***

Şoförümüz İbrahim Bey Kafasındaki direniyle tekrar döndü aramıza, şükran borçluyuz.

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya - 11 Temmuz 2015 Cumartesi 

ÖYK

$
0
0

GARİP BİR ADAM

İstanbul’un ücra semtlerinden birinde ikamet etmekteydi ve hayatında başa kimsesi yoktu. Bütün akrabaları ya vefat etmiş ya da bir yerlere göçmüşlerdi. Semtin başlıca geçim kaynağı ziraat, hayvancılık, birkaç fabrika, bakkaliye ve kırtasiyeci vardı.


 

Köken olarak muhacirdiler. Şeceresini epey araştırmıştı ve Selanik’e kadar uzandıklarını görmüştü. Atatürk’le akraba dahi olabilirlerdi…

Karısı yaşlanmıştı, onunla bir yastığa baş koymaya başlayalı neredeyse bir ömür geçmişti.

Kahramanımız Hüsamettin Bey yalnız bir adamdı ve tek varlığı 1960 model bir ANADOL’du.

Arabasının bakımını tek başına yapardı ve “Koç Ailesi de olmasa bu acayip aracı dahi alamazdık” diye geçirirdi içinden zaman zaman. Arabasının aksamı çok basitti, satın alırken bir adet de pilli maketinden hediye etmişlerdi. Sıkıldıkça onunla oynardı.

Fazla arkadaşı olan bir insan da değildi Hüsamettin Aymaz. 70 yaşına gelmişti, zevcesi de 65 ve komşuları haricinde pek insanla temas ederlerdi.

İki kızları doğmuştu: Zeynep ve Aslı. Aralarındaki fark sadece iki yaştı ama huyları çok farklıydı.

Zeynep sakin ve akıllı uslu, Aslı ise âsi yapılıydı; hâlden anlamazdı pek. Hani, Erkek Fatma dedikleri cinsten bir yapısı vardı.

***

İlk tanıştıkları zamanı hatırladı şöyle bir…

Kendisi orta hâlli bir ailenin tek oğluydu ve bir kır düğününde yarı görücü usulüyle anlaşarak evlenmişlerdi ve ilk görüşte sevmişti onu, yani Gizem Hanımı.

Aslında isminin çağrıştırdığı kadar esrarengiz bir yapısı yoktu karısının, olduğu gibiydi. Türkan Şoray’a benzerdi hani.

Büyük bir aşk hissetmemişti ama çok sevmişti. Zâten evlilik öncesinde de birkaç hayat kadını dışında kimselerle ilişki yaşamamıştı.

Dindar sayılmazdı, sâde ve basit bir hayat sürerlerdi. Karısı ev işleriyle iştigal ederken, o hep okur ve tefekkür ederdi. Dinlerin ötekileştirici ve dışlayıcı vasıflarından hazzetmemişti.

Muhtelif mealleri gözden geçirmişti: Elmalılı, Yaşar Nuri ve İnternette ne bulduysa…

Sonunda “bir Tanrı var, yaratmış, irade-i cüziye ve külliye de mevcut ama hepsi bundan ibaret” diye karar kılmıştı, “günah da, sevap da bizimle O’nun arasında”…

Gizem Hanım da bunlara katılıyordu. Uyumlu ve munis bir kadındı, “yuvayı dişi kuş kurtarır” ilkesine göre davranmıştı hep.

***

Hobileri okumak, musiki dinlemek, televizyonda maç seyretmek ve arada bir komşularla muhabbet etmekten ibaretti. İkisi de Fenerbahçe tutkunuydu.

Arada, keyfi iyice gelince, “Hanım, haydi şu çilingir sofrasını kur da ikişer duble rakımızı içelim, bakalım bizim hergeleler ne yapacaklar” diye rica eder, o da hemen süslenip kokularını sürer ve sofrayı hazırlayıp dizlerinin dibine otururdu. Beraberce, keyifle maç seyrederlerdi.

***

Zeynep ve Aslı’nın tahsil hayatları sorunsuz geçmiş ve pek az mektebe gitmek zarureti hâsıl olmuştu. Notları iyiydi ve arkadaş ilişkileri de gayet yolunda seyretmişti.

Parlak notlarla bitirmişlerdi ilk ve ortaokulları. Hep aynı arkadaş gruplarına takılırlardı.

İkisinin de hiç flörtü olmamıştı ama nedense kendisi, ne de karısı bunu bir sorun olarak görmüşlerdi.

Özellikle de Aslı’nın sürekli olarak futbol oynamasının, saçlarını jöleyle yapıştırarak taramasının ve iki kız kardeşin âdeta yapışık vaziyette dolaşmalarının idrakinde olmamışlardı…

***

Kızlar liseyi bitirince âniden “biz Antalya’ya gitmek ve üniversiteyi orda okumak istiyoruz” deyince afallamışlardı.

Neden evlâdım, burası İstanbul; her türlü imkânımız var. Maddî sorunumuz yok. Epey gayrimenkulümüz mevcut, nereden icap etti şimdi”?

Ebeveyn olarak sizlerden bir yakınmamız yok ama buradaki yaşam çok monoton ve biz sıkılıyoruz. Antalya cıvıl cıvıl, sâhil kenti ve bol da turist var. Lütfen bize zorluk çıkartmayın”!

Aslı’nın dilindeki pearcingi ilk defa fark edip irkildiler ama demokrat insanlar oldukları için de itiraz etmediler.

Hafta sonunda ikisi de ilk uçakla bavullarını toplayıp gittiler; geride çocukken oynadıkları birkaç oyuncak ve bebek şampuanı kaldı yadigâr.

Hüzünlenmişlerdi ve ikisinin de gözleri doldu, hançerelerine birer yumruk oturdu.

Bir yerlerde hata ettik herhâlde Hanım, bir şeyleri yanış yaptık ki böyle yaptılar ama… Artık oldu bir kere! En azından adresleri, telefonları belli, üzülmeyelim. Reşit, kocaman genç kadınlar onlar artık”…

***

Evin neşesi kaçmıştı, yaşama sevinçlerinden bir şeyler yitip gitmişti ama hayat devam ediyordu.

Fark eden bir şey yoktu.

Gazeteler, kıraat, arada bir komşu ziyaretleri, televizyon ve tek tük sportif yürüyüşler.

Kızlarının odasını müze gibi muhafaza ediyorlardı. Gizem Hanım her gün özenle ortalığı toparlıyor ve “elbet tatile olsun gelirler” diye içinden geçirerek, her şeyi aynen muhafaza ediyordu.

***

Derken o meşum gün geldi çattı!

Hüsamettin ve Gizem Aymaz Çifti otururlarken, kadıncağız bir anda kusmaya başladı. Fışkırır tarzda ve bulantının refakat etmediği, öğürtüsüz bir fışkırma tarzındaydı kusma. Bir yandan da “aşkım, başım çok ağrıyor” diye inliyordu.

Ne yapacağını şaşırdı adamcağız, eli ayağına dolaştı ve nane limon kabuğu kaynattı.

Merak etme karıcığım, yarın hemen hastaneye gidiyoruz. Yeni bir nörolog gelmiş. Komşular pek methediyorlar. Şey... Doğuluymuş, bekârmış ama konusunda çok iyiymiş”.

İlâhi Bey, insan olsun da, ne olursa olsun”!

***

Sabah erkenden sıraya girdiler ve iki hasta sonra Dr. Azat kendilerini kabul etti. Kavruk bir adamdı. Aslen Diyarbakırlıydı ama Kürtçe bilmiyordu. Şivesi kırıktı biraz. Çok nâzikti ve hemen ayağa kalktı, hüsnükabul gösterdi.

Ne olduğunu sordu, tam anamnez alırken, Gizem Hanım gene kustu ve yüzünün sağ tarafına da hafif bir felç geldi.

Korkmayın, hâlledeceğiz efendim” dedi ama bakışları endişeliydi.

Hızla muayene etti.

Siz aydın bir insansınız Hüsamettin Bey, karınız da öyle. Durumuz izah edeyim mi” diye sordu.

“Aman Doktor Bey, lütfedersiniz”.

“Estağfurullah. Bakın, biz buna LR6 SO4 3 deriz: Yâni gözü yana çeken kas (lateral rektus), yukarı dışa çeken kas (süperior oblik) aynı isimli kaslarla idare edilir, diğerleri ise 3. sinir tarafından… Hanımefendinin Göz Dibi muayenesinde ödem var ve bu sinirler baskı altında. Hemen kendisine kortikosteroid, yâni kortizon başlayacağım ve derhâl MR tetkiki isteyeceğim. Bu dönemde asla tuzlu bir şey yemesin”.

Evet… Nedir kuşkulandığınız?”

Bir görelim de, ondan sonra. Bakın bu benim telefonum, beni 24 saat arayabilirsiniz. Yarın bekliyorum”.

Hemen ilacı aldılar ve eve gittiler.

Kızları arasak mı” dedi Hüsamettin Bey yarım ağızla. Steroidi alınca hemen rahatlayan karısı gülümsedi acı acı, “boş versene Bey” dedi.

Ertesi gün MR yapıldı ve derhâl Dr. Azat’ın yanına alındılar. Düşünceli ve keyifsizdi…

Gırtlağını temizledi ve “Efendim… Bir tür Beyin Kanseri bu… Teknik Adı Glioblastoma Multiforme. 100.000 kişiden 2 ilâ 3’ünde görülüyor ve bu kadar büyüyünce, maalesef, pek fazla bir şey yapamayız. Ben şimdi bir epilepsi ilacı da başlayıp, sizi radyoterapiye sevk edeceğim ama burada onu maalesef yapamıyoruz” dedi.

Bir bomba düşmüştü âdeta, karısını koridora alan Hüsamettin Bey bütün cesaretini, metanetini toplayarak sordu:

“Benim erkek çocuğum olmadı, size evlâdım diyebilir miyim?”

Tabii Hüsamettin Bey, şey, Amca, tabii efendim”.

Karımın kurtulma ümidi var mı, gidip hastane köşelerinde vücuduna nötron, proton veya hücre zehirleri akıtırsak, ömrü ne kadar uzar yavrum?

Azat tekrar filme baktı, epey düşündü ve nihayet konuştu…

Amcacığım, cerrahlar kafayı açar ve biyopsi alırlar. Sonra olabildiğince alanı kesip biçerler ama Gizem Teyzemin beyninin her tarafı tutulmuş; açık alan kalmamış. Hani demem o ki… Bırakalım kalan ömrünün keyfini çıkarsın. Tabii, bu tamamen kişisel görüşüm. Yoksa tıbbî olarak, her şeyin sonuna kadar denenmesi lâzım”!

Yutkundu Hüsamettin Bey, Dr Azat’ın omuzlarına sarılıp ağlamaya başladı ve “benim başka kimsem yok oğlum, bâri bana da bir şeyler yazar mısın ki tahammül edebileyim” dedi.

Dr. Azat da yapayalnızdı ve empati sınırını bıraktı, bu yaşlı kurda sarıldı, “merak etmeyin amcacığım, her daim yanınızdayım, tabii ki yazarım “ cevabını verdi.

Ellerinde çifte reçeteyle çıktılar o akşamüstü.

Gizem Hanım hiçbir şey sormadı.

Eve gittiler. Meraklı komşulardan epey uğrayan oldu, “Migren” dediler.

***

Hüsamettin Bey otuz iki diş gülümseyerek “bu gece sofra benden hanım” dedi, “en şuh geceliğini giy. Sana tuz yasak ama rakıya bir şey demedi oğlumuz. Şöyle eski günlerdeki gibi bir gece geçirelim. Sen benim çorbadaki kadın, tek aşkımsın”.

Masadaki kıpkırmızı gülü de görünce gülme tuttu kadıncağızı.

Hayrola Bey, yetmişinden sonra azanı teneşir paklar derler; tövbe tövbe. Bu ne hâl ayol”?

Çok güzel bir gece idrak ettiler. Müzik setinde Frank Sinatra’dan parçalar çalıyordu.

***

Aradan bir ay geçti, bir kontrol MR’ı daha çekildi ama maalesef ilerleme vardı, gerileme yoktu.

Dr Azat’ı evlerinde ağırladılar ve kızlarından bahsettiler. Dostluk ilerlemişti.

Karıkoca sanki balayı yaşıyorlardı ve eskisine göre daha sosyalleşmişlerdi.

“Bu tabii ki psikiyatrların konusu ama özellikle Aslı’da sanki bir Cinsel Kimlik Bozukluğu var gibi geldi anlattıklarınızdan” diye yorum yaptı. Evdeki fotoğraflara bakmış ve eski videoları da seyretmişti bu arada.

Bir de, iki kız kardeş çok fazla samimiymişler efendim” diye ekledi.

***

Ertesi sabah yürüyüşe çıkan Hüsamettin Bey komşulara “merhaba” dedi, karısına sürpriz yapmak için petek balı ve tuzsuz peynir satın altı. Hâlis köy yumurtalarından da birkaç adet bohçasına yerleştirip evin yolunu tuttu.

Kapıyı sessizce açıp içeri doğru süzüldü. Çayı demledi, masayı kurdu.

Her şey hazırdı ve pek de keyifliydi.

İnkâr işte, kabul edemiyordu ama farkında değildi!

Haydi, Gizemciğim, muhteşem bir gün bizi bekliyor, uyan aşkım” dedi.

Karısı sol tarafına uzanmış öylece yatıyordu. Soluk almıyor muydu yoksa!

Gizem, aşkım, kalksana… Bak, kahvaltın hazır”!

Tık yoktu.

Panikledi ve hemen manevi oğlunu, yâni Doktor Azat’ı aradı. On beş dakikada soluk soluğa geldi o da ve görür görmez anladı durumu. Usulen muayene eder gibi yaptı ama iş işten geçmişti. Manevi annesini, Gizem Hanımı, Hüsamettin Bey de kırk küsur senelik yoldaşını, eşini, karısını kaybetmişti.

“Bitti Amca” dedi, “siz hiç yorulmayın ve üzülmeyin, ben her şeyi hâllederim”.

Kötü haber tez yayıldı ve konu komşu, bakkal, hastane çalışanları evi doldurdular.

Hüsamettin Bey âdeta donup kalmıştı.

Ölüm kâğıdı, gasil işi, imam, câmi derken…

İş helâlleşmeye geldi.

Sordu imam: “Hâtun kişi niyetine, hakkınızı helâl ediyor musunuz”?

“Evet”. Tam üç kere hem de…

Sonra da aile kabristanına gömdüler Gizem’i.

Mezarın başında iki saatten fazla oturdu Hüsamettin Bey. Belki dirilir de kalkar diye hezeyan etti bir süre.

Ağladı.

Seneler aktı, geçti gözyaşlarının pınarlarından.

***

Gece evde ilk defa yapayalnız uyudu.

Televizyonu açık bıraktı, bütün ışıkları da.

Eve dua okumak için gelenleri nazikçe refüze etti, inanmıyordu ki…

Uyuyakaldı nihayetinde, tükenmişti.

***

Sabah erkenden uyandı.

Kahvaltısını yaptı. Kimselere rahatsızlık vermek istemedi.

Yaşlı ANADOL’u çalıştırdı ve direksiyona geçti. Yola direksiyon simidinin altından bakmaya hâlâ alışamamıştı.

Yanına baktı ama Gizem orada değildi…

Şöyle bir topuklayayım, 10-12 saatte Antalya’ya vâsıl olurum. Konuşacağım çok şeylerim var kızlarımla” diye mırıldandı kendi kendine.

Yola düzüldü.

Kendini hiç sıkıntıya sokmadı. Yorulunca hemen mola verdi ve çayını içti, köfte filan yedi.

Günbatımında Antalya’ya girdi. Elindeki adresi sora sonra kızlarının evinin yolunu buldu.

Dik bir rampayı tırmanmak icap ediyordu ve Arnavut Kaldırımı şeklindeydi yokuş.

Birinci viteste inleyerek tırmandı ve tepenin öbür tarafına geçti.

Hayırsız kızlarını görecek birtakım şeyleri sorup anlayacak, dahası da haberdar edecekti kendilerini.

***

Kızların oturdukları bölge çamlık bir tepedeydi ve etrafta kelebekler, ağaçlar, bol miktarda akşamüstü zuhur eden yakamoz mevcuttu.

Arabayı özenle sağa çekip park etti.

Önce hangisiyle karşılaşacağını düşündü…

Aslı mı yoksa Zeynep mi?

Bir fücur (incest) vakası mı mevcuttu, hem de iki kardeş arasında?

Annelerinin vefatına ne tepki vereceklerdi?

***

Evin kapısı açıktı ve garip bir koku teneffüs etti.

Hayatında sigara dahi içmemiş olmasına rağmen, bunun esrar olduğunu tahmin etmekte zorluk çekmedi.

Muhtemelen bir âlemin ortasına dalacaktı.

Ev çok salaştı, ortalıkta oraya buraya atılmış mayolar, yırtık jeanler ve izmaritler doluydu.

Sofayı geçti ve avluya girdi. Tekno müzik midir, başka bir şey midir, ondan çalıyordu.

Maalesef yanılmamıştı.

İki kızı, en az beş altı kendilerine benzeyen züppe kız ve aralarında birkaç tane tipsiz, saçları mavi kırmızı mor renklere boyanmış gençle alt alta üst üste şamata yapıp, ot içiyorlardı.

Kendini perişan hissetti.

Kızlar, ben geldim” diye haykırdı!

Ortalık buz gibi oldu ve kendilerine çekidüzen verdiler.

***

Sizden rica ediyorum, şu rezilliği, kepazeliği bir toparlayın; şu müzik bozuntusunu kesin ve bir konuşalım” dedi.

Aslı’nın tepkisi hoş değildi, babasına pis pis baktı Zeynep daha müeddepti. Ortalığı toparladılar ve babalarına uyduruk bir şehriye çorbası pişirdiler.

Anneniz beyin kanserinden vefat etti kızlarım” diye damardan girdi konuya babaları.

Garip bir sükût oluştu… Zeynep’in gözleri doldu, Aslı ise “çok çekti mi” diye sordu.

Hayır, velayet işleri var, üstelik ben de yapayalnızım. Neden hiç arayıp sormuyorsunuz yavrularım”?

Aslı bir sigara yaktı ve dumanı da babasının suratına üfleyerek sordu: “Peder Bey, siz bizi kaç kere arayıp sordunuz? Ne halt ettiğimizi, kimlerle takıldığımızı, ne yaptığımızı hiç soruşturdunuz veya araştırdınız mı”?

Hüsamettin Bey afallamıştı!

“Biz sizi okuttuk, hiçbir şeyinizi eksik etmedik, hem…”

Aslı tısladı âdeta: “Bu muydu ana baba olmak?  Dersler iyi, okuldan şikâyet yok; demek ki her şey çok güzel. Öyle mi Peder Bey”?

“Yâni”?

“Baba, beni öğretmenim iğfal etti; hem de ortaokuldayken. Yapan da erkek değil, kadındı. O zamandan beri ben erkeklerden nefret ediyorum, kadınlara yöneldim. Ablam da öyle! Hiç mi fark etmediniz? Yok, senin entellektüel merakların, asosyalliğin, anneme olan marazi düşkünlüğün, monoton ve ufacık dünyanızda kendinizi Einstein veya Sherlock Holmes gibi görmeniz. Hep bencildiniz ve bizleri adam yerine koymadınız. Şimdi gelmişsin, annemiz için üzülmemiz bekliyorsun, kusura bakma”!

***

Yaşlı adam gittiğine gideceğine pişman olmuştu. Kızlarına sarılıp öptü ve fazla da bir şey konuşmadı artık.

Çok bitkindi, yorgundu.

Mecâlsiz kalmıştı.

Tekrar bindi arabasına, onca yolu geri dönerken şuuru da pek yerinde değildi.

İnanamıyordu işittiklerine ve gördüklerine.

***

Yüreği dayanamayacak kadar kötüydü ve bu sefer kendisinin başı ağrıyordu.

Evine döndü, bir Aspirin aldı, sabaha kadar hüngür hüngür ağladı.

Azat’a uğradı, tansiyonu yükselmiş meğer basit bir ilaç yazdı.

Akabinde evine gitti.

Yatağına uzandı ve karısının olması gereken yere baktı…

Yoktu.

Ana rahmi pozisyonu gibi uzandı ve karısını hayal etti, onun yatması icap eden yere uzandı.

Yattı ve gözlerini yumdu.

Uykuya daldı ve öylece kaldı.

***

Dr. Azat uğradığında evdeki yoğun aseton kokusu dikkatini çekti.

Teşhis aşikârdı: Diyabetik keto-asidoz.

İçerideki kokudan hemen belli oluyordu.

Baba ikamesi olan yaşlı adamın kalbi dayanamamış, strese bağlı ilk Şeker Komasından sonra vefat etmişti.

O da pek mütehassis olmuştu ama mânidar bir tesadüf takip etti bunu.

Yaşlı adamı toprağa verirken, yeni tayin edilen bir hemşireyle tanıştı.

Hafif tombuldu, 22 yaşındaydı ve cıvıl cıvıldı. İsmi Ayşe idi…

Ailecinim tek kızıydı, muhacirdi.

İşin hoş tarafı, Doğulu bir damat istiyorlardı, hele uzman hekim olursa âlâ olacaktı.

***

Azat epey düşündü, tereddütlerini yenip kızı babasından istemeye karar verdi ama hiç akrabası veya büyüğü yoktu.

Başhekime çıkıp ezile büzüle istirham etti.

Tipik Rizeli ve hipertimik mizaçlı Temel Bey bunu memnuniyetle kabul etti “bak hele, sana kız istemeyeceğum da kime isteyeceğim de” diye bastı kahkahayı.

Buruk duygularla çikolatasını ve güllerini almaya gitti Azat, eğer Ayşe ve ailesi kendisini damatlığa layık görürlerse, anlatacağı çok ilginç anıları vardı.

***

Öyle de oldu, sözlendiler ve ilk işleri Hüseyin ve Gizem çiftinin mezarına gitmek oldu.

Dr. Azat karmaşık ve vefa dolu duygularla onların öyküsünü anlatıyordu ki, garip kılıklı iki orta yaşlarda hanım geldi mezarlığa. Ağlamaktan gözleri şişmişti birisinin, saçı başı karmakarışıktı, başörtüsü darmadağınıktı ve durmadan sigara içiyordu. Erkek gibiydi.

Öbürü ise hanım hanımcık ve sâdeydi, çok üzgündü. Dua ediyorlardı.

Şöyle bir baktı onlara Azat ve içinden garip duygular geçti.

Bir daha da dönüp bakmadı.

 

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya - 15 Temmuz 2015 Çarşamba

ÖYKÜ

$
0
0

KANSER OLAN ADAM

Fakrı zarurette büyümüş küçük bir çocuk vardı. Babası kendisiyle hiç ilgilenmezdi.

Zamanla büyüdü ve 53 yaşına geldi ve çok para pul kazandı.

Babasında alkol ve kumar boldu, her şeyi para ve maddiyat zannediyordu. Bâzen çok kazanıp, arada da batıyordu.

***

En ufak şeyleri dert ediyordu. Gözlerini televizyondan ayırmaz ve bir gün oradaki dizilere katılıp zengin olmayı, çok büyük servet edinmeyi düşünürdü. Çok muhteristi ve paradan fazla hiçbir şeyi gözü görmüyordu.

Bâzen Yunan adalarına gidip şarap içiyor, adı pek çok skandala karışıyordu.

Bilhassa Sakız Adası favorisiydi ama inip çıkışlı bir hayat yaşıyordu.

Zamanla çok meşhur oldu ve olağanüstü zengin olmuştu.

Girip çıkmadığı yer ve cemiyet kalmamıştı bakın ki pek mutsuzdu.

Hayatın anlamını hep sorguladı ve bulduğunu zannederdi ama asla bulamazdı.

***

Johannesbourg’a gideceğini söyledi ve bir sokakta dönerek başı düştü.

Doktorlar beyin sapına yakın bir yerde tümör olduğunu söylediler.

Âcilen çekilen MR’da Köşe Tümörü çıktı. Kitlenin yeri kritikti ama habis değildi. Gene de karar vermek kolay olamazdı.

Bütün hayatı gözlerinin önden geçti

O ansa bütün hayalleri başına yıkıldı.

Hayatın sâdece çalışmak ve para kazanmak olmadığını bir kere daha gördü.

Doktorlar ameliyatın çok riskli olduğunu ve her ana masada kalabileceğini söylediler.

Kendisi ve karısı çok düşündüler ve şu karara vardılar: Aslında bu ameliyat çok riskli ama erteledikleri o kadar çok şey olduğunu, yaşamak adına ne hayatta kalabilmek için ameliyat olmaya karar verdiler çünkü hayatta çok fazla şey ıskaladıklarına karar verdiler.

***

Derhal ama bütün riskleri göze almaya karar verdi, karısına sordu. O da kabul etti.

Başarılı işadamı ameliyat oldu, risksiz geçti fakat o günden sonra hayata yeniden başladı.

Hayata ve yaşamaya o kadar önem vermek gerekiyordu ki, bütün hayat felsefesi değişti.

Ânını ve gününü yaşamak için hayata bakış açısını yeniden şekillendirdi.

Artık yeniden doğmuştu.

***

Şeker (Şükür) Bayramında elimi öpen geldi mi diye sordu kendine ama ve cevabı kocaman bir boşluktu.

Bu adamın kim olduğunu ben bilmiyorum ama nerede yaşadığını biliyorum:

Kimsesizler Yurdu.

Kıssadan hisse: Kimsesizleri ve zavallıları ziyaret edin.

Hiçbir şeyden ümit kesilmez ve çıkacak candan da ümit kesilmez.

Bakın, Süpermen sâdece ABD'nin kurtarıcısıdır...

Not: Sayın Kılıçdaroğlu'nun telefonu cevap vermiyor, Nurperi Belçika'dan aradı, Cânan İstanbul'da eİimi öptü. Bayraktar Bayraklı'nın telefonu alakasız birine ait çıktı. Yaşar Nuri'i ve Uğur Dündar'ı aramaya sonra gayret edeceği.

Mehmet Kerem Doksat – Çeşme - 19 Temmuz 2015 Pazar

ÖYKÜ

$
0
0

UMUDA YÜRÜYEN ADAMLAR

Hepsi de son derecede yalnızdılar ve kimseye güvenmiyorlardı.

Çok fazla can kaybı yaşamışlardı ve pek çok kriz atlatmışlardı.

Bütün yatırımlarını USD bazında yatmışlardı ama hiç kaybetmemişlerdi,


 

Her türlü imkanı kullanarak ayakta kalmışlardı ve kalmaya da devam edeceklerdi

***

Yürekliydi onlar.

Tansu Çiller’i, Demirel’i, Ecevit’i görmüşlerdi ve yılmamışlardı.

***   

En büyük hayalleri ölümsüz olmaktı ve bunun için de bütün yolları göze almışlar, hatta beyin naklini göze almışlardı.

Bunun olamayacağını bilmelerine rağmen nakli göze aldılar.

***

Buna rağmen hiç bezmediler.

Hatun ismindeki kadın bir çete kurmuştu ve her yöne uzanan kolları mevcuttu.

Kocasının nahoş özeliklerini ve yaptıklarını hiç unutmamıştı.

Bunun üzerine çok bedbaht oldular ama son anda bir yardımcı onlara uzanacaktı.

Kim bilebilirdi ki, ümide yoldan hiçbir şey tek yönlü değildi ve hep koşuşturdular, insanlardan ve inandıkları şeylerden yardım umdular.

Hatun’un aklından canına kıymak dahi geçmişti ama yapmadı çünkü evlâdı vardı ve vicdanı buna izin vermezdi, biz de müsaade etmezdik.

***

Televizyondaki dizilerden bir kısmında intihara yönelten vasıflar vardı ama onlara bakmadılar ve ilgilenmediler. Sonuç olarak burası da bir sonsuz saadetin yer aldığı bir cemaatin veya camianın ortası değildi.

***

En büyük kötü senaryolardan biri intihardır (suicide). Tek yollu bir bilettir.

Diğerkâmca (özgeci) ve (diğerkâmca) olmayan iki türden bahsederiz.

Diğerkâmca olanda bir kaçış söz konusuyken,  olmayanda tam bir teslimiyet vardır.

Biraz önce jeneratörümüz kesildi ve elektrik geri geldi, bu sayede telefonlarımız ve her şey çalışabildi.

***

Dün Tahir’lerdeydik, Figen ve Zeynep pek tatlıydılar. Yaş almanın faziletlerinden bahsettik. Ekonomiden ve Yunanistan'daki krizi tartıştık. Zülfü Livaneli gene bir kitap yazmış, onu tartıştık.

***

Memlekette kan gövdeyi götürmekte ama ben de uzun süre bu mekânda politik bir şeye yer vermemeye kararlıyım.

Bütün okuyuculara ve eleştirilenlerin görüşlerine açığım ama henüz Neslim dışarı çıktı

***

Bizim Şoför İbrahim Bey’de de bir gariplik var doğrusu.

Birazdan Nazlı Çifti gelecek biraz muhabbet ve sohbet edeceğiz.

Bakalım bu gece nasıl geçecek?

Herkese sevgilerimle.

Biraz uzanacağım, sırada daha Yunan adaları var.

Mehmet Kerem Doksat – Çeşme – 20.07.2015

 

DOSTLUK

$
0
0

Kimine göre karşısına zırhsız çıkabildiğiniz kişidir, bazısına göre ise en zor zamanınızda aradığınız insandır.

Bazısı gitarını dost bilir, bir kısmı bir hayvanı, hatta ölüm ânında yanında olabilecek kişiyi.

Pek çok kişi tanıdım, gördüm ve iyi i ilişkiler kurdum, bir kısmıyla darıldık veya ben istemeden gönüllerini kırdım.

Şimdi düşünüyorum da, geçen gün Tahir de sordu, hâlâ İklil’i ve Selma’yı görüyorum rüyalarımda

***

Şimdi Selçuk geldi, buraları budayacaklar.

Siyavuş Ağabeyim pek de iyi durumda değilmiş, Cem Kurtoğlu çok sağlıklı.

Cânan Bodrum’da, Nurperi de Belçika’dan aradı.

Oğuz sağ ve sıhhatte umarım.

İlkin Ağabeyim de sinyal veriyormuş. Dr. Oğuz Tanrıdağ'a gitmiş. Mânidar bir tesadüf!

İclal iyiymiş.

***

Raffi Ağabey de aradı ve Ada’ya davet etti.

Bizim Adanalı Ömer de motosiklet aldı, özenti hergele.

***

Dün Ziya ve Ayşen Nazlı geldiler, muhabbet pek güzeldi ama hep Ertem Baba’yı andık ve Birgül Anne için dua ettik çünkü genel durumu iyi değil.

***

Bize iş yeri ziyaretine de gelenler oldu, onları ağırladık.

Tuncay Filiz de İzmir’de ama Çınar telefonunu açmaz çünkü içine kapanmış.

***

Bir Türkan Teyze vardı, annemin dostuydu, sanırım hâlâ hayattadır, o da nevi şahsına münhasır bir insandı.

***

Barbaros Şansal KKTC’ye gitmiş, oradan girmekte Facebook’a.

Şebnem Bürkev’i görüyorum, kızı kocaman olmuş. Onu ta genceciklerinden beri tanırım ve çok severi. Merhum annesi hastamdı.

***

Hep yanımızda olan ve mecbur kalınca aradığımız bir kişi olmuştu, o da Nil Molinas Mandel.

Çok güzel ve sabırlı bir Onkoloji profesörüdür ama hep çok meşguldür, yüzü hep güler ve pırıl pırıl gülümser.

Eğer kanser olursam, mutlaka arayacağım kişidir. Annemi de o tedavi etmişti.

Başı çok kalabalıktır ama çağırınca bize mutlaka ALO der.

Şimdi biraz yatayım.

Akşam Zeynep ve Hasan Hanyalı ile yemeğe çıkacağız.

Her taraf anı dolu ve her gün “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” havasındayız çünkü hava da çok sıcak ve ben hâlâ hayattayım.

Sıcaklık 27 derece ve belki yüzmeye de gideriz.

Mehmet Kerem Doksat – Çeşme - 21 Temmuz 2015 Salı


İZMİR ve ÇEŞME

$
0
0

3 gündür Çeşme’deyiz. Burası hep İstanbullularla dolu…

Biraz önce Çeşme Sheraton’daydık, tıka basa doluydu ve sıra dışı insanlar da bir aradaydı.

***

Garip kılıklı bir kadın mevcuttu ama kimdir diye sormadık, usulca çıktık.

Neslim de ben de şaşırdık çünkü televizyonumuzda hâlâ enerji var ve hayattayız.

***

Demin Sevgili Selçuk Erbakan geldi ve ortalığı temizledi. O da gerçek bir dost.

***

Hâtun kendini aştı ve tatilin keyfini çıkarıyor.

Her taraf hıncahınç dolu…

***

Bu gece de Hasan ve Zeynep Hanyalı çiftiyle hasret gidereceğiz.

***

Biraz önce gene eve döndük ve KRAL TV’de popüler müzik çalmakta

***

Biraz önce eve vâsıl olduk ve hazırlanıyoruz.

Garip bir şekilde, bu sefer tanıdık kimselere rastlamadık.

***

Nedense taş evlerde, garip binalarda ikamet edenlerin çoğunluğu İstanbullu.

***

Bu arada Fransa’daki yarışlar sürüyor ve bir bisikletçi düştü.

***

Bunlar şimdiki gelişmeler, kalanları daha sonra yazarım ama burada vakit çok zor geçmekte.

***

İçerken sarhoş olan bir kadın canlandırılmakta…

Neslim hazırlanıyor ve ben de memnunum.

Birazdan çıkacağız.

Memlekette ciddi bir maddî kriz varmış anladığım kadarıyla ama kimin umurunda: Baktım da, otelde gene sınıf farkı mevcuttu ve çalışanla işçi ayrı kefelerdedirler…

Her taraf anı dolu…

Bakalım sağ sâlim Sakız Adası’na da gidip kafa çekebilecek miyiz?

Yunanistan cidden berbat durumda ama Avrupa ve ABD nasıl olsa orayı kurtarır.

Bakalım bundan sonra ne olacak?

İstanbul’a karşı patolojik bir hasret gelişti bende: Nostalji.

***

Kraliçe de Nazi çıkmış ya, daha doğrusu oğlu.

kraliçe nazi ile ilgili görsel sonucu

İşte buna çok güldüm. O kadın acaba kaç yaşında ki böylesine bir garabete vesile olsun?

***

Evrimsel Psikiyatri çalışmalarım sürmekte ve yanımdaki kitap da Mark Brüne’nin Evrimsel Psikiyatri Temel Kitabı.

Döner dönmez çalışmalara daha da hız verip, asistanlarla da halvet olmak niyetindeyiz.

***

Şimdi Vikipedi’den alıntı yapacağım:

Pist boyutları ve kullanılan ekipmanlar standartlara uygun olmalıdır. Yol yarışlarında mesafenin uzman bir ölçüm görevlisi tarafından tam olarak belirlenmesi zorunludur.Yol yarışları dışında, rekor kaydı için yarışlar karma olmamalıdır; yalnızca erkek veya da kadın sporcular yarışmalıdır.

Bayrak yarışlarında bütün takım üyeleri aynı ülkenin vatandaşı olmalıdır.Yarışta tavşan atletlerin bulunmasına izin verilmiştir.

Rekorun kabulü için yarışın hemen sonrasında doping testi yapılması zorunludur. Hâlen bu kuralın uygulanmadığı rekor kayıtları mevcuttur. Yarış sonrası testten geçen ancak daha sonra doping yaptığı ortaya çıkan atletlerin dereceleri iptal edilmektedir.

***

200’ye kadar olan koşular ve yatay atlama müsabakalarında, 2.0 m/s’ye kadar rüzgâr desteğine izin verilmiştir.  Rüzgâr hızı tüm yarışmalar boyunca ortalama 2.0 m/s ve en fazla 4.0 m/s olmalıdır. 800 m'ye kadar olan koşularda, fotofinişle tam otomatik zamanlama zorunludur. Herhangi bir râkım  sınırı yoktur. Yüksek râkımda daha az hava direnci olması sebebiyle, Meksika ve Sestriere gibi şehirler kısa koşu ve atlama rekorlarının kırıldığı yerler olmuştu. 

1968 Yaz Olimpiyatları’nda bunun örnekleri görüldü. Yüksekliğin etkisi altındaki dereceler “A” harfiyle etiketlenmiştir. Böylece istatistiklerde “deniz seviyesi” en iyi dereceleri de görülebilmektedir. Uzun mesafe koşularında ise, yükseklik daha az Oksijen anlamına geldiğinden atletler dezavantajlıdır. Yüksek râkımdaki performanslar yine A ile işaretlenmektedir.

Yol şartlarında güzergâhın bir çevrim olması gerekmez ancak başlangıç ve bitiş arasındaki yükseklik düşümü 1:1000 (örneğin 1 m/km)'i geçmemelidir. Yol şartlarında başlangıç ve bitiş noktalarının arasındaki teorik direkt mesafenin, yarış güzergâhının %50'sinden az olmaması gerekir.

Dünya rekorlarının kırılışına tanıklık etmek, atletizm seyircisinin ilgisini çekmekte, bu sepele atletlerin sponsorları ve Altın Lig ve gibi turnuvaların organizatörleri, rekor kıran atletlere para ödülü vermektedir.

Sırıkla yüksek atlamada verilen rekor ödülleri, atletlerde dünya rekoru büyük farkla geride bırakmak yerine, kabul edilen en küçük miktarda (bir santimetre) geliştirerek, her defasında ödül kazanma fikrini ortaya çıkardı. Bu taktik erkeklerde Sergey Budka, kadınlarda ise Yelena Isinbayeva tarafından uygulandı. Bazı spor yorumcuları, atletlerin bu durum yüzünden yeteneklerinin elverdiği kadar yüksek dereceleri yapmadıkları eleştirisini getirmişti. Sırıkla atlama dışındaki sporlarda ise derecenin tam olarak ayarlanması mümkün olmadığından buna benzer durumlar

Dünya Rekorları

2000 yılı öncesinde, açık alan ve salon yarışmaları için ayrı ayrı rekor kaydı tutulmaktaydı. 2000'de IAAF’ın 260.18a kuralı (eski 260.6a) “dünya rekoru” derecelerinin “açık veya kapalı” herhangi bir tesiste yapılabileceği, şeklinde düzenlendi. Yeni kural geçmişe dönük olarak işletilmedi.

***

Mesela kimse 100 metreyi 5 saniyede koşamaz değil mi?

Yanılıyor muyum?

Mehmet Kerem Doksat – Çeşme - 21 Temmuz 2015 Salı

ANILAR- DEVAM

$
0
0

Türkiye’de iş çığırından çıkış durumda ama ben bun değinmeyeceğim. Allah’tan bütün şehitlere rahmet ve kalanlarına baş sağlığı diliyorum.

Sayın Kılıçdaroğlu'nu kendi verdiği cep telefonundan aradım ama cevap veremedi, sanırım çok meşgul..

***


***

Cerrahpaşa’daki anılarıma devam edeceğim ve paylaşımlarımı sürdüreceğim.

Çukurova Tıp Fakültesini bitirdikten sonra nedense Cerrahpaşa çok gözümde büyümüştü ve orada da ilk gittiğim yer Nöroloji rotasyonuydu.

***

Gider gitmez karizmatik, beyaz saçlı, yakışıklı bir Nöroloji Hocası Bekliyordu: Nedim Zenbilci.

Oradayken birtakım ilginç şeyler cereyan etti. Klinikteki Bora Telaferli ve diğer asistanlar Sev-Genç havasındaydılar ve Organik psikiyatriye pek önem vermezlerdi. Caner Amik’ti sanırım; o da Adler’e benzerdi ve kendine göre icatları, keşifleri vardı.

***

Ben bu yeni ortama uyum sağlamakta zorluk çekiyordum. Nörolojidekiler solcu, Psikiyatridekiler sağcı olarak tanınıyordu ve Hayrünnisa Denktaş Hoca (hâlen hayattadır) Nedim Hoca vefat edince onun yerini almıştı ve benim de kabakulak olacağım tutmuştu. Ayhan Hoca'nın bir de solculuk dönemi olmuştur ama benimle beraber mezara gidecektir, yazamam.

***

Bunun üzerine birkaç hafta istirahat ettim, o dönem çok ilginç şeyler oldu.

***

Ayhan Hoca’nın nüfuzuyla Bakırköy’ün başhekimliğine getirilen bir kişi vardı: Salih Yaşar özden.  Hemen Herkese bağıran, uzun boylu ve zor bir adamdı. Doçentti o zamanlar. Herhalde sağcıdır.

Bir süre Reha Bayar’la benim süpervizörlüğümüzü yaptı ama nedense EKT konusunda anlaşamıyorduk. Kendisine bunu anlatınca, herhâlde Ayhan Hoca’ya nakletmiş. Bir süre kendi başımıza kaldık. Hiç unutmam, Babamın ricası üzerine yatırdığım 50 küsur yaşlarında bir kadın şizofrenisi vakası vardı ve günde 80 mg haloperidole cevap veriyordu. Doz azaltamıyorduk ve yanında ayrıca Akineton'a da (biberiden) gerek kalmıyordu.

***

Daha sonra süpervizörümüz olan Doç. Dr. Engin Eker "biz tecrübeye hürmet ederiz Kerem" dedi.

Salih Bey, Ayhan Hoca'nın nüfuzuyla ve gücüyle Bakırköy’e Başhekim olarak tayin edilmişti.

İyi de, orada da fazla dayanmadı ve birkaç hafta sonra bir gazeteden beni aradılar.

-Hocam. EKT’nin normal bir insana yapılmasının mahzuru var mıdır?

Ben de düşündüm ve “olmaz ama neden ki acaba” diye durdum ve “bir zararı yoktur ama neden veya kime yapılmış ki” diye sordum.

***

O dönemde EKT’yi kafamıza geldiği gibi, herkese uygulayabiliyorduk ama durduk yerde yapılmazdı ki…

Ufak tefek hafıza sorunları veya unutkanlıklar olabilir ama geçer” demiştim.

Meğer Salih Bey bir askere, ceza olarak EKT yaptırmış. Gazetelere sürmanşetten düştü.

***

Aslında EKT hâlâ çok etkili bir yöntemdir ama normal bir insanda bunun ne yeri, ne de gereği bulunabilirdi. Orada sonradan bir ceza aldı mı bilemiyorum ama daha sonra uzun süre Servis şefi olarak kaldı. Psikanalistlere göre ise EKT hâlâ bir ceza yöntemidir!

***

Daha sonra benim eski asistanlarımdan Aslı Bostancı onun asistanı oldu -ki nikâh şâhitliğini yapmıştım, Mood Disorders diye bir çeviri kitap yayımladığını anlatmıştı bana.

Okumamıştım çünkü Mood için ya duygudurum ya da Duygudurum kullanılmalıydı.

Asabi bir adamdı ve sanırım hâlâ da özel üniversitelerde çalışmakta.

En son gene bir Adlî Tıp Kitabı yayımlamış, onu alıp okuyacağım çünkü her kitap önemlidir.

***

İste o dönem iki dâhiyle tanıştım: Meral ve Güneş Kızıltan, Aksel de GATA’dan gelip ekibe eklenmişti.

Güneş pek az konuşan, mütevazı ama çok zeki bir adamdır. Meral’le de Nöroloji AD’da buluşup tanışmışlardı. Bir de kızları vardır. Muayenehane işleri ne oldu tam bilemiyorum ama o kadar titiz ve kılı kırk yararak hasta muayene ederler ki, hastalar bir saatten önce çıkamaz. O zamanlar Uzman olan Yasef Özsarfati de canavar gibi eserdi.

Rivayete göre, bilemem ve vakanüvis değilim, Fevzi Hoca ona azıcık çektirmişti kendisine. Yasef’le de geçenlerde, Berti Dostumun bir davetinde karşılaştık epey sene sonra; o da epey kilo almış. Çok iyi ve kaliteli bir nörologdur.

***

Aksel de sıkıntıdaydı, Psikolog olan Ayşe’den ayrılmıştı ve Eğiticilerin Eğitimi kursları döneminde kısa bir süre sonra ikinci izdivacını Zeynep Oşar’la yapacaktı.

***

Adnan Ziyalar da ilginç bir hocaydı, kliniğe girip çıkması bir olurdu. Merhum Ayhan Hoca ona nâhoş şakalar yapardı ama (karısıyla kızı da (Neylan) ileride Adlî Tıp Kurumunda öğrencim olacaktı) bunu hep hoş görürlerdi. Adnan Ziyalar da hâlâ hayatta. Onu pek tanıyamadım. Kliniğe girip çıkması bir olurdu ve 1 saat zarfında 5-10 hasta görürdü. Çantasını taşımak bir şerefti. Kendisi de Adlî Tıp Kurumundaki görevine öncelik verirdi.

***

Prof. Dr. Oğuz Polat’la beraber Adlî Tıp Kurumunda da bir süre çalıştık.

Oğuz çok pimpirikliydi ve içerideki ekranlardan her tarafı gözlemleyerek, kuş uçurtulmamacasına çalışıyordu. Arada uğradığımda bile hep gözleri ekranlardaydı.

Onun öncesinde Prof. Dr. Sevil Atasoy da Adlî Tıp Kurumunun Başkanlığını bir süre için yürütmüştü.

***

O dönem Murat, Reha, Murat Dokur ayrılmaz bir üçlüydük ama kader bizi farklı yönlere çekecekti.

Murat ABD’ye gidip eğiğim alıp dönecek ve kongreler düzenlemeye başlayacaktı; o da boşanacaktı.

Güneş bir gün beni kenara çekti ve “dostum, sen burada kalmak istiyor musun” diye sordu”. “Tabii dedim, neden”?

Herkesin gözlerine bak ve tepkilerine göre harekete et, o takdirde işler yoluna girer. Yoksa sıkıntı çekersin”.

Haklıydı… Nurcuların, her Cuma namaza gidenlerin hoca olduğu (Koptagel ve grubu hâriç), asistanların arasında ise uzmanlık kutlamalarında kafa çekeninden, dünyayı takmayanının da bulunduğu bir yerdeydim.

***

Meselâ Dr. Serdar Serdaroğlu tipik bir solcuduydu, sigara ve pipo filan içerdi. Levent Kayaalp –ki o da Ayça Gürdal ile evlenip Psikanalist olacaktı ile araları çok iyiydi. Ayça’nın da ilk kocası Levent Küey’di (o da İzmir’de idi ama şimdi epey yükseldi, İstanbul’da muayenehanesi var. Derler ki Ayça’nın ailesi de sağcıymış ve kliniğe girişi o sayede olmuş.

Mansur Beyazyürek de Ayhan Hoca’nın talebesi olup BRRSH’ne geçenlerdendir, o da muayenehanesinde çalışıyor.

***

Haklıydı çünkü klinikte Musa Tosun Ağabeyim dışında pek anlaşabildiğim kişi yoktu; Fevzi Samuk Hoca, Neşe Pekpak Kocabaşoğlu ve Mine Özmen de öyle anlaşabildiklerimden birisiydi. Mine de ikinci evliliğinde saadeti yakalayacak ve o da ABD’de eğitim alacaktı. Nöroloji’deki –o zamanlar doçent olan- Naci Karaağaç ise pek hızlı hasta görürdü.

Koptagel İlal ve Ömer Tunçer de iyiydiler ama odalarında halvet olur, saatlerce ana oğul gibi sohbet ederlerdi. Kritik oylamanın yapılacağı gün yaklaşıyordu ve Gökhan Oral da klinikteydi…

***

Gene o dönem Ankara’dan nokta tayiniyle ilginç bir Doçent geldi: İbrahim Balcıoğlu.

Kendisine Psikiyatri öğreten Prof. Dr. Yıldırım Beyatlı Doğan’abeyaz” derdi ve şükranlarını korurdu. Ne gariptir ki Yıldırım Ağabey de daha sonra bir beyin damar hastalığı atlatacaktı…

Bulancaklıydı, köy kökenliydi, İhsan Doğramacı’nın özel dâhiliyeciliğini yapmıştı. İnsanları Beyaz, Zenci, Değerli, Değersiz, Önemli Önemsiz diye gruplara ayırırdı. Herkesin Nabzına göre şerbet verirdi.

Ayhan Hoca’nın koruması vardı ve gene Adlî Tıp Kurumunda, hem de Anabilim Dalında çalışırdı…

Hoca’nın favorisi Uzman Dr. Zekeriya Kökrek’ti ve hâlâ Ayhan Songar Akademisi olarak orayı muayenehane olarak kullanmakta.

Bu dönemde İsviçre’den dönen Tarık Yılmaz da bir üniversiteye girdi ve muayenehanesini açtı. Tarık kardeşim kadar çok sevdiğim bir adamdır; bir ABD seyahatinde karısıyla beraber gelip beni ağırlamışlardı. O zamanlar yeni boşanmışlık dönemlerimdi ve epey yalnızdım.

***

Mine, İsmet Karacan’ın yanında çalışmıştı. Çok büyük bir bilim adamıydı ve NPT tekniğinin mucidiydi. Kendisi de Manik Depresifti (Bipolar) ama tedavi kabul etmiyor, ilaç kullanmamakta ısrar ediyordu ama arada bir Uyku Yoksunluğu Terapisi yaptığını bize Mine anlatırdı. Mine Özmen de ikinci evliliğini yaptı ve Psikanalize de önem veriyor. Çok şekerdir. Oğlu bir gün bacağını tutup “kadınım benim” dediğinde 6 yaşında filandı. Gel de Freud’a hak verme…

***

Onun da, İsmet Hoca’nın da trajikomik bir hikâyesi vardır: İsmet Hoca, çok önemli bir şey olan gece erkeklik organının sertleşmesini ölçme yöntemini geliştiren adamdı. Rahle-i tedrisinden Hakan Kaynak, Erbil Gözükırmızı ve niceleri geçmişti.

ABD’den dönmüştü ve o dönem NP Hospital’den teklif almıştı ama kararsızdı ve lenslerini de takmıştı.

Yâni dünya çapındaki psikiyatrı genç ve güzel bir bankacı kandırmış ve intihar etmişti.

***

En son Mersin’deki bir kongrede gördüm kendisini, pek neşeliydi, muhtemelen de Manik Fazdaydı.

Dünya çapındaki bilim adamı kendini asmıştı ve geri dönmemecesine gitmişti.

***

Sonra bir gün Nedim Hoca’nın vefatının haberini aldım.

Ne Aksel’de, ne de Acar Baltaş ağabeyimde ondan bir görsel kalmış.

***

Daha sonra Alaattin Duran Anabilim Dalı Başkanı oldu ve imam kökenlidir. İyi bir insandır. Sabah gider, gece döner kliniğe.

Ben ayrıldığımda Prof. Dr. Müfit Uğur AB başkanıydı. Bir gün yanlışlıkla alkol içmiş ve epilepsi statusuna girmişti. Robert College’lidir ama çok koyu dindardır ve EKT’yi de çok sever.

Ayrıca anlatırım ileride…

Ayaklarında nalınla kliniği dolaştığı günü unutamıyorum.

***

Ağrı ve Psikiyatri deyince, karşıma iki dev çıktı: Dr. Serdar Erdine ve Aksel Siva.

Serdar Ağabey Çapa’nın algolojisinin mimarıdır ve iddialı, girişimci, Atatürkçü bir aydındır. Kızını da pek severim. Hilton’daki düğününe çağırmıştı.

***

Bu arada karşıma Işık Aydınlı çıkacaktı. Diyarbakır’dayken de, İstanbul’dayken de, emekli olduktan sonra da hep aradığımda onu karşımda buldum.

Çok mütevazı ama bir o kadar aydın bir insandır, hep gülümser. Kocası da, bilhassa onkolojik kanserlerin piri olan Kılıç Aydınlı’dır.

O da az ama öz konuşan bir bilim adamıdır.

***

Geçenlerde öğrendim ki Işık Hanım emekli olmuş.

En son rica ettiğimde annemin anestezisinde yardımcı olmuş ve gene davetim üzerine, şimdi profesör olan Numan Konuk’un Karaelmas Üniversitesindeki konferansına iştirak etmişti.

Numan, eski hocasına ödül verirken...

Algolojiyi anlatmış, ben de Rektörü dâhil, oradaki herkese toplu hipnoz uygulamıştım.

Sonra beni arabamla dönmüştük ve Kılıç Bey karısını en az beş kere aramıştı.

Ben buna aşk derim işte.


***

Meğer Işık Hanım, ablası da hematoloji profesörüdür (Yıldız), bir Karadenizli adam bulup rica etmiş ve bütün AD’nı inşa ettirmiş.

***

Geçen gün telefon ettim, emekliye ayrılmış!

Bu çok büyük bir kayıptır.

Bu kadar genç yaşta ve aydın insanlar emekli olmamalı.

İnşallah Güneş ve Meral’in de muayenehaneleri vardır.

***

Nedim Hoca’nın beraber çalıştığı dönemde, International Hospital’de tanıştığım, “Özal’ın Doktoru” olarak da ünlenen Cengiz Aslan’dan bahsetmek isterim.

***

Cengiz Ağabey istese profesör de olurdu ama tenezzül etmedi, olarak hayatına devam etmekte.

***

O da kendi oğlunun ameliyatını yapma travmasını yaşadı. En son Güneş Taner Bey’in evinde karşılaştık.

***

Birazdan Tahir ve Figen Sümer gelecek.

Haydi, iyi günler şimdilik...

Mehmet Kerem Doksat – Çeşme - 22 Temmuz 2015 Çarşamba

GARİP BİR HİKÂYE

$
0
0

Adam çok başarısızdı ama bunu engelleyecek bir şey yapamıyordu.

İyi bir insansı aslında ama nedense üzerine gelinirse mukabele edemiyordu

Temelde garip eğilimleri yoktu diyemeyiz çünkü olay ABD’de geçiyordu.

***

Aslında 25 sene önce ölmüştü ve kimliği meçhuldü. Ne bir belgesi ne de bir hüviyyeti mevcuttu.

***

Otopsiyle kimliğini anlamaya çalıştılar fakat zorlandılar.

Ya Polinezyalıydı ya da ekstazi (güçlü bir uyarıcı madde) kullanmış, ya da enerji içeceği türünden bir şey içmişti.

***

Garip olan Hindistan restoranlarında yasadışı şeylerin çok fazla satılmamasıydı ama yolun tam karşısında, Korsak ismindeki adam onları bekliyordu.

*** ,

İşi gücü yoktu ve çikolata içerisinde satılan bir çeşit zehri memlekete sokmuştu.

Viking kökenli olabilirdi. Pasaportu da yoktu ve sınırı yasadışı yollarla ABD’ye girmişti.

Boston’daydı ve detektif de Tanrı’ya küfreden sakallı bir aramdı (tipik OKB belirtisi).

***

Parmak izlerini almak için adlî tıp yöntemlerini kullanacaklardı ama ellerindeki solüsyon yetersizdi.

Kadın da garipti, diğer bir kadına da ölüm sonrası için otopsi yapılmasını istemekteydi ve sanki önceki hayatını hatırlıyor gibiydi; bir nev’i reenkarnasyon vakası gibiydi ve önceki hayatından bölümleri kısım hatırladı.

***

Kadın bir devlet okulunda tahsil etmekteydi ama detektif Foust’u tutacaktı.

Ağlamaya başladı ve elinde olmadan, yatan kadına baktı. Onu sanki kızı sanıyordu ve bunu itiraf etmesini istiyordu.

***

Odaya daldılar ama belli bir ölüm izine rastlayamadılar; uyuşturucu testi yapılacaktı ama kadında ne yaptığını bilememe ve hatırlayamama başlamıştı (deja vu, jamais vu).

***

Bütün bunları yaptıranın bir yaşam koçu mu olduğunu sorgulamaya başladılar ama en iyi koçlar zaten Türkiye’deydi ve “defol git” diyerek kovdular.

***

Birisi iki kere silah çekmiş ve iki mermi sıkmıştı.

Kadının kalbinin iki yönünden vurulmuş olduğunu gördüler.

Merminin nereden geldiği belli değildi ve Jane ismindeki kadın da kimin vurduğunu bulmaya çalışıyordu.

***

Aslında ne yaptığının farkında değildi ve arada televizyon seyrederek kendini oyalıyordu.

***

Zeytinli ağdayla bacaklarının tüylerini aldı, daha güzel olmalıydı.

Aslında çoktan ölmüştü ama bunu anlayabilen yoktu (nihilistik hezeyan) ve kendisinin hapse girip öldürülmeye çalışıldığını zannetti.

***

Oksijen yetmiyor ve sesler işitiyordu (hallüsinasyon) garip şeyler görüyordu ama anlamlandıramıyordu (bizzare illiüzyon). Panikledi ve canı şeker istedi, Kylee ismindeki bir kadından bahsetti.

***

Kocası tatile çıkmadan önce her şeyi CD veya DVD’ye kaydetmek arzusundaydı ve bunların hepsinin Air Force 1 uğruna olduğunu söylüyordu.

***

Kolay değildi kadının ve yakınlarının işi, zincirleri kırarak koştular.

Ölesiye dövüştüler ve garip adam bir Zombi şekline dönüşerek ayağa kalktı.

Ağır şekilde küfretti ve 17. Asırdan kaldığını iddia etti.


 Bir anda ortaya insanları da yiyebilecek kadar kocaman bir köpek çıktı.

Kadın “Ne garezin var, pazarlık erelim ve bana mahrem tıbbî belirtilerini anlat” dedi.

Yüzü bir cadı gibiydi ama bir anda alevlere büründü.

***

“Kimsin sen kim olabilirdin diye bağırdı”, çünkü artık hayalet olmuştu.

Bütün bunları Kitabı Mukaddesle izah etmek üzere bir araya gelip bir seremoni, yeniden nişanlısının bedenine girmeye çalışarak “ben paranoid bir kadınım, büyülü dünyadan geldim” dedi Schneider belirtisi).

***

Akabinde Amerikan pastasıyla dolaşırken, peşlerine sarışın bir büyücü gelerek, “artık barışalım ve evlenelim” dedi.

***

Nora ismindeki sarışın cadı tekrar bedenlendi ve insan suretine büründü; ölmüş kadına evlenme teklif etti.

***

Esmer ve alkolik kadın şarabından içti ve mumları söndürdü.

Adama –ki çoktan mevta olmuştu, cinsel ilişki teklif etti (hezeyan).

Sonra giyindi ve sağ gözü âmâ olan bir adam ortaya çıktı, telepatik gücüyle herkesi kontrol etmeye çalışmaktaydı.

***

Daha sonra ölülerin dirilmesi için diğerkâmca şekilde ilaç almaya başladılar.

Arthur ne olduğunu sordu. Aslında meşhur bir TV yıldızı olduğunu da düşünüyordu (hezeyan).

Sheldon “bağırmamda bir sakınca var mı”? dedi!

Oturup pizza yiyerek erkekliğin anlamını ve Büyük Patlamayı tartışmaya başladılar, biri diğerine “ona taptığımı mı düşünüyorsun” diye sordu; bunu sapıklık olarak niteledi

***

Şefkat göstererek ve hindi yiyerek bu zırvalığı kutlamaya başladılar ama mavi T-Shirtlü adam allerjik bünyeli olduğunu, bunu lise yıllarında kaptığını söyledi.

***

Gene Arthur ortaya çıkmıştı ve özür diledi. Zaman mekân sınırı da aşılarak, uzay bükülmüş, Zombi gencecik bir adam olmuştu ve genç bire kızla evlenerek, arkadaşlık teklif etti.

Yaşlı adam gene insanlaştı ve genç olanla dalga geçmeye başladı. Ona “sen yapayalnız bir tipsin, yatmayı bırak da ayağa kalk” dedi.

***

Kendisinin 73 yaşında ve Mr. Proton olduğunu söyleyerek, bunun mânidar bir tesadüf olduğundan bahsetti. Üstelik bu sefer de medyum olmuştu ve her şeyi biliyor ve anlıyordu.

***

Gene şarap içmeye başladılar ve adam gene Hintli oldu, genç kadına “içtiğin için utanmalısın” dedi. Kadın “tatlım, içerim, ne olacak yani” dedi.

Hintli asam büyülü bir kolye yaparak, başarısını cep telefonuyla bütün âleme yaydı.

***

Bu esnada bir şeyler yemeye ve içmeye başladılar,  her şeyin sırrını çözdüklerini düşünmeye başladılar.

Titanyum ve Karbonla deney yapmaya karar vererek gene içtiler. Gay tipli Doğulu adam kızlara asılmaya başladı.

***

Adam tekrar Türkleşti ve kadına garip sözler söyleyerek bir taksiye bindi; sonra da küfretmeye başladı ve silahlar çekildi.

***

Bir köpek ortaya çıktı ve dile geldi ve Terrier cinsi köpek konuşu,  canı Ice-Tea istedi ama sahibi ona viski verdi.

Kelp sarhoş olup dile geldi ve dile geldi. Kendisinin çok zeki olduğunu iddia etti ve bir anda imana gelerek tekrar insan olarak, ahlâkî kaidelere göre yaşayacağına yemin etti,

***

Kadınlara düşman oldu ve kadınları baştan çıkarıcı olarak görmeye başlayarak, kan içmeye başladılar ama bir anda uyuşturucu işine tekrar karışarak Tatlı Cadı Samantha oldu ve 1.800.000 USD’a ortak olmayı teklif etti.

Vampir aynaya baktı ama kendini gördü çünkü tekrar 20 Asra dönülmüştü ve bunlar sarımsaktan da korkmayan ve kan içmeyen ama sol ayağı aksayan Satanistlerdi (Sans la Vey’in dini).

***

 Faiz ve ticaret için tartıştılar ve 2014’e dönüldü. Aile terapisine başlandı da, terapist sakallı ve bir garipti. Aniden kar yağmaya başladı ve ağaçlar fallus gibi kocaman oldu.

Paslı bir arabaya bindiler ama ortalık pis kokuyordu.

Yerdeki koliye baktılar, sıradan bir kutu gibiydi klasik yöntemle yazılmış bir mektup vardı: “Günah çıkar” diyordu.

***

Bisiklete binip evlerine doğru yola çıktılar. Her şey mükemmeldi de, kızı sakallı bir rahip karşıladı. Yerler boya doluydu ve kolinin içinde bir sprey dolusu kırmızı boya vardı.

***

Bundan sonrasını yazmayacağım ama tam bir absürdite olduğunun farkındayım.

Vanda İsminde bir Balık filmini seyreder veya bir şekilde olan biteni izlerseniz, gerisini oradan görebilirsiniz.

Bol fuhuş, polis, sigara ve benzeri şeyler var.

Şimdi yatma zamanı, ben de bizimkileri merak etmeye ve Türkiye, İzmir ve bütün vatanım için her şeyin en güzelini dilemeye devam edeceğim.

***

Hoşça kalın, yarın görüşürüz.

Mehmet Kerem Doksat – Çeşme – 24 Temmuz 2015 Cuma

ASIM CAN GÜNDÜZ

$
0
0

Onu senelerce önce tanımıştım ve tam anlamıyla bir çılgın, sevimli bir gitar ustası ve tatlı bir adamdı…

Jimi Hendrix’e benzerdi üslûbu ama onun gibi birtakım alışkanlıkları hiç olmamıştı. Belki arada bir alkol içerdi ve gerçekten de çok güzel gitar çalardı.

***

Ben klasik gitarımla refakat ettiğimde –ki Vivaldi filan tıngırdatırdım, o da ban Rock gitarıyla mukabele ederdim.

***

Kiraladığımız sandallarla Marmara’da dolaşıp birbirimize nazire yapardık. Tam bir çılgındı, ağzıyla veya elleriyle gitarı âdeta yukarı çalar ve hepimizi hayran bırakırdı.

***

Suya girince dahi saçları ıslanmazdı ve beraberce epey muhabbetimiz olurdu. Çok sevimli ve hergele bir kişiydi ve bir gün bir teknede “pick up those Turkish Girls” parçasını terennüm ederken ellerimizde biralarımızla, ben ona  “common boy, you can’t diye kalırdım”

***

Bir seferinde zenci fıstık gibi kıza kur yapmak yerine felsefe anlatınca –ki tam da Güneşin altında ve sıcakta, kızda pek şaşırmıştı.

***

Daha sonra epey ortamda bir araya geldik ve zamanla bağımız koptu ama eminim ki bu sevimli hergele, yani Asım Can gündüz hâlâ bir yerlerde çalıyor ve yarı deli, neşeli hâliyle insanları hayran bırakıyordur ve hâlâ hayattadır.

Bir seferinde "Yunan Adalarına gideceğiz, pasaport hazırlayın" deyince, kahkahadan ne yapacağımızı bilememiştik.

***

Bu çılgının mevcudiyeti tam da kadim topraklarımızda, yâni Sakız Adasında, Yunanistan’da aklıma geldi.

Bu sevim adamın adı Asım Can Gündüz’dür ve eminim ki, yaş almış olsa da, bir yerlerde çalıp insanların saçını başını yolduruyordur.

***

Türkiye’de olanlara karşı hemen herkes o kadar duyarsız ki, burada Selçuk, Zeren, Demet ve Ömür, sirtakiyle takılıyoruz.

***

Tahirler de aynı şeyleri söylemişlerdi.

Şimdi sizi bu sevimli adamla baş başa bırakayım:

 

Gene bizim HCÖ karşımızda...

 *** 

Bu sevimli hergele çok eski bir arkadaşımdır ve nedense diyarı küffarda aklıma düştü.

Mehmet Kerem Doksat - Sakız Adası - Yunanistan 

 

 

KISA ÖYKÜ-4

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bugünlerde bol sayıda şehit haberi geliyor ve maalesef koalisyonun da kolayca kurulacağı yok.

Türkiye’de ciddi bir sosyoekonomik kriz yaşanmakta; döviz çok dengesiz ve ne olacağı belli değil ve tam bir kargaşa hâkim.

***

Konuştuğum pek çok kişi “boş ver, memleketi sen mi kurtaracaksın ahir ömründe, bakın keyfinize” dediler.


En son olarak HDP cenahlı olayların ortaya çıkmasında pek çok Beyaz Türk’ün reylerinin etkisi oldu çünkü tepkilerin bir kısmı bu partiye kaydı. Selahattin Demirtaş kahraman oldu.

Hayırlısı…

***

Arada Sakız Adası’na gittik ve ekonomilerinin berbat olduğunu ve Avro’ya yenik düştüklerini gördük. Çoğu turist de Türkiye’den gitmişti ve çok sıcaktı.

Gümrükte hiç zorluk çıkmadı giderken de, dönerken de ama Vahşi Kapitalizm orada da hizmetimizdeydi. Suyu dahi parayla satıyorlardı. Uzo, balık çeşitleri boldu.

Bir papaz, takdis âyini için çatır çatır pazarlık yaptı gözlerimizin önünde; kutsallığa saygı orada da bu katre kalmış demek ki!

***

Bütün olup bitenleri, neredeyse hepsini burada yazdım, muhtelif ortamlarda yaptığım konuşmalarda bunlara değindim. Memleketin yavaş yavaş Kürdiyeleşeceğini de yazdım. Hattâ bunların mekanizmalarını, Pavlov’un şartlı refleksler teorisi ve Seligman’ın Öğrenilmiş Çaresizlik ve Ahmaklık teorilerine uyarak yapıldığını da anlattım, konferanslar ve söyleşilerde anlattım; iller arasında İstanbul ve İzmir sayılabilir ve artık yoruldum. Bunların bir kısmını youtube yoluyla paylaştım. Gene de devam ederim ileride…

***

Endişem ve ummadığım şey ise, bu Aziz Millete Atatürk’ün unutturulmasıdır çünkü ABD’nin Yeşil Kuşak Doktrini bir kere yerleşti ülkemize!

Bu hiç de imkânsız değil maalesef…

***

Bu tür durumlardan sık rastlanan psikiyatrik bozuklular arasında Travma Sonrası Stres Bozukluğu sayılabilir. Ben de çok gördüm, rastlıyorum ve belli daha çok teşhis koyacağım!

***

İlk defa ABD’deki savaş gazilerinde rastlanan bu tabloya başlarda “hücre şoku” veya “Akut Stres Bozukluğu” denmişti. ICD ve DSM sistemlerinde buna TSSB dendi. Vietnam Gazilerinde sık görülürdü, bizde de Güneydoğu Gazilerinde çok görülür.

Nancy Andreasen’le şahsen tanıştım ve birkaç kere de beraber yedik içtik. Aslen Amerikan Dili ve Edebiyatı alanıyken, sonradan psikiyatriye kaymış ve Amerikan Psikiyatri Birliğinin neşrettiği Amerikan Psikiyatri Dergisinin editörlüğünü yapmıştır; hâlen Emeritus Profesör ve Savaş Gazisi eşiyle dünyayı dolaşıyor.

***

Cesur Yeni Beyin isimli kitabı da Türkçeye Yıldırım Beyatlı Doğan tarafından tercüme edilmiştir.

brave new brain andreasen ile ilgili görsel sonucu

***

Bir insanın aşırı derecede ruhsal veya bedensel olarak incinmesine travma (incinme, sarsıntı hattâ yara) denir. Bu aralar pek çok gazimiz ve şehidimiz var, onların yakınlarında da çok görülüyor. Muayenehanede de çok sık rastlıyoruz. Her üzüntü veya sıkıntı illaki travmaya yol açmaz ancak çok şiddetli, müzminse (kronik) ve/veya tekrarlıyorsa bu isim verilir.

***

Naif ve ürkek, kavruk ama çok güçlü kasları olan bir adamdı Resul. Doğuluydu ama kendini hep Türk hissetmişti. Askere de isteyerek gitmişti. Dedesi Galip Bey Kore Gazisiydi, Orayla ilgili pek çok anı anlatmıştı; ne fedakârlıklarla kazanıldığını anlatmıştı o harbin. Pek çok şehit verilmişti. 1950-53 arası bir trajediydi!

Tuğgeneral Tahsin Yazıc komutasındaki 259 subay, 18 askerî memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişilik 1. Türk Tugayı, 17 Eylül 1950’de İskenderun limanından hareket ederek 12 Ekim 1950'de öncü takım Pusan limanına ulaşmış ve 17 Ekim’de ana birliği de Pusan’dan karaya çıkmıştı.

***

Aynı gün Pusan’dan hareket ederek 20 Ekim’de Taeg’a varıp, süratle Kuzeye doğru ilerleyen Birleşmiş Milletler ordularına iştirak etmişlerdi.

10 Kasım'da Taeg’dan hareket ederek, 21 Kasım’da Kunuri’ye vararak, Amerikan 9. Kolordusunun sağ kanadında mevzilenmişlerdi ve yerleşik düzene geçmişlerdi.

Pisipisine şehit olan çok fazla olmuştu. Bunları dinlerken dahi içi sıkılıyordu.

Kopan bacakların ve kolların, şehit olan dostların öyküleri çok üzüntü vericiydi.

Amerikan askerlerinin kendilerini nasıl ikinci sınıf gördüklerinden bahsetmişti Galip Bey ve sağ bacağı da kopmuştu; devletin verdiği üç kuruş maaşla zar zor geçinebiliyordu.

***

Resul’ün tayini Diyarbakır’a çıktı ve orada kendisini doğrudan sıcak çatışmanın içinde buldu.

Bir yandan PKK’lılara ateş ediyor, siper alıyor, bir yandan da berbat kumanyadan yemeye gayret ediyorlardı.

Çok uykusuz geçen bir gecenin akabinde, aldığı yaradan dolayı Diyarbakır Asker Hastanesi’ne sevk ettiler.

Orada istirahat hâlinde televizyon seyrederken Rambo filmini gördü ve buz gibi hissetti kendisini!

***

Tek başına bütün Afgan Ordusu’nu öldüren bu İtalyan kökenli aktörün yaptıklarını seyrederken kafasında görüntüler oluşmaya başladı; yavuklusunun ne âlemde olduğunu merak etti ve dedesinin anlattıkları beynine üşüştü. Aslında Monaco’da kumar oynayıp keyfine baktığını da duymuştu (Slyvester Stallone)

***

Filmdeki sahneler kendisine hep kötü şeyleri çağrıştırıyor ve gözünün önünden –çok canlı bir şekilde- eski yaşantılar geçiyor, müthiş sıkıntı hissediyordu (flashbacks). Hep en kötüyü aklına getirmek için çaba harcıyordu âdeta ve bunları bâzen gözleriyle de görüyordu (hallüsinasyonlar).

***

Uykuları berbat olmuştu ve hep kâbuslardan muzdarip olmuştu. Hep aynı katliam sahnelerini, hemen her gece görüyordu.

Aşırı derecede korkuyor, dehşet içinde kalıyor ve biçarelik hissediyordu. En ufak uyarana tepki verip, gereksiz yere irkiliyor (hiperekpleksi) ve etrafına çatabiliyordu (acting out).

***

Yaşama sevincini kaybetmişti (depresyon) ve Psikiyatri Uzmanı’na bunları anlattığında, TSSB teşhisi koydu.

Hekim anlayışlı bir muvazzaf Binbaşıydı ve Sonunda Muayene Kaydıyla ibâresiyle hem antidepresan verdi, hem de “git dinlen evlât, toparlanıncaya kadar süren dolar zaten” dedi ve sırtını sıvazladı.

Bu empatik yaklaşımdan pek duygulanmıştı ve dönüşte karınca kararınca bir de hediye vermek kararına vararak ellerinden öptü, köyüne gitti. Toparlandı oldukça ve sonunda Birliğine de döndü.

***

TSSB’nin tipik Belirtileri:

Uykusuzluk,kâbuslar,olayla ilgili anıların rahatsız edici biçimde sık sık hatırlanması,sürekli olarak olayın tekrarlanacağı korkusu ve bu nedenle diken üstünde hissetme,kolay irkilme (startling), çabuk sinirlenme,gelecekle ilgili plan yapamama, yabancılaşma (başkaları beni veya yaşadıklarımı anlamıyor hissi), olayı hatırlatan durumlarda huzursuz olma ve bu durumlardan kaçınma tipiktir.

***

Bu belirtiler çoğu kişide travmayı izleyen günlerde görülür ve genellikle birkaç hafta içinde kendiliğinden düzelir, ancak bâzı kişilerde aylarca, hattâ yıllarca sürebilir. Hâlen 80 yaşın üstünde olan 2. Dünya Savaşı gazilerinde hâlâ bu hastalığın izlerini taşıyanlar vardır. Belirtiler bazen travmatik olay olup bittikten aylarca sonra başlayabilir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tanınmaya başlayan bu hastalık, özellikle Vietnam’dan dönen Amerikalı askerlerde görülen travmatik stres belirtilerinin ayrıntılı biçimde araştırılması ve birçok kitaba, filme konu olması nedeniyle bütün dünyada daha iyi bilinir hâle gelmiştir.

***

Travma Sonrası Stres Bozukluğu görülen pek çok kişide aynı anda başka ruhsal rahatsızlıklar da görülür. TSSB ile birlikte en sık görülen hastalık Depresyon’dur.

Depresyon dışında çeşitli Anksiyete (endişe, kaygı) bozuklukları, aşırı alkol veya madde kullanımı da görülebilir. Daha önceden ruhsal hastalık geçirmiş kişilerde travma sonrasında o hastalıkların yeniden ortaya çıkma riski fazladır. TSSB dışında ikinci bir ruhsal hastalık varsa, hem kişinin yaşadığı sıkıntı ve işgücü kaybı artar, hem de daha yoğun ve daha uzun süreli tedavi gerektirir.

Bu tanımlamaya göre ileri yaşta bir yakınımızın yıllarca süren bir hastalık sonrasında ölümünün ruhsal travmaya yol açma ihtimali daha düşük iken, insanın bir yakınını beklenmedik biçimde –örneğin trafik kazasında- kaybetmesi daha fazla travmatik etki yapar.

Travma sonrası stres hastalığı uzun yıllar sürebilen ve ciddi işgücü kaybına yol açabilen bir hastalıktır.

Toplumda ruhsal travma yaşayan pek çok kişi olmasına rağmen ancak bir kısmı (örneğin depremi yaşayanlarda %20’si) travma sonrası stres hastalığına yakalanır. Bu da bazı kişilerde hastalığa bir yatkınlık olabileceğini, ya da bazılarının hastalığa karşı daha dayanıklı olduğunu düşündürür. Ruhsal travmalardan sonra kimlerin hastalanacağını veya kimlerin uzun süre hasta olarak kalacağını önceden bilmek kişi ve ailesi için olduğu kadar toplum için de önemlidir. Özellikle deprem gibi felaketlerden etkilenen kişi sayısının milyonlarla ifade edilmesi konunun ciddi bir halk sağlığı sorunu olduğunu göstermektedir.    Yapılan araştırmalar kadınların erkeklere oranla ruhsal travmalardan sonra TSSB’na daha sık yakalandığını gösteriyor: travmanın türü ne olursa olsun, kadınlarda TSSB erkeklerden 2-3 kat daha fazla görülüyor. Geçmişte başka ruhsal travma yaşayanlar, daha önce ruhsal hastalık geçirmiş olanlar veya yakınlarında ruhsal hastalık bulunan kişilerin TSSB’na yakalanma ihtimali daha fazladır.

***

Kadınlar, geçmişte ruhsal travma yaşayanlar, başka ruhsal veya bedensel hastalığı olanlar ve travmayı daha şiddetli yaşayanlar daha fazla risk altındadır.

Ruhsal travma ne kadar şiddetli yaşanmış ise ruhsal etkiler de o kadar fazla ve uzun süreli olur.

Meselâ depremde enkaz altında kalanlar kalmayanlara göre, yakınını kaybedenler kaybetmeyenlere göre, evi hasar görenler görmeyenlere göre daha fazla ruhsal sorun yaşarlar. Bunun dışında travma sırasında yaşanan korkunun derecesi de önemlidir: örneğin deprem anında çok fazla korktuklarını, hiçbir şey düşünemeyip donup kaldıklarını söyleyenler arasında TSSH oranları daha yüksektir.

Kaçınma veya unutmaya çalışma travmanın etkilerini azaltmaz!

Travma sonrasında kişinin olayın etkileriyle başa çıkmak için kullandığı yöntemlerin de sonuçları etkileyebileceği düşünülüyor. Olay olmamış gibi davranan, unutmaya çalışanlarda hastalığın iyileşmesi daha fazla gecikirken, sorunlar için yardım arayan, sorunlarını başkalarıyla paylaşan, hakkını arayan kişiler daha çabuk iyileşiyor. Kişinin elde edebildiği sosyal destek de travma sonrasında iyileşmeye olumlu etkide bulunuyor. Sosyal destek az ise özellikle depresyon belirtileri daha fazla hissediliyor.

Zaman travmanın etkilerini tamamen ortadan kaldırmıyor

Yapılan çalışmalar travmalardan sonraki ilk günlerde olayı yaşayan kişilerin çoğunun ruhsal olarak etkilendiğini, korktuğunu, kabuslar gördüğünü, ancak bu belirtilerin birçok kişide günler veya haftalar içinde geçtiğini gösteriyor. Ancak etkilenen her 5-6 kişiden birinde belirtilerin düzelmesi çok daha uzun sürebiliyor, bazen ise yıllarca devam edebiliyor. Bu nedenle “zaman her şeyin ilacıdır” sözü herkes için geçerli değildir.

Özetle, Travma Sonrası Stres Hastalığı Belirtilerini özetlersem:

Yeniden yaşama (hatırlama): Travma yaşayan kişide olaydan sonra olayla ilgili anıların zihnine gelmesi sık görülür. Olayla ilgili görüntüler (örneğin ceset görüntüleri), sesler (yardım isteyenlerin haykırışları) onları düşünmek istemediğinde veya aklına getirecek bir durum olmadığı halde bile kişinin zihnine gelebilir. Bu anıların canlanması kişiyi genellikle çok rahatsız eder ve iç sıkıntısı, çarpıntı, terleme, titreme, nefes alamama gibi bunaltı belirtilerine yol açar. Bazen de kişi olayı gerçekten yaşıyor gibi olur. Gerçekte bir sarsıntı olmadığı halde yer sallanıyor gibi hissetme, uyanıkken travma ânıyla ilgili hayaller görme buna örnektir. Kişi bu durumu öylesine gerçekçi yaşar ki, ona uygun davranabilir: örneğin gördüğü hayallerle konuşabilir, bir tehlike olmadığı halde kaçmaya çalışabilir.  

Kaçınma: Kişi olayı hatırlatan yer, durum, konuşma, hattâ duygu ve düşüncelerden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışır. Olayı hatırlamak büyük bir sıkıntı, acı ve korku hissine yol açtığı için kişi olayı hatırlatan yerlere gitmez, bu konulardan bahsetmez veya konuşulan yerlerden uzak durur.

Enkaz altında kalmış bâzı kişiler evin enkazının bulunduğu yeri, hattâ o şehri ziyaret edemeyebilir, olaydan bahsedemeyebilir.

Travma yaşamış kişilerde bazen olayın ayrıntılarını unutma durumu görülebilir. Genellikle olayın en sıkıntı verici bölümleri unutulur veya çok güçlükle hatırlanır. Bu durum “olayı düşünmek istememekten” farklıdır ve kişi hatırlamak istediği halde hatırlayamaz.

Ruhsal travmalardan sonra insanlardan uzaklaşma, gelecek beklentisinin kalmaması gibi belirtiler de görülebilir. “Benim yaşadıklarımı kimse anlayamaz” tarzında düşünme sık görülür.

Kişiler olayı yaşamamış kişilerden kendilerini duygusal olarak uzak hissedebilirler, duygularında körelme olur, sevinç ve üzüntü hissedemeyebilirler (blunting).

Bâzen kendilerine yardım etmeye çalışanlara öfke duyabilirler, bâzı kişiler sadece aynı travmayı yaşamış kişilerle görüşüp, diğerleriyle ilişkiyi kesebilirler. Gelecekle ilgili plan yapılamadığı için sadece o günü yaşama, aktivitelerde azalma görülebilir.

Aşırı uyarılma: Ruhsal travmadan etkilenmiş kişiler kendilerini diken üstünde, sürekli tetikte hissedebilirler. Her an o olay tekrar olacakmış gibi gelebilir. Davranışlarını bu ihtimali düşünerek şekillendirirler, bu konuda aşırı tedbirli davranırlar. Meselâ istemeden de olsa girdikleri binanın çatlağı var mı, kapısından kolay kaçılabilir mi diye kontrol ederler. Yolda yürürken üstüne devrilmesinden korkup direklere yaklaşmazlar. Tehlikeler konusunda abartılı tedbirler alabilirler. 

Aşırı uyarılmanın diğer göstergeleri âni ses ve hareketlerde irkilme veya yerinden sıçramadır. Kapı çarpması, yüksek sesle konuşma, birinin âniden odaya girmesi gibi beklenmedik durumlar kişinin yerinden sıçramasına ve uzunca sürebilen bunaltı belirtilerine (çarpıntı, terleme, titreme, nefes daralması) yol açar.

Özellikle uykuya dalmakta güçlük sık görülür. Travmayla ilgili korkular nedeniyle uykuya dalmak saatler sürebilir, normalde uyandırmayacak seslerle kişi kolayca uyanabilir.

Tedaviler

TSSB tedavisinde hem ilaçların hem de psikolojik tedavilerin etkili olduğu gösterilmiştir.

Travmatik olaydan herkesin aynı oranda etkilenmediği açıktır. Travmayla ilgili az sayıda ruhsal belirtisi olsa da hayatı çok fazla etkilenmemiş birçok insan vardır. Bazı kişiler için ise travmatik stres belirtileri iş ve sosyal hayatı çok ciddi biçimde engelliyor olabilir. Bu nedenle, travmanın etkilerinin giderilmesi için herkesin ihtiyacına göre farklı tedavi yaklaşımları planlanmalıdır:

Rahatsızlığın tedavisinin olduğunun bilinmemesi ve kişilerin travmayı hatırlamak istememesi yardım almayı geciktirir.

Travmadan az etkilenmiş, hayatını eskisi gibi sürdürebilen kişilere bilgilendirme, travmadan daha çok etkilenmiş, ciddi belirtiler yaşayan, ancak işini gücünü sürdürebilenlere danışmanlık veya kısa psikolojik tedavi yaklaşımları, hayatı ciddi derecede etkilenmiş, ağır belirtileri olanlara yoğun psikolojik tedaviler, ilaç tedavileri veya hastaneye yatış tavsiye edilir.

TSSB eğer depresyonla birlikte ise çoğu kez ilaç tedavisi eklenmelidir. Psikotik belirtiler mevcutsa, antipsikotikler de eklenir.

İlaç Tedavileri:

TSB tedavisinde antidepresan ilaçlar birçok hastalık belirtisini yatıştırmakta yararlı oluyor. Özellikle depresyonla birlikte görüldüğünde TSSB tedavisinde antidepresanlar kullanılması gerekir. Tedaviler doktor kontrolünde sürdürülmeli, doktorun önerdiği tedavinin etkili olabilmesi için tavsiye edilen süre ve dozlara uyulmalıdır.

Psikolojik Tedaviler:

Psikolojik tedaviler arasında etkili olduğu gösterilen tedavi türü ise Bilişsel-Davranışçı Tedavi adı verilen yöntemdir. Bu tedavide kişinin belirtilerinin sürmesine neden olan hatalı düşüncelerinin sağlıklı düşüncelerle değiştirilmesi amaçlanır. Ayrıca korku nedeniyle kaçındığı durumların üstüne gitmesi sağlanarak bu durumlarda yaşadığı korkunun azaltılması sağlanır. Psikolojik tedaviler bu konuda eğitim ve deneyimi olan psikiyatr ve klinik psikologlar tarafından uygulanır.

Hipnoterapi de işe yarar.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu, kişiye ve ailesine büyük sıkıntı veren, ancak tedavi edilebilen bir rahatsızlıktır.

Travmalardan etkilenmiş birçok kişi:

1.     Yaşadıklarının bir ruhsal rahatsızlık olduğunu bilmediği veya belirtileri kendi güçsüzlüğüne veya eksikliğine bağladığı için, 

2.     sorunların tedavi edilebileceğini bilmediği için, 

3.     tedavi imkânlarına nasıl ulaşacağını bilmediği için,

4.     maddî imkânları olmadığı için

5.     sorunlarını konuşmaya utanıp sıkıldığı için veya rahatsız olduğu için…. tedaviye müracaat etmiyor olabilir.

Oysaki bu sorunların hem psikolojik açıdan hem de ilaçla başarılı biçimde tedavisi mümkündür. Ayrıca pek çok kişi, yardım kitapçıklarını okuyarak veya sorunu yaşamış başkalarından yardım alarak bâzı sorunlarının üstesinden gelebilir.

***

İyileşme önündeki en temel engeller olan şeyler şöyle özetlenebilir:

    • yardım aramaya çekinme,
    • umutsuzluk,
    • olayı hatırlamaktan kaçınma
    • insanlara güvenini kaybetme... 
      aynı zamanda hastalığın da temel belirtileridir.

Bu sorunların farkına varıp, yardım aramak sorunların çözümünü kolaylaştıracaktır.

***

Resul de düzelerek bölüğüne döndü ve askerliğini sorunsuz olarak bitirdi.

Sonra evlendi, mesut oldu ve çoluk çocuğa karıştı.

Ha, sonuçta da, ilk oğluna da o Kurmay Yüzbaşı’nın adını taktı: Barış.

 

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya - 29 Temmuz 2015 Çarşamba

Viewing all 703 articles
Browse latest View live