EVA PERON SENDROMU
KERKÜK'TEN...
Diktatör Saddam döneminde Tisin Türkleri yaşanılmayan Acıları ve Çileleri yaşadılar.
Önceleri Kerkük’e bağlı bir köy olarak, günümüzde Kerkük’ün büyük mahallerinden sayılarak, ikiye bölünmüştür Eski, Yeni Tisin adıyla tanınmaktadır,
Dikta rejimi Saddam döneminde 35 yıl Yüzlerce Türkmen şehitler veren şanlı Tisin Milletinin sorunları ve çile acıları, Saddam rejiminin döneminde her türlü baskı, soykırımı, katliam Tisin Türklerine karşı durmadan sürekli uygulanarak, çok sayıda soydaşlarımız uzun yıllar hapishanede yaşamını geçirerek yüzlerce kardeşlerimiz idam olmuştur, bu acı durum her Tisin Türkmen kardeşimizin evinden üç dört kardeş birlikte, Anne, Baba kardeşleri ile her türlü işkenceyle idam edilmiştir.
Saddam Arap BAAS Partisi Araplaştırma politikasıyla, Tisin Türklerini kardeşlerimizi yok etmek için tüm gücünü kollanarak arazilerini, tarla, ziraat, evlerini ellerinden alarak onları kendi yerlerinden, topraklarından uzaklaştırarak tüm varlıklarına el koymuştur.
Tisin eskiden bir Türkmen köyü olarak Kerkük şehrine bağlı olarak, Eski Tisin Kerkük şehrinin 5 km uzaklığına düşerek güney tarafında yer almıştır, her bir yandan Kerkük şehri, öte yandan Tisin köyü büyük çapta genişleşerek düzenli olarak ilerleme kaydetmiştir.
1948 yılında Kerkük belediyesinin çıkarmış olduğu bir karara göre Tisin köyü Kerkük şehrinin bir semti Mahallesi olarak yerini almıştır.
Saddam Diktatör rejiminin acı, çilesi, işkencesi Tisin Türklerine karşı tüm hızıyla artarak, Tisin’in birçok evlerini yıkarak yok etmiştir, ve ellerinden almıştır, Tisin Türkmen milletinin aydın ışık saçan bir ocağı toprağı olarak bu yerlerde çok sayıda yazar edebiyatçı şairler bilgi dolu insanlarımız yetişmiştir, hizmette, mücadele bulunmuşlardır.
Tisin Türkleri Milletine, Dinine bağlı olan Tisinliler Diktatör kıyıcı Saddam Baasçılar tarafından 1979 – 1980 yılından 2002 yılına kadar yüzlerce tanılan milliyetçi aydın onurlu prensipli Türkmenleri idam edilerek bir çoğununda hapishaneye uzun yıllar boyunca atmıştır, günümüze kadar birçoğundan bile hiç bir iz görünmemiştir.
İdam olanların arasında çocuk, kadın, genç, yaşlı ve bir evden oğulla baba anne üç dört kardeşle birlikte idam edilmiştir.
Bunun yanında yerlerini topraklarını ellerinden alarak güneyden, Arap devletlerinden gelen Araplara dağıtmışlardır.
Çok sayıda Tisinli Abu garip kapalı yerlerde bırakılarak uzun yıllar yaşamlarını işkenceyle orada geçirerek çok sayıda Türkmenler sürekli işkenceden maruz kalmakla hayatlarını kayıp etmişlerdir güneş görmeden hapishanede yıllar boyunca can verip yüce tarihimize yazılmışlardır.
ÖNÜMÜZDEKİ ELLİ SENEDE KÂİNATI NE BEKLİYOR (EVA PERON SENDROMU)?
Değerli Mekâncılar,
Yavruvatan'dan yeni döndük. Oraya ayrıca değineceğim (meselâ neden hâlâ ilhak edemediğimiz bir muamma ama boruyu döşemişiz doğrusu) ama benim için çok hayati öneme hâiz iki mübarek eli öptüm; en önemlisi buydu doğrusu...
Önce ana konuya el atmak istiyorum.
Önce şu meşhur balkon konuşmasına bir bakalım:
Eva Peron'la da kıyaslayalım...
Bir de, Rahmetli Menderes'in tapesini dinleyelim...
Tarih boyunca bütün krerikal veya radikal diktatörler balkonlardan konuşurlar, tıpkı Papalar gibi...
Bu konudaki teoriler sanıyorum artık tamamen değişti çünkü kimseler nükleer bir harbi göze alamaz.
Artık o devir çok ama çok mâzide kaldı.
YALNIZLIK...
Eğer bir gün size yalnızlık tekrar uğrarsa, işiniz çok zor demektir…
İşte, o zaman ne zamanın ehemmiyeti kalır, ne mazinin ne de âtinin. Kafanız korkunç bir kuşku veya şüphe girdabının içine düşer. İçinize düşen kurt beyninizi, yüreğinizi, kalbinizi, varoluşunuzu... her şeyinizi yaprak gibi sindirerek sindirmeye başlar.
Yeniden mi diye içiniz burulur ve o kadar bunalırsınız ki, kendinizden de, herkesten de çok ama çok sıkılmaya başlarsınız. Bütün itikatlarınız, imanınız, inancınız altüst olur.
Daraltırsınız ve daralırsınız...
Bir türlü düşmeyen yağmur, yağmayan kar, bir ömür boyunca ne kaldı yanınıza kâr diye muhasebe yapmaya başladıkça daha girdaba düşersiniz.
Midenizde sanki kelebekler uçmaktadır, boğazınızda kocaman bir yumruk vardır.
Hayata tekrardan, sonra tekrardan başlamak nasıl bir şeydir diye hayıflanır ve ümitlenirsiniz. "Vatan yahut sistre" diye geliştirdiğiniz absürditiye de gülemez olursunuz.
Gözleriniz dolar; bir bakarsınız ki gene sol cenahtan Efe ve Tarçın havlamaya başlamıştır ve nöbetçi kediler işbaşındadır. "Acaba onlar mı, yoksa ben mi gerçeğim" diye tekrar tekrar sorgularsınız. Ölümlerden ölüm beğenmek kolaydır da, gerçek olanla sanal olan arasındaki sınır âdeta Sırat Köprüsü kadar daralır; ölçmek istersiniz, bilinen hiçbir birim kifayet etmez. Hâttâ belki o da yoktur, bilemezsiniz.
Gene de hüsnüniyetle uğraşıp didinirsiniz. "Mutlaka bir çıkar yol" vardır diye debelenirsiniz, tepişip durursunuz. Kime sarılsam, ne yapsam derken kendinizden uzaklaşıp, mahvolursunuz...
İşte, o zaman Peyami Safa'nın romanı aklınıza gelir: Yalnızız.
Manevi Büyükbabam Peyami Safa, bu eserinde insanlığı materyalizmin kör çemberini kırmaya, kendini kaybettiği ruhunu bulmaya çağırmaktadır. Asrımızda insanın bütün problemleri bu noktada düğümlenmektedir. Ve Allah’ı bilmedikçe, insanlık buhrandan buhrana yuvarlanacak, huzur ve sükûn bulamayacaktır.
Her şey Selmin’in yemeklere iştirak etmemesi, sonrasında hamile olduğunu söylemesi ile başlar. Selmin Fransa’ya gidecek ve orada çocuğunu doğuracaktır. Olaylar Selmin’in baba adayını söylememesi ile daha da arap saçına döner. Selmin’in dayısı olan Samim ise Selmin’in okul arkadaşı olan Meral’e tutulmuştur. Selmin ile sürekli görüşerek Meral hakkında konuşurlar.
BİJİ KÜRDİYE
Sevgili Mekâncılar,
Sanki bir deja vu yaşar gibiyim epeydir.
Tek başıma konuşup, tel başıma cevap vermiş bir deli miyim, veli miyim, vallahi bimiyorum...
Tutturdum bir "Millî Mutabakat Hükûmeti şart, yoksa bu ülkenin sonuna darı ekilir" diye yazdım durdum ama sanki hep yapayalnızdım.
Ayakkabı kutularıyla başlayan muhabbet nereye gider, nereye varır, sonunda ne olur, hiç umurumda değil.
Ünlü bir deyim vardır: "Kim sBİİPker Yalova Kaymakamını" diye. Nihayet orası da il oldu ve CHP de ite kaka reylerini arttırdı.
Peki, bundan sonra ne olacak, lögore (ishâl-ü kelâm) mi yoksa monofoni mi hâkim olacak; hiç bilemiyorum.
Vamık Volkan isimli bir psikanalist geldi, gitti, gene geldi, gene gitti ve sonunda Türkiye Cumhuriyeti, Diyarbakır karpuzu gibi bölündü tam ortadan fiilen!
Tweet attım, Halk TV'deyken Can Ataklı'yı aradım (yakın akrabamdır baba tarafından), Okan'ın programında Mustafa Kemal Sayar'ın cebini çaldırdım ama nedense hiçbiri bana mukabele etmedi. Demek ki onlar da ya korkuyor, ya da bir gulu gulu hesapları var. Ne diyebilirim ki?
***
Aslında çok eski bir TV dizisi vardır: Kaptanlar ve Krallar. Orada, pederi oğluna şöyle söyler: "Bu aralar Kore'de yeni bir savaş çıkarmaya karar verdik", akabinde de at arabalarında tıngır mıngır giderler. İşte bütün mesele bu.
Dünyayı sevk ve idare eden 50 ilâ 100 büyük familya vardır. Bunların illâki İbrani veya Japon kökenli olmaları gerekmez. Meselâ İdi Âmin Afrikalı'ydı, hâlen hayatta olan Bill Gates İrlandalı vs. Demek ki konun içindeki hesap ne Siyonizm'dir, ne de başka bir ırkçılık hesabıdır.
Çok açık ve net olarak paradır, mücevherdir, sudur, gıdadır, nüfuzdur...
Plânın Amerika Birleşik Devletleri ve asla gerçekleşemeyecek bir ütopya olan Avrupa Birleşik Devletleri olduğu o kadar bellidir ki, bunu görmek için tarih tahsili icap etmez. Lüzumsuz ırgatlıktır.
Israrla Kiyoto protokolünü imzalamayan ve sığırların çıkardığı osuruk gazlarındaki metandan dolayı atmosferin ısındığını iddia etmeye de devam eden bu Batı Paktı veya Pax Latino bir obulobulus gibi kendi kendini yemeğe mahkûmdur.
Pek yakında birleşe birleşe, oradan oraya zıplaya zıplaya zıplaya, çok sesli bir orkestra gibi dünyamızı sarsacak olan depremler silsilesiyle zâten sekizinci yâhut dokuzuncu kıyamet senaryosu tabii yoldan devreye girecektir.
Bu ahvâl (hâller) ve şeraitte (şartlar), belli alt senaryolar bizi beklemekte:
a) Yeni Pompeiler olması,
b) Bir gök cisminin güzel mavi planetimize çarpması,
c) Mikro-milliyetçilik ve terörizm patlamasının yaşanması,
d) Yeni paktların oluşması,
e) En korkuncu da, hepsinin birlikte cereyan etmesi!
***
Zâten 3 ilâ 5 milyar sene sonra Güneş kızıl bir top olacak ve önüne gelen her şeyi yutacak. Merih'ten mi geldik, oraya mı gideceğiz, Jupiter'de mi konuşlanacağız, uzaya (fezaya) mı dağılacağız senaryolarından en rasyonel olanı sonuncusu değil de nedir ki?
Sâdece bunun için yapılacak masrafa değer çünkü kalan hepsi tamamen mantık dışıdır.
NEREYE GİDECEK MİŞİZ?
Aziz Kardeşlerim,
Bizi bu memleket yetiştirdi.
Besledi, okuttu, yedirdi, içirdi, korkmadı, korkuttu, üşütmedi, ısıttı.
Şimdilerde bakıyorum da, bâzıları iyice tozuttu. Ne bir ses duyan var, ne de işiten. Varsa yoksa herkes horon tepmekte. Ortaklık kıfâr (çöller) oldu, sen ise onu kıdve (ardından gidilecek kimse) belleyip, hâlâ hiç kıraât etmeden, tefekkür ve tefelsüften muaf bir mescûn (hapsedilmiş) mu olacaksın?
Yakında gene Ramazan gelecek, ortalıkta oluk gibi kan akacak; millet de farzdır diye -hem de şu lav silâhı gibi yakan kuraklıkta- zavallı hayvanları gırtlaklayarak ibadet ettiğini sanacak.
Herkes gene Mu ve Atlantis'le uğraşacak; fotonla düşüp, bozonla kalkacak...
Horon Rekoru da, unutmuşlar bildirmeyi!
Benim Aziz Milletim,
Hiç mi üzülmüyorsun?
İstiklâl Marşın boşuna mı "korkma" diye başlamış; onu da mı düşünmezsin? Bu memleket kuruldu kurulalı bu kadar ağır bir ihaneti asla görmedi.
Hiçbir başbakana bu kadar sövülmedi, sövülemezdi; bu derecede ağır hakaretler edilmedi, bu kadar aşağılanmadı.
Ahiska Türkü ve Yörük, Bektaşî meşrep bu adama ne kadar iftira atıldıysa sustunuz!
Yakında sizi icşâş ile (döverek) kovacak, akabinde de icsâ' (çökertme) ile kadem-hânede su içirecekler. Akabinde de kadîd (kurutulmuş et) verip havlatıp, kelp hâline getirecekler.
Eh, kadîmen ve kadîmî olarak da bir melenge (yalınayak başıkabak) tahvil edip, meles bir melâmihe tahvil edecekler. Bundan doğacak melânetten de mi bıkmayacağız, utanmayacağız?
Kendini melîk ve mâlik zanneden, vehimle dâniş-fürûş olan çok bedhah geçti; dânişgâhlar onlarla dolup taştı. Hoşsohbet de, mecellât da kalmadı. Nerede kıraat? Hangisi ikra, hangisi ikrah?
***
Bütün semâ meclüvv muhabbet ehli sarmış. Hangisi çâmin, hengisi çâplûs, kim edsak, bilir miyiz?
İrtidâ ve iptilâ en âlî irtifâya çıkmış, avâm ile havâss irtikâs etmiş, acep hangi paskalyanın mensubu veya meczubusunuz?
Şu lâflara ve olaylara bakın Modzilla aşkına:
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Trabzon’da Fethullah Gülen, CHP ve MHP’ye ağır eleştiriler yöneltti.
Recep Tayyip Erdoğan, Trabzon’da Fethullah Gülen, CHP ve MHP’ye ağır eleştiriler yöneltti. Erdoğan, “Başbakanı, Cumhurbaşkanını, Meclis Başkanını, Bakanları dinleyemezsin. Hiçbir hakim bununla ilgili karar veremez. Ama bunlar maalesef casusluk örgütü olduğu için bizi dinlemeye varıncaya kadar bu yollara başvurdular. Düşünebiliyor musunuz, ülkeyi yönetenlerin haremine giriyorlar. Bunu tehdit unsuru olarak kullanıyorlar. Ne yaparsanız yapın, elinizden ne gelirse gelsin, ininize gireceğiz, ininize. Er veya geç. Bunun şakası yok. Bu ülkeyi, devleti sokakta bulmadık. Gereği neyse onun hesabını soracağız” dedi.
BUGÜN 23 NİSAN, EN BÜYÜK BAYRAMDIR!
EY TÜRK GENÇLİĞİ!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbâlinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hâttâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hâttâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
ÖZLEDİM SİZİ BE...
Sevgili Peder Beyciğim ve Anneciğim,
Epeydir beni ziyaret etmez oldunuz, ne oldu?
Küstünüz mü yâhu?
Beni sorarsanız eğer, bu aralar içim çok sıkılıyor. Belli bir sebebi de yok aslında.
İnsanlar hep sanal âlemden haberleşmeyi tercih ediyorlar.
Bir de, burada bir adam var ki, hiç sorma be Peder Beyciğim…
İsimi seninle tıpatıp aynı!
Bu adama edilen hakaretin, hakkında çizilen resimlerin hâddi hesabı yok...
Arık 58’imden yaş almaktayım ama inanın ki bu kadar ağır kelâma maruz kalan hiçbir başbakan görmedim.
Zâten buraya da eskisi kadar teveccüh eden kalmadı. Kendi çapımda takılıp gidiyorum. Hemen herkes birilerinden iktibas ettiği şeyleri yollamakta ama orijinal metin gelince de hemen neşrediyorum tabii ki...
Demin Norma Romi ile arkadaş olduk Facebook'tan; pek hoş bir sembolizması var
Belli ki o da spiritüalist takılanlardan.
Zâten devir böyle oldu artık. Kimsenin bilimselliğe filân zerre kadar prim verdiği yok. Her şey para, nüfuz ve maddiyat oldu.
Nedense Atatürk bir türlü teşrif etmiyor rüyalarımı; acaba o da mı çok meşgul? Sorsanıza; eminim ki görüşüyorsunuzdur.
Yalnız, Pederciğim, ters adamın tekisin; lütfen anneme orada da fırça atıp üzme. Hele Marmara purolarını yakarsan vallahi oraya gelince burnuna ben tıkarım. Ayşe hanıma hipnoz yaptığından beri korkmuş zâten kadıncağız. Hiç küçücük güzel bir kızın müsaadesini almadan uyutup da bademciklerini aldırtmak olur mu? Şaka bir yana, hepsi seni rahmet ve minnetle anıyorlar; merak etme.
NEDEN BÂZILARI KIÇINDAN DİNLER?
Sevgili Mekâncılar,
Bâzen öyle şeyler öğreniyorum ki, kanım donuyor.
Bizler, Tarabya’da, müştemilatıyla beraber, 600 metre karelik bir evde ikamet etmekteyiz.
Karımla da her evde olabilecek kadar ufak tefek sorunlar yaşarız.
Acaba benim “evimiz çok büyük, bâzen birbirimizle haberleşebilmek için bile cep telefonu kullanıyoruz” şeklindeki sözlerimi boğaz vapuru veya İzmir katanası misali kıçından anlayıp da, öyle nakleden bir güruhun amacı ne olsa gerektir…
Çok can sıktılar ve beni de epey kızdırdılar! Aynı organlarına kına yakabilirler, ne diyeyim...
Hâlbuki insan bâzen birkaç kere de aşk yaşayabilir.
En büyük aşkım tabii ki kızımdır.
En değerli eşyamdır o, genyboyundan bile fazla sever beni...
Hey gidi Neslihan; büyükanne oldu ve oğlunu da bana emanet etti...
Tabii ki aradan çok gelip geçen oldu. Hele gencecik bir delikanlı iken, oldukça da çapkındım; yalan yok!
Aynı kongrede Nurperi ile de bir araya da geldik, kızımın annesidir. Artık arada telefonlaşıyoruz, o ayrı konu ama Canım Cânanımız var...
Hâttâ, annemin cenazesinde, en önde beraberce saf tutmuştuk ama bir fotoğraf çekmedim, tutulmuştum. Bizim oradan Numan Konuk, Aksel Siva, Güneş ve Meral Kızıltan çifti, Bingür Sönmez, aile efradı ve az bir grup kardeşten başka hiç kimse yoktu. Toygar Eniştemi de serap misali son kere orada gördüm.
Öyle ciddi durduğuna bakmayın; iki haşarı çocuğuz işte...
Görüldüğü gibi, bu son şans barı artık...
Neymiş bu 1 Mayıs?
Bugün evde gene yalnız sayılırım.
Hatun’la beraberiz.
Merak ettim neden tam bir Sıkıyönetim uygulanırken, hâlâ kimseden tık çıkmaz diye bir çıkış yolu buldum…
Öncelikle Sayın Timur Selçuk'la başlayalım...
Rahmetlinin sırtından şuna ulaşabildim.
Bu paralel yoldan bakın daha nelere ulaşabildim...
Hiç olay yok değil mi?
Peki, bunlar ne?
Hâlâ Nâzım'ın ekmeğini yiyor bu adam.
PARLA ve NAZAR ŞENOL
Biz, Parla ile ta Büyük Ankara Oteli’nde tanışmıştık. O zamandan beri de birbirimizi didikler dururuz ama çok da severiz.
O hep bir primadonna idi ama maalesef kıymeti bilinmedi, buna inanın...
Nazar, benim Tekirdağ rakıma "gazoz" der! Muhafazakâr adam...
Neyse, Parla hep çılgındı, hep dünya şekeriydi.
Bakmayın bugünlerdeki durgunluğuna, yakınlarda gene patlayıverir.
Babası hâlâ çok yakışıklıdır ve lisanlı millî boksördür. Vallahi, kroşesini yemekten korkarım...
*TEORİ VE PRATİK...
İtalyan Kız Orta Okulu’nda Nilüfer’le 3 yıl birlikte okuduk. En sevdiğim arkadaşlarımdan biriydi. Onun ellerine bayılırdım, her zaman bakımlıydı ve boyalı uzun tırnakları vardı. (Fotoğraflarım bölümündeki orta okul resminde “7” numara ile işaretlenmiş olan, bizim 7 kişilik azgın grubun bir üyesi olan Nilüfer’dir...). Ben o sıralarda sahnede şarkı söylüyordum ve epey ünlüydüm. Bazı derslerde sörler kürsüye çıkarıp şarkı söyletirlerdi bana. Ama arada Nilüfer’i de çıkarıp söyletirlerdi ne yazık ki (!). Yazık olan bendim elbette, çünkü o muhteşem sesten sonra kim şarkı söyleyebilir ki? Üstelik aynı kültürün içinde yaşadığımız için doğaldır ki aynı şarkıları seçiyorduk söylemek için. Çözümü sırayla söylemekte bulmuştuk... Kıskanma duygusunu pek bilmem, ama o sese taaa o zamandan beri hayran olduğumu, imrendiğimi söyleyebilirim. Zaten o sıralarda “Altın Mikrofon” yarışmasını kazandı ve profesyonel hayatına başladı.
Haaa unutmadan, aynı yıl müzik dersinden ikmale kaldı...! (Bırakan utansın...)
İNSAN HAKKINDA DENEMELER
İnsan hem acayip, hem de garip bir hayvan türünden başka bir şey değildir aslında…
Evrimsel açıdan maymunlarla akraba olan ama onlardan gelmeyen ve bu özelliği de Afrika'dan bu yana değişmeyen bir canlı türün. En ilginç yönü de, bu işi ilk fark edenin İslâm ulemasının olması...
Her geçen gün yeni bir Lucy fosili bulunuyor ve Anadolu'da da yeni yerleşkeler keşfediliyor.
Bu da, 30 ilâ 60 bin sene önce yaşanmış büyük göçün boşuna olmadığını doğruluyor.
Henüz bunun aksini ispatlayacak bir delil de yok ama Serengeti'deki, savanlardaki, velhasıl bütün dünyadaki göçler ve bulunan fosiller bunların âdeta canlı delili...
Ne kadar güzel, ihtişamlı...
ERMENİSTAN, ESKİ GELENEKSEL SOLCU HÂLİT KAKINÇ ve DEVLETLÛ
Sevgili Halit Üstâdım,
Önce şu Ermenistan rezâleti (pardon ziyareti) hakkında birkaç kelâm edeceğim.
12 yaşımdan beri tanışırız, Pederim bizi bir araya getirdi, o başka...
Gitar, Taekwon do, Türklük sevdâsı ortak yanımızdır da...
SARI ÖKÜZÜN HİKÂYESİ, STALİN’İN TAVUĞU ve ATATÜRK İNKILÂPLARININ YARATTIĞI TRAVMA!
İlk iki yorum bir kardeşimden:
***
Afrika Savanlarında yaşayan kalabalık bir yaban öküzü sürüsü varmış. Tabii, etraflarında da aç arslanlar eksik olmazmış. Ancak sürü çok kalabalık olduğu için, bunlara saldıran arslanlar hırpalanır, geri çekilmek zorunda kalırlarmış. Bir gün, yaşlı topal bir arslan, sâkin bir şekilde tek başına sürüye yaklaşmış. Sürünün lideri ile konuşmak istediğini söylemiş. İri yarı genç bir öküz öne çıkmış.
Arslan: “Bakın öküz kardeş, biz sizinle bu savanda sûlh içinde yaşamak istiyoruz, ama sizin içinizde şu sarı öküz var ya, o bizim sinirlerimizi çok bozuyor. Onu görünce çılgına dönüyoruz. Size saldırmaktan kendimizi alakoyamıyoruz. Onu bize verin, biz bir daha size saldırmayız. Barış içinde yaşarız” der.
Öküz: “Bunu bir düşünelim” diyerek sürünün içine döner ve arslanın söylediklerini aktarır. Öküzler, bundan böyle rahat edeceklerini düşünerek, sarı öküzün arslanlara verilmesine karar verirler. Sâdece sürünün en yaşlısı olan tecrübeli bir öküz buna karşı çıkar “sarı öküzü vermek bizim sonumuz olur” der. Diğerleri dinlemezler. Sarı öküz arslanlara verilir.
Bir süre sonra, yaşlı topal arslan tekrar görünür. Aynı hikâye tekrarlanır. Bu sefer kısa kuyruklu kara öküz onların sinirini bozmakta, çılgına döndürmektedir. Onu verirlerse barış sürecektir. Kısa kuyruklu siyah öküz de verilir.
MICHAEL de la MONTAIGNE
MICHAEL de la MONTAIGNE
Montaigne, 28 Şubat 1533’te Bordeaux’da doğar, 13 Eylül 1592’de de vefat eder.
Ailesi, onun iyi bir eğitim almasını sağlar.
Eğitim ve öğretimi süresince Yunan ve Latin edebiyatını öğrenir. Bir süre bulunduğu yörede Belediye Başkanlığı görevini de üstlenir. Ailesinden kalan geniş bir malikânede günlerini kitaplarıyla ve yazılarıyla geçirir. Bu çalışmaların sonucu olarak ünlü Denemeler adlı kitabı oluşur.
Denemeler eserinde başta insan sevgisi olmak üzere iyimserlik, dayanışma, özgürlük ve okuma alışkanlığı üzerine çok özgün yazılar kaleme alır. Bu yazıları herkesin anlayabileceği sade bir anlatımla okura ulaştırır ama en büyük fazileti de, ayrıcalığı da, hep kendi hayatından örnekler vermesidir.
***
Zaten, kendisini asgari derecede tanımayan hiç kimse, başkalarına ne ilim, ne irfan, ne de başka bir şey aktarabilir.
PROF. DR. ALİ DEMİRSOY'dan
TÜRKİYE’NİN ÖNEMLİ SINAVLARININ BİLİNMEYEN ÖYKÜSÜ
(TUS, YGS, KPSS, LYS, ALES)
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Liseyi bitirdiğim güne kadar (1962) eğitimimin hiçbir aşamasında ne bana ne de arkadaşlarıma herhangi bir test[1] uygulanmamıştı. Daha doğrusu testin ne olduğunu bile bilmiyorduk.
1962 yılında ilk defa üniversite genel giriş testi Ankara’daki üniversitelere uygulandı. Yani tamamen yeni bir sınav tekniği ilk defa benim kuşağıma, Ankara’da okumak isteyenlere uygulanacaktı. Çoğumuz sınavın niteliği ve nasıl yapılacağı konusunda zerre kadar bir bilgiye sahip değildik. Bu konuda uzman kişi, belli ki yok denecek kadar azdı ve yol gösterecek tek bir kitap yazılmamıştı
O güne kadar üniversitelere, daha doğrusu fakülteler giriş başvurulan bölümün birkaç öğretim üyesinin takdirine kalmıştı. Yazılı sınav yaptıkları da olsa da sonucu çoğunluk mülakat belirliyordu. Doğal olarak karar vermede kürsü başkanından başlayarak aşağı doğru hiyerarşik bir sıralama da kaçınılmaz oluyordu. Kürsü başkanının isteyip de alamadığı hiç kimse olamazdı. Doğal olarak tıpta uzmanlıklar (ihtisas) da aynı şekilde alınıyordu.
Ahbap çavuş ilişkisinin yaygın olduğu ülkemizde doğal olarak gözcünün kızını, kulak burun boğazcı; kulak burun boğazcının oğlunu da gözcü alıyordu. Bu nedenle sülalece hekim olan, dışişleri mensubu olan, mühendis olan aileler türemişti. Siyasetçiler, iş adamları, zenginler, arkası olanlar, dayısı olanlar, iş bilenler, eşi dostu olanlar da bu pastadan önemli payları alıyorlardı. Açıkça torpilin tam işlediği bir sistem kurulmuştu. Bu tezgâhtan özellikle para getiren mesleklerin üniversite hocaları ile arkası olan çocuklar ve aileleri mutluydu.
Sonuçta başvuruda bulunduk; adresime bir kart geldi; şu tarihte DTCF’sinin şu odasında şu saatte sınava gireceğim yazılıydı. Gittim oturdum, sorular dağıtıldı, bir de kareleri olan ayrı bir kâğıt dağıtıldı. Herkes cevapların nasıl ve nereye yazılacağını sormaya başladı. Birileri sınav sorumlusuna sordu. Hoca da, “önce soruyu okuyun, doğru bulduğunuz şıkkın başındaki harfi öbür kâğıtta bulun ve orayı işaretleyin” dedi. Ancak merak ettiğimiz bir soru daha vardı. Acaba yanlış doğruyu götürecek miydi ya da kaç yanlış kaç doğruyu götürecekti? Hoca bir yanlış bir doğruyu götürür dedi (sonradan öğrendik ki 5 yanlış bir doğruyu götürürmüş). Bu nedenle kuşkulandığımız sorulara hiç el vurmadık.
Önce zekâ testi kitapçığı dağıtıldı. Öğrencilerin hepsi birbirinin yüzüne boş boş bakıyorlardı. Soruların çoğu, içerisi çeşitli bölmelere ayrılmış, bu bölmelerin bir kısmı siyah ya da taranmış kare, üçgen ve daireler şeklinde şekiller içeriyordu. Kitapçık, başta bir şekil veriliyor; altta bu şekle şu ya da bu şekilde benzeyen ayrıca 5 şekil daha veriliyor; bu şeklin hangisi yukarıdakinin benzeridir ya da zıddıdır gibi hiç görmediğimiz sorularla doluydu. Belli ki çoğumuz bu şekildeki sorularla hatta benzeyenleriyle yaşamlarının hiçbir döneminde karşılaşmamıştı. Herkes birbirinin yüzüne aval aval bakıyor ve sanki yanıtını bulmuş gibi birden bire bir yerleri işaretliyordu; belli ki rastgele işaretliyorlardı.
Dr. Ceyhun Balcı'dan
ASKER ve HIYANET
Gazetelerin sekiz sütuna manşet haberleri görmezden gelinemez! Oysa, iç sayfaların kıyısına, köşesine yerleşmiş olanlar kolaylıkla gözden kaçabilir.
Mehmet Halil Arık'tan
KİMİN DEĞİL!
NEYİN SEÇİMİ?
Fasıl-1
“Eşeğin rehberliğine rıza gösteren devenin; sırtındaki yükten şikâyete hakkı yoktur” derdi ninem. Ve eklerdi “Seçmesini bilmeyen; katlanmasını öğrenir!”
MEMLEKET NEREYE GİDİYOR?
Epeydir uğramayan bir dostum bugün bana geldi: El-Cevap!
Bildiğiniz gibi, pek öfkeli bir adamdır.
Oturduk, muhabbete başladık...
Ben sordum, o cevap verdi...
El-Cevap: Türkiye'de ne gibi şeyler oluyor?
Çok hayırlı şeyler olmakta.
El-Cevap: Peki, bunlar arasında neler sayılabilirsin?
Emniyet kemerini takmak, sigara kullanmamak, içkiyi ölçülü götürmek sayılabilir...
İNSANIN KADERİNİ TAYİN EDEN EN ÖNEMLİ ŞEY HANGİSİDİR?
Değerli Mekâncılar,
Son zamanlarda bu soruya kilitlenip kaldım:
Marks mı haklı?
Freud mu doğru söylemekte?
Kuhn mu Hakikati yakalamış…
***
Yâni, Homo türlerinin tarihini üretim ilişkileri mi belirler,
Her şey seks midir?
Yoksa, sırf bilimsel değil, her alanda âni sıçramalarla değer yargıları mı değişir?
Günümüze kadar bütün filozoflar, mütefekkirler, sanatçılar, sufiler... bu sorunun cevabını aramışlar ama bir türlü bulamamışlar...
Dinlerin sayısı 5000 küsur. Hangisi Hakikatin köşesinden yakalayabilmiş?
Şamanlar mı, Mormonlar mı, Kızılderililer mi, Pigmeler mi, Ferrarisini Satan Bilgeler mi?