Quantcast
Channel: Latest blog entries
Viewing all 703 articles
Browse latest View live

BİR ŞİRKET NASIL KURULMALIDIR?

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bir şirket/Holding nasıl olmalıdır diye düşündüm ve paylaşmaya karar verdim.

Dilerim beğenirsiniz…

Patron (CEO)

Narsisist, karizmatik, kitleleri hipnotize edebilen birisi… Temsil ve temessül yeteneği tam olmalı. Tercihen da en alttan yükselip, bütün olup bitenlere vakıf bulunmalı...

Bütün davetlere, resepsiyonlara ve sair organizasyonlara iştirak etmeli. Geniş bir kültür birikimi olmalı! Bienalleri hiç kaçırmamalı ve hayır, hasenat işlerini öncelikle ele almalı.

Vatanına, milletine ve öz-değerlerine bağlı olmalı, hâddini aşmamalı.


Gereken ne kadar sosyal, dinsel ve benzeri câmiaya üye olmalı. Cemaatlerden uzak durmalı. Hâdlerini aşanların "temizlendiğine" dair pek çok örnek vardır tarihte (Kennedy suikastı gibi).

Belli bir iş yapmaktan ziyade, orada burada dolaşıp, kendilerini göstermelidirler.

Her telefona çıkmazlar ama daime bir kırmızı hatları olur.

Sekreterlerini amaçları ve görev tanımları dışında suistimal etmezler.

Her tarafa bol bol seyahat edebilecek ve kötü alışkanlılardan, alkol veya benzeri şeylere müptelâ, sefih yâhut kendilerini rezil edecek skandallara karışmamış olmaları gerekir.

Ölümsüzlük hezeyanları bulunmamalıdır.

Stephen Hawking'in her ağzından çıkan şeyi mutlak Hakikat sanmaması şarttır. 


Sekreter(ler)

Histriyonik, orta derecede baştan çıkarıcı ama herkesin derdini dinleyip, fazlalıkları eleyen yapıda olmalı... Patronun boğulmasına izin vermemeli! Öyle ikide başları ağrımamalı, âdet düzensizliğine bağlı sorunlarını işlerine yansıtmamalı (kadınlar müreccahtır).

Orta Derecede Yönetici(ler)

Obsesif, titiz, ayrıntılarda boğulmayan ama işi gücü de birbirine karıştırmayan kişiler olmalı.

Ar-Ge Kısmı

Paranoid, şizoid, hâttâ şizotipal kişilikte, hür bir şekilde uçup, en saçma şeyleri akıl eden evsafta olmalı... Şizofrenler, Aspergerliler de burada istihdam edilebilir.


12 EYLÜL DERKEN

$
0
0

Önce o sevimsiz günleri bir hatırlayalım:


Meşhur konuşma

Evren Paşa namuslu ve ağzından hiçbir haram lokma geçmemiş bir adamdır. Kendisini hiç görmedim.

Tahsin Şahinkaya hakkında ise çok şey söylendi, yazıldı.

Evren Paşa sistematik bir şekilde itibarsızlaştırıldı ve yapayalnız bırakıldı.

Önce resepsiyonlara çağırılmaz oldu; sonra ressamlaşıp Picasso'yla kafa buldu ve şimdi de GATA'da ölümü bekliyor.

O dönem sağcılar solculara, solcular da sağcılara yollanıp berbat ötesi işkenceler yapıldı: Elektrik vermeler, domuz askıları, dayaklar vs.

Ama bir de gerçek var ki, günde 50-60 kişi katlediliyordu ve başkaca da bir yol kalmamıştı.

***

Şimdi nakiller…

Sayın Yılmaz Özdil, sizi yazılarınızı ve düşüncelerinizi yakından izleyen ve beğenen son derecede takdir eden bir okurunuzum. Çatı aday konusundaki haklı ve cesur itirazlarınızı, duruşunuzu tamamen paylaşıyor ve destekliyorum. Ancak, dünkü yazınızda TBMM Eski Başkanı Sayın Hüsamettin Cindoruk aleyhine yazdığınız satırlar, beni ve benim gibi düşünen aile fertlerimi üzdü. Sayın Cindoruk'u yakinen takip eden, hukukun üstünlüğüne, Cumhuriyet değerlerine, misak-ı milliye, son derece bağlı bir devlet adamı olduğuna inanan birisiyim. Çatı adayını, -hasbel kader- aile ilişkileri nedeniyle yıllar öncesinden tanıyor olması ve onun kişiliğine yönelik olumlu sözleri bizleri de şaşırttı.

Yalnız, Sn. Cindoruk, Yassı Ada’da da, Silivri’de de hukukun üstünlüğünü savunan demokrat bir insan olarak bu kadar ağır eleştirilmeyi bence hak etmiyor. Yazınızda, CHP’den AKP’ye, DYP’den CHP’ye ya da ANAP’tan MHP’ye geçen ya da sık sık parti, fikir ve kamp değiştiren kişilerle benzetmeyi çağrıştıran ifadelerinizi doğrusu son derecede ağır bulduğumu ifade etmek isterim. H. Cindoruk siyasal yaşamı boyunca demokrat ve merkez sağ geleneğinde siyaset yapmıştır. Partileri zaman zaman kapatılmış, ara dönemlerde bölünmeler yaşamış ama o, Sayın Demirel ile laik, milli devletten yana çizgisini ve duruşunu hiç değiştirmemiştir. Bu nedenle eleştirilmesi değil, takdir edilmesi gerekir diye düşünüyorum.

UYUŞTURUCU

$
0
0

Uyuşturucu kullanımı ve bağımlılığı, yalnızca kullanan kişiyi etkilemekle kalmıyor. Yakın çevresinden başlayarak, toplumun bütün kesimlerine yansıyan önemli bir sorun. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) başta olmak üzere birçok çok kuruluş, madde kullanımı ve bağımlılığının dünya çapında bir tehlike olduğunu her fırsatta vurguluyor.

Yıllar önce uluslararası bir kuruluş, bendenizi  “Uyuşturuculara Karşı Mücadele (EFEDACO) Türkiye Ulusal ve Sektöriyel Genel Koordinatörü” olarak atamıştı.

O zamanlar ülkemizde uyuşturucu sorunu bugünküne nazaran daha az olmasına rağmen, ben ve ekibim epeyi uğraşmıştık. Türkiye’miz uyuşturucuyla mücadele alanında, birçok ülke ile -işbirliğine dair hükümler de içeren- yüzlerce belge imzaladı. Bu çerçevede ülkemizde ve anlaşma yaptığımız yabancı ülkelerde Türk ve yabancı uzmanlar, değişik projelerde görev yapıyorlar. Detaylara girip canınızı sıkmak istemem. Ama özellikle şu hususu belirtmeden geçemeyeceğim. 

Uyuşturucular bugünümüzü ve geleceğimizi karartan, bizleri benliğimizden ve milli kültürümüzden koparan bir kâbus… bir felâket. Adı üzerinde "uyuşturucu..."

Oysa, Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e, Türkiye’mizde yaşayan bütün bireylerimizin, sağduyu ve mantık çerçevesinde hareket eden berrak ve uyuşmamış beyinlere ihtiyacı var. Benliğimizden, öz kültürümüzden kopartılmak bizleri bunalıma, ardından da toplumun dışına iter. İşte bu itilmişlik hem bedeni, hem de mânevi varlığımızın yok olmasına kadar gidebilir sevgili Okur.

Kollektif Vicdandan

$
0
0

Sayın Milletvekilleri,

Küresel güçlerin bölge planlarında rol kaparak kişisel konum  arayışında olanların gerek iktidarda gerek muhalefette hareket kabiliyetlerinin Büyük Ortadoğu Projesi sınırları dahilinde kalması büyük resmi görebilenler açısından zaten beklenmesi gereken bir durum değil midir?

KİM CUMHURBAŞKANI OLACAK?

$
0
0

Türkiye Cumhuriyeti hiç bu kadar zor durumda kalmadı.

Hiçbir başbakana bu kadar hücum edilmedi.

Hiçbir zaman bu derecede paramparça olma tehdidiyle karşılaşılmadı!

Şimdi ben değil, videolar konuşacak.

Buyurun…


Hocam, Pontus ihya olursa, sizi evlâdınız nasıl anacak?

***

 

Daha önce, hiç kimse bura cür'et edemedi.

Ama şimdi var!

Bu Işid neymiş, bakalım...


Bunlar Müslüman mı?

Daha önce böyle bir şey, kimse görmedi!


Bu cumhurbaşkanı ta 1991-92'de ben Diyarbakır'da askerken "Kürtlerle konfederasyon kurmayı düşünebiliriz" demişti.

Şimdilerde evliyâdan ilân edilmeye çalışılmakta.

Acaba anıt mezarını kaç kişi hayırla anarak ziyaret ediyor?

Merhum Ecevit de başbakandı ve bal gibi Köy Enstitülerini savunuyordu.

DOĞMAMIŞ BEBEĞE MEKTUPLAR

$
0
0

Yavrum,

Elbet bir gün doğacaksın ve ilk nefesini alacaksın.

Annenden ve babandan gelen yumurtalar senin istikbâlini oluşturacak bir şekilde buluşacak.

Sanma ki onlar gökten zembille gelecek, mutlaka bir yerden temin edilmiştir.

Karma inancına göre her bir şey önceden belirlenmiştir ama kaderini büyük ölçüde kendin tayin edeceksin.

İki yumurtadan biri illâki erkek veya dişi olacaktır; tabii ki bilinmeyen bir donörden de alınmış olabilir veya sen onları hiç tanımamış olabilirsin.

Öncelikle bunlar döllenecek ve büyümeye başlayacaksın.

Bu dönemdeyken canlı mı yoksa cansız mı olduğunu sorgulama çünkü ta en baştan beri hayatiyetini koruyacaksın.

Önce rahmin içerisinde gelişecek ve büyüyeceksin.

Orası senin en güvenli limanın olacak.

Sevmeyi, sevilmeyi ve örselenmeyi ilk defa orada fark edip, yaşayacaksın.

Deniz suyu ile aynı kıvamdaki bu doğal ortamda kendini büyük bir huzur içinde bulacaksın. Annenin kanından gelen kanla besleneceksin ama eğer ikizseniz veya daha fazlası, belki de birbirlerinizi tekmeleyecek ve rekabet edeceksiniz.

O zaman henüz idrak yoktur ama algılayacaksın ki, tabiatta rekabet vardır...

Adalet bir noktaya kadar işler!

Epey sıkıntılı günler yaşayacaksın. İçinde bulunduğun orta seni o derecede mutlu edecek ki, aklında hiçbir kötülük veya suiniyet yer alamayacak.

Anne tarafından gelen ve babadan alınan yâhut bir tüpte buluşan bu şeyler zâten en baştan canlı olacak ve o zamandan itibaren fark edeceksin ki, neyin nereden geldiğinin bir ehemmiyeti kalmayacak. 

Evrenin basit bir parçası olduğunu fark edeceksin.

O dönemlerdeki huzuru hep arayacaksın ve derinlerde bir yerde, aslında canlı olduğunu fark edeceksin.

Bu huzurlu ortamda yüzecek, parmağını emecek ve daha altıncı aydan itibâren bir şeyleri görüp işitmeye, annenin kalbini dinleyerek huzur duymaya başlayacaksın.

PROF. DR. HALUK ÇEÇEN'DEN

$
0
0

TOPLUMSAL BARIŞ < > UYGAR TÜRKİYE ( TB < > UT ) Projesi 

--------------------------------------      GENEL TANITIM      --------------------------------------

TÜRKİYECİ  (ORTAK vatanımızı, milletimizi, değerlerimizi, çıkarlarımızı ve

geleceğimizi koruyup geliştiren bir düşünce ve eylem akımı, bir yaşam tarzı.          

Bir şemsiye kavram ; Vatanseverlik + Irkçı olmayan Milliyetçilik). YENİLİKÇİ.

Türkiye için her zaman yaşamsal önemde; Milli krizleri önleyici ve çözücü.                  

Akılcı, yapıcı ve kalıcı. Partilerden, İdeolojik, Etnik ve Dini gruplardan BAĞIMSIZ.

Ama, o gruplarla, Kamusal ve Özel Kurumlarla ve STK'larla işbirliğine açık.

EŞİT VATANDAŞLIK çerçevesinde AYRIMCILIK ve AYRICALIK içermeyen.

Bütün vatandaşları kucaklayan, onları şiddetten uzak durmaya ve

UYGAR TÜRKİYE için Önyargısız İletişim+Uzlaşma+İşbirliği ( İUİ )’ne davet eden. BARIŞÇI bir Sivil Toplum ve Sosyal Sorumluluk Projesi ; www.uygarturkiye.org   

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

BU PROJE NE ZAMAN ve NEDEN GELİŞTİRİLDİ?  . . .  BUGÜN DE GEREKLİ Mİ?

TOPLUMSAL BARIŞ<>UYGAR TÜRKİYE ( TB<>UT ) projesini başlattığımız 2009’da Güneydoğu Anadolu’da yaşanan “Kardeş Kavgası” tüm vatandaşları üzüyordu. Ama, hiçbir kamusal veya özel kurumun elinde “Toplumsal Barış”ı sağlayacak bir proje yoktu. Aradan geçen yıllardan sonra bugün de -kamuoyu ile paylaşılmış ve vatandaşların çoğunluğunun aklına yatan- bir proje hiçbir  kurumun elinde yok. Ayrıca, millet olarak Güneydoğu Anadolu’da yaşadığımız çok yönlü, çok büyük ve çok acı kayıplarımız da artarak devam ediyor. 

Dolayısıyla, gerçekçi, akılcı, yapıcı ve birleştirici yaklaşımlarla tüm vatandaşları 

kucaklayan ve onları Toplumsal Barış için İletişim+Uzlaşma+İşbirliği  kurmaya  davet eden TB<>UT projemize duyulan gereksinim de artarak devam ediyor.

TB<>UT PROJESİNİN KISA, ORTA ve UZUN VADELİ HEDEFLERİ NELERDİR ?

Kısa vadede, toplumun kavgalı kesimlerinin barıştırılması ile “Toplumsal Barış”ın sağlanması hedefleniyor ( Bu aşamada, tüm vatandaşlar "ORTAK Değerlerimiz, Çıkarlarımız ve Geleceğimiz" konularında bilgilendirilip bilinçlendirilecek ).

Orta vadede, "Toplumsal Yaralar"ın sarılması ile vatandaşların kaynaştırılması,

Uzun vadede ise, yaşam ve alt yapı standartları sürekli olarak iyileşen bir ülke,

kısacası, “Uygar Türkiye (UT)" hedefleniyor.

TB<>UT PROJESİ İLE TOPLUMA HANGİ ANA MESAJLAR VERİLİYOR ?

Türkiye’nin 2009’daki (2013’de pek farklı olmayan) durumu şöyle özetlenebilir;

Yıllar boyu yaşanan olaylar milletimizi ve vatanımızı  bölünmenin eşiğine getirmişken, çok az sayıda bölücü bir grubun sesi çok çıkarken, toplumun çok büyük bir kısmının sesi pek çıkmıyordu. Ortada bu tehlikeli gidişi durduracak, “Toplumsal Barış”ı sağlayacak bir proje yoktu.

Hipokrat Andı Değişebilir mi?

$
0
0

Önce şu metni bir seyredelim:


Türkçesi güzel mi?

Hayır...

Çünkü, güzel bir lisanla ifade edilecekse, "ya" dedikten sonra "ya da" gelmeli.

Bir de şunu seyredelim:


Buradaki ana tema belli. 

Lâiklik.

O duruş kalbin, yüreğin ve gönlün üzerine yemin etmek demek. Başka bir anlamı yok! 


Bu da yeni hâli.

Peki, bu tıbbın tanrısı ne zaman yaşamış ve Müslüman mı imiş?


İZMİR İNTIBALARI

$
0
0

Hani insanın basiretinin bağlandığı, şaşırıp kaldığı ve kendisine arkadan hançer saplandığını hissettiği zamanlar olur ya…

Hani apışıp kalma derecesinde şaşırdığınız şeyler cereyan eder ya…

35 senelik bir mecmuanın (Türkiye’nin en eskisidir) aynının, sizden bağımsız olarak ve gıyabınızda elinizden alındığını istihbar ederseniz şaşırırsınız ya.

Ahde vefa denen şeyin ne olup olmadığını sorgularsınız tam o dönemlerde!

2001’den beri başarıyla yürüttüğünüz editörlüğe “paralel” bir yapılanmanın ortak olduğunu, ortada fol da yumurta da yokken aynı isimde bir dergiye tahvil yoluyla neşriyata başlayacağını neredeyse kargalardan işitip şaşırırsınız ya…

Acaba bunca senedir neden birkaç kişi hâricinde kimse makale yollamadı” diye düşünmez misiniz o takdirde?

Muhterem” lâkaplı Fevzi Samuk hocamızın ricasını emir telâkki ederek, Yeni Symposium dergisinin editörlüğünü üstlenmemi müteakip, “davranış bilimleri” ibaresini de ekleyerek, her konuya açık bir bilişsel ve bilimsel kaynak olması için, ismini Literatür Symposium şeklinde değiştirmiştim ve kendimden pek emin bir şekilde uluslararası en nitelikli mecralara taşınması için gayret sarf ettim…

AFC eski Şansölyesi Helmut Schmidt’in Berlin’de düzenlenen SPD Kurultayı’nda 4 Aralık 2011 tarihinde yaptığı “Avrupa’da ve Avrupa ile Almanya” başlıklı Konuşması

$
0
0

Değerli Dostlar, Sayın Bay ve Bayanlar,

Konuşmama şahsî bir notla başlamama izin verin. Sigmar Gabriel, Frank-Walter Steinmeier ve partim, benden konuşma yapmamı rica ettiklerinde, tam 65 yıl önce eşim Loki ile birlikte SPD Hamburg/Neugraben teşkilâtı için dizlerimiz üzerine çökerek, davet afişleri hazırladığımızı hatırladım. Ancak şunu da itiraf etmeliyim: Parti politikası bakımından yaşım itibariyle zaten ümitsiz bir durumdayım. Uzun bir zamandan beri öncelikle Avrupa’nın kaçınılmaz olan bütünleşmesi çerçevesinde ulusumuzun görevleri ve rolüne büyük önem vermekteyim.


Aynı zamanda, bu kürsüyü, ülkesinde yaşanan derin felâketin ortasında bize ve Avrupa’daki tüm insanlara hukuk devleti ilkesine uygun, liberal ve demokratik bir yönetim konusunda yön verici bir örnek sunan Norveçli komşumuz Jens Stoltenberg paylaşabiliyor olmaktan memnuniyet duymaktayım.

Çok yaşlı bir adam olarak doğal olarak, ister tarihte geriye doğru, ister beklenen geleceğe doğru olsun,  uzun zaman pencereleri şeklinde düşünüyorum. Buna rağmen, geçenlerde tarafıma yöneltilen son derece basit bir soruya net bir cevap veremedi. Wolfgang Thierse bana şunu sormuştu: “Almanya ne zaman artık normâl bir ülke olacaktır?” Bunun üzerine ben şu cevabı verdim: “Yakın bir tarihte Almanya “normâl” bir ülke olmayacaktır”. Zira korkunç, ancak eşitsiz tarihî yükümüz buna engel teşkil etmektedir. Ayrıca, çok küçük ancak çok farklı uluslardan oluşan kıt'amızın ortasında yer alan demografik ve ekonomik ağırlığımız da bir engeldir.

Böylece “Avrupa’da ve Avrupa ile Almanya” başlıklı karmaşık konuşmama başlamış durumundayım.

Avrupa Entegrasyonun Saikleri ve Kökenleri

Avrupa’daki 40 ulusal devletin birkaçında – İtalya, Yunanistan ve Almanya gibi – ulus bilinci çok geç ortaya çıkmışsa da, sürekli olarak kanlı savaşlar yaşanmıştır. Avrupa tarihinin bu bölümü – Orta Avrupa’dan bakıldığında – merkez ile periferi arasındaki sonsuz mücadeleler dizisi olarak görülmektedir.

Avrupa’nın merkezinde yer alan devletler ve halklar, zayıf olduklarında periferide yer alan komşuları zayıf durumundaki merkeze saldırmışlardır. En büyük tahribat ve insan kaybı 1618-1648 yılları arasındaki Otuz Yıl Savaşı sırasında meydana gelmiştir. Bu savaş esas itibâriyle Alman topraklarında yaşanmıştır. Almanya o zamanlar yalnızca Almanca konuşulan bölgelerde kullanılan coğrafi bir kavramdan ibaretti. Daha sonra XIV Lui’nin komutasında ve daha sonra Napolyon’un komutasında Fransızlar geldiler. İsveçliler yalnızca bir kez geldiler. İngiliz ve Ruslar ise defalarca geldiler.

Ancak, hânedanlıklar veya devletler Avrupa’nın merkezinde güçlü olduklarında yâhut kendilerini güçlü hissettiklerinde periferiye saldırdılar. Yalnızca Orta Asya ve Kudüs’e değil, aynı zamanda Doğu Prusya ve Baltık devletlerine yönelik Haçlı Savaşlarında buna örnektir. Yakın çağda, Napolyan’a karşı verilen savaşlar ile Bismarck döneminde 1864, 1866, 1870-71 yılında verilen savaşlar da benzer örneklerdir.

Aynı durum, 1914-1945 yılları arasında yaşanan İkinci Otuz Yıl Savaşı için de geçerlidir. Özellikle Hitler’in Nordkap’tan Kafkasya, Girit, Güney Fransa ve Libya-Mısır sınırındaki Tobruk şehrine kadar uzanan saldırıları için de geçerlidir. Avrupa’nın, Almanya’nın provokasyonu sonucu uğradığı felâket Avrupalı Yahudilerin ve Alman ulusal devletinin felaketini de kapsamaktadır.

Daha önce ise Polonyalılar, Baltık ulusları, Çekler, Slovaklar, Avusturyalılar, Macarlar, Slovenler ve HırvatlarAlmanya’nın kaderini paylaşmışlardır. Biz Almanlar diğer ulusların bizim merkezi gücümüz altında acı çekmelerine neden olduk.

Daha 20. Yüzyılın ilk yarısında ulusların bilincinde çok büyük bir rol oynamış olan toprak talepleri ile dil ve sınır anlaşmazlıkları günümüzde fiilen büyük ölçüde anlamsız hale gelmiştir. Her halükarda biz Almanlar için.


Almanya’nın bütün komşu ülkelerinde yaşayan insanlar ve dünyanın her yerinde yaşayan Yahudilerin periferide yer alan ülkelerde Alman işgali sırasında meydana gelen Holokost ve utanç verici suç fiillerini hatırlıyor olmalarının biz Almanlar açısından belirleyici önemi hâiz olduğu düşüncesindeyim. Biz Almanlar, komşularımızın tamamında Almanya’ya karşı daha birçok kuşak boyunca sürecek olan gizli bir şüphenin mevcut olduğunun yeterince bilincinde değiliz.

Dünyaya gelecek olan Alman nesilleri de bu tarihî yükle birlikte yaşamak zorunda kalacaklardır. Bugünkü nesil de şunu unutmamalıdır: Bu şüphe Almanya’nın gelecekteki gelişiminden duyulan ve 1950 yılında Avrupa entegrasyonunun başlatılmasına neden olan şüphedir.

Churchill, 1946 yılında Zürich’teki büyük konuşmasında Fransızlara Almanlarla anlaşmaları ve onlarla ortaklaşa bir şekilde Avrupa Birleşik Devletleri kurması çağrısında bulunduğunda, iki saike sâhipti. Bunlardan birincisi Sovyetler Birliği’nin tehdit kaynağı olarak görülmesiydi. İkincisi ise, Almanya’nın büyük bir Batılı birliğe dâhil edilmesiydi. Zira Churchill uzun görüşlü bir kişi olarak Almanya’nın yeniden güçleneceğini tahmin etmişti.

Churchill’in konuşmasından dört yıl sonra 1950 yılında Robert Schuman ve Jean Monnet’in Batı Avrupa’daki ağır sanayinin birleştirilmesine ilişkin Schuman Planı’nı hazırlamaları da aynı saik temeline, Almanya’nın bağlanması temeline dayalıdır. 10 yıl sonra Konrad Adenauer’e barışmak için elini uzatan Charles de Gaulle de aynı saik çerçevesinde hareket etmiştir.

Bütün bunlar, Almanya’nın gelecekte güçlenmesinden duyulan endişeden kaynaklanan gerçekçi yaklaşım doğrultusunda gerçekleşmiştir. 1950-1952 yıllarında Batı Avrupa’daki sınırlı entegrasyonun temelinde, 1849 yılında Avrupa’nın birleşmesi çağrısında bulunmuş olan Victor Hugo’nun idealizmi veya bir başka idealizm yer almıyordu. Avrupa ve Amerika’da o zamanlar görev yapan devlet adamları (George Marshall, Eisenhower, Kennedy, Churchill, Jean Monnet, Adenauer, de Gaulle, Gasperi ve Henri Spaak’ın adlarını anmak istiyorum) Avrupa idealizmi temeline değil, Avrupa tarihine ilişkin bilgilerin temeline dayalı olarak hareket etmişlerdir. Bu devlet adamları, Almanya’nın yer aldığı merkez ile periferi arasındaki mücadelenin devam ettirilmemesi için gerçekçi bir bakış açısıyla hareket etmişlerdir. Avrupa entegrasyonunun kökeninde yatan ve hala taşıyıcı unsur olan bu saiki anlamamış olan bir kişi Avrupa’da hâlihazırda yaşanmakta olan büyük krizin çözülmesi için mutlaka gerekli olan ön şarta sahip değil demektir.

1960’lı, 1970’li ve 1980’li yıllarda, Almanya’nın ekonomik, askeri ve siyasi ağırlığı arttığı ölçüde, Batı Avrupalı devlet adamları Avrupa entegrasyonunu Almanların tekrar güç politikası uygulamaya başlamalarına karşı bir sigorta olarak gördüler. Margaret Thatcher veya Mitterand veya Andreotti’nin 1989-90 yıllarında iki Alman devletinin birleşmesine karşı çıkmalarının nedeni Avrupa kıt'asının merkezinde yer alan güçlü bir Almanya’nın ortaya çıkmasından duyulan endişedir.

Burada, bâzı hâtıralarımı dile getirmek istiyorum...

Monnet’in Pour les Etats-Unis d’Europe” adlı komitesine dâhil olduğum sırada Jean Monnet’i dinlemiştim. 1955 yılıydı. Jean Monnet benim için Avrupa’nın adım adım entegre edilmesine ilişkin konsepti nedeniyle hayatımda tanımış olduğum en uzak görüşlü Fransızlardan biridir.

Ben o zamandan bu yana, idealizm nedeniyle değil, Alman ulusunun stratejik çıkarı nedeniyle Avrupa entegrasyonunun ve Almanya’nın dâhil edilmesinin bir yandaşı oldum ve öyle kaldım. (Bu durum beni o zamanlar büyük saygı duyduğum Parti Genel Başkanı’mla bir tartışmaya girmeme neden olmuştu. Bu tartışma Kurt Schumacher için çok önemsizdi, ancak 30 yaşında savaştan geri dönmüş bir kişi olan benim için çok ciddiye aldığım bir tartışma olmuştu.) Bu tartışma benim 1950’li yıllarda dönemin Polonya Dışişleri Bakanı Rapacki’nin plânlarını kabûl etmeme neden oldu. 1960’lı yılların başında, Batı’nın resmî nükleer stratejik intikam stratejisine karşı bir kitap yazmama neden oldu. Bu strateji o zamanlar olduğu gibi bugün de dahil olduğumuz NATO tarafından güçlü Sovyetler Birliği’nin tehdit edilmesi için kullanılmıştı.

Avrupa Birliği Gereklidir

De Gaulle ve Pompidou 1960’lı yıllar ile 1970’li yılların başlarında Almanya’yı dâhil etmek için Avrupa entegrasyonunu ilerlettiler. Ancak kendi devletlerini ne pahasına olursa olsun dâhil etmek istediler. Giscard d’Estaing ile benim aramdaki karşılıklı iyi anlayış Fransa ile Almanya arasında bir işbirliği döneminin başlatılmasını ve Avrupa entegrasyonunun ilerletilmesini mümkün kıldı. Bu dönem 1990 yılı ilkbaharından sonra Mitterand ve Kohl tarafından başarılı bir şekilde devam ettirildi. Avrupa topluluğunun üye sayısı 1950/1952 yılından 1991 yılına kadar adım adım 6 üyeden 12 üyeye çıkarıldı.

O zamanlar AB Komisyonu Başkanı olan Jacques Delors tarafından gerçekleştirilen kapsamlı ön çalışmalar sayesinde Mitterand ve Kohl 1991 yılında Maastricht’te ortak para pirimi Avro’yu oluşturdular. Yeni para birim bundan on yıl sonra 2001 yılında kullanılmaya başlandı. Bunda Fransa’nın aşırı güçlü Almanya’dan, bir diğer ifadeyle aşırı güçlü Alman Mark’ından duyduğu endişe rol oynadı.

Avro, aradan geçen zaman içinde, dünya ekonomisinin ikinci önemli para birimi hâline geldi. Bu Avrupa para birimi içeride ve dışarıda Amerikan Doları’ndan daha istikrarlı bir durumdadır. Aynı zamanda Alman Markı’nın son on yılındaki istikrarından daha istikrarlıdır. “Avro krizi” hakkında yazılan çizilenler medyanın, gazetecilerin ve politikacıların düşüncesizce saçmalamalarından başka bir şey değildir.

Ancak, dünya, 1991-1992 yılındaki Maastricht Anlaşması’ndan sonra devasa bir şekilde değişmiştir. Doğu Avrupa’daki ulusların özgürlüğüne kavuşmasına ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüne şahit olduk. Çin, Hindistan, Brezilya ve diğer “üçüncü dünya” olarak adlandırılmış olan “gelişmekte olan ülkelerin” yükselişi fenomenine şahit oluyoruz. Aynı zamanda dünyanın büyük bir bölümündeki reel ekonomiler “küreselleştiler”. Bir diğer ifâdeyle, dünyanın neredeyse bütün devletleri birbirine bağımlı hâle geldiler. Özellikle küresel mâli piyasalardaki aktörler tamamen kontrol dışı bir güce sâhip oldular.

Ancak, aynı zamanda ve neredeyse hiç hissettirmeksizin, dünya nüfusu 7 milyara yükseldi. Ben doğduğum sırada dünya nüfusu 2 milyardı. Bütün bu devasa değişiklikler Avrupa halkları, devletleri ve onların refahını çok büyük ölçüde etkiledi.

HİÇBİR ŞEY BİLMEYEN ADAM

$
0
0

Kendisini bir karakolun önüne bırakmışlardı ve tabii ki bunun hakkında hiçbir şey bilmiyordu.

Nereden bilebilirdi ki?

Kendi hâlinde, sessiz sedâsız bir bebekti.

Doğru dürüst ağlayamıyordu dahi çünkü henüz ağlamayı bilmiyordu.

Ne adı, ne soyadı, ne de kimliği belliydi.

Mizaç olarak da ürkekti ama bunun da farkında değildi.

Kendisini polis amcalarının karıları ve kızları büyüttü, sütanalığı da yapıp beslediler…

Şirin bir yavrucaktı ama bunun farkında bile değildi.

Eh, bir gün geldi, amcalardan birisinin Doğu görevi geldi çattı.

Herkesin işi gücü yoktu da, ona mı bakacaktı?

Onun kucağında, bunun memesinde, şunun mamasında fink atarken, kendini bir yetiştirme yurdunda buldu.

Eh, orada eğer “ağır abi” ve garip yaklaşımlı çocuklar vardı ve kendisine karşı garip garip şeyler yapıyorlardı. Bir kısmının neden böyle davrandığını da anlayamıyordu çünkü henüz küçücük bir bebekti.

Ne doğru dürüst ağlayabiliyor, ne de “agu gugu” yapabiliyordu.

Kendisine öylesine bir isim uydurdular: Garip.

Soyadı için de kalkıp Oğlan’ı seçtiler.

Artık herkes kendisini Garip Oğlan diye çağıracaktı ve neden, niçin, nasıl böyle bir kadere mahkûm edildiğini de hiç bilemeyecekti.

Garip Oğlan önce bir devlet kreşinde istihdam edildi ve bakıcıları sürekli olarak değişti. Kimselere tam anlamıyla bağlanamadı, güven duyamadı.

Etrafta tek gördüğü kalleşlik, riyakârlık ve fırsatçılıktı.

En yakını bildiği diğer oğlanlar ve kızlar hep orasını burasını elleyip, iğfâl etmeye çalışmaktaydı.

Mukabele etmek istediğinde de dayağı yiyordu ama zamanla kendine özgü savunma taktikleri geliştirdi ve bunların hepsini de televizyonları seyrederek öğrendi.

Diyelim ki birisine ters düşüyor, yüzünün ortasına patik atıyordu ve kendini bir şekilde mutlaka koruyordu.

Bu tepkiler onun doğasında vardı, evrimseldi ve öğrenmesi de icap etmiyordu. İlk hâtıraları da beyninin en derim bölgesinde hıfzedilmekteydi.

Acaba daha ne yapabilirdi?   

Saz çalmayı ilk önce oradayken öğrendi; ustalığını Büyük Halk Ozanı Âşık Veysel’den almıştı.

KIZIMDAN...

$
0
0

İçeride bir karmaşa; sen kimsin, ben kimim misâli

“Biz kimiz?” suâli abesle iştigâl

Bir adım atsalar dışarı, görecekler biz olmanın ehemmiyetini

Hani o pasaport kuyruğu var ya gâvuristanda; işte tam da o misâl
 
“Benim” demek ile “bizim” demek farkı
Dünyayı döndüren terâne
"Biz olmadan ben yaşayabilir mi bu zâlim düzende?" lâkırdısı
Cevap gelir: Sana ne faşist teyze!
 
Yeni bir gün gelecek tebessümü eksik
Yeni bir dünya düzeni hâkim olacak vicdânı noksan
Yeni bir insan türü belirecek onuru olmayan
Ve nihâyetinde sonu bol sıfırlı paralar dağıtılacak
Sâhiplerinin haysiyetine bakılmadan...

Ayşe Cânan Doksat – İstanbul – 24 Ocak 2010 Pazar

ÇEŞME'DEN DÖNMEDEN BİR BUÇUK GÜN ÖNCE...

$
0
0

Burada cehennemî bir sıcak var…

İzmir bile bomboş, neredeyse ıssız.

Bundan sonra çok yazmak, üretmek ve daha fazla emek harcamak elzem.


Herkes çok sıcak, girgin ve sevgi dolu.

Yeterince yandık, piştik, hâttâ ızgara gibi olduk.

Eh, hâllice de yedik içtik...

Eski dostlarla, canlarla halvet oldum, neredeyse piştik.

Kâh midye, kâh börülce yedik...

Eski dostlarla karşılaştık, bizi ağırladılar ama hiç altta kalmadık...

Sevgili Ünal ve Efsun'u evimizde ağırladık.


***

Ondan önce bizi Sevgili Samuray ve ailesi ağırladı

  Arada Müge Anlıda'da, Sevgili İclal'de de Prof. Dr. Arif Verimli'yi seyrettik.


***

Canım dostum Alper Kaya'yı da arayamadık.

Gitara da tekrar başladım bu arada.

Billur da TV'ye başlıyormuş, hayırlısı...

Ağır Abi de istifa etti nedense...

Doğu mu?


Yorumsuz...

Arada Sevgili Figen'i ziyaret ettik...

 

Herkes işini yaparsa, bu memleket kurtulur.

Solculuk da, sağcılık da demode!

Sosyal adaletin temin ve tesis edildiği, bu mâzide kalmış şeylerin terk edildiği,

Sosyal adaletin ve diğer milletlere saygıyla bakabilen bir dünya görüşüyle, belki yırtarız.

KÜÇÜCÜK BİR KIZ

$
0
0

Bana getirildiğinde henüz 16 yaşındaydı ve pek akıllı, cin gibi bir kızdı.

O kadar gençti ve güzeldi ki, sanki 50 yaşındaki bir kadın kadar olgundu ama garip bir şaka ve mizah güzü vardı.

Burnu da, yüzü de, bedeni nârin ve ufacıktı.

Önceleri biraz şaşırdım ve "bir psikiyatri kliniğinde bu kızın ne işi var" diye düşündüm. 

Ama getirmişlerdi işte; bir şekilde gelmişti.

Denenmemiş bir şey kalmamıştı ve mümkün değildi, âdet göremiyor ve boyu da 140 santimi geçemiyordu.

UNUTULMAYACAK BİR KAATİL!

$
0
0

Adolf Hitler 

 

Bu da KAVGAM!

Adolf Hitler

Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi Başkanı

Görev süresi
29 Temmuz 1921 – 30 Nisan 1945

Yerine geldiği

Anton Drexler

Yerine gelen

Martin Bormann

Almanya Şansölyesi

Görev süresi
30 Ocak 1933 – 30 Nisan 1945

Yerine geldiği

Kurt von Schleicher

Yerine gelen

Joseph Goebbels

Almanya Devlet Başkanı
Führer und Reichskanzler

Görev süresi
2 Ağustos 1934 – 30 Nisan 1945

Yerine geldiği

Paul von Hindenburg

Yerine gelen

Karl Dönitz

Kişi bilgileri

Doğum

20 Nisan 1889(1889-04-20)
Braunau am Inn, Yukarı Avusturya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu

Ölüm

30 Nisan 1945 (56 yaşında)
Berlin, Almanya

Vatandaşlığı

7 Nisan 1925'e kadar Avusturya vatandaşı, 25 Şubat 1932'den sonra Alman vatandaşı.

Milliyeti

Avusturyalı

Partisi

Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi

Diğer siyasi
bağlantıları

Alman İşçi Partisi (1919-1920)

Eşi

Eva Hitler

Mesleği

Politikacı, asker.

İmzası

Askeri hizmeti

Takma adı

Böhmischen Gefreiter
(Bohem Onbaşı)

Bağlılığı

Almanya

Branşı

Deutsches Heer (Alman Kara Kuvvetleri)

Hizmet yılları

1914-1920

Rütbesi

Onbaşı

Birimi

16. Bavyera Yedek Piyade Alayı

Çatışma/savaşları

I.                    Dünya Savaşı

Ödülleri

Birinci Sınıf Demir Haç
İkinci Sınıf Demir Haç
Gazi Nişanı


Tek bebeklik fotoğrafı

Adolf Hitler (d. 20 Nisan 1889, Braunau am INN - ö. 30 Nisan 1945, Berlin), Avusturya asıllı Alman politikacı, siyasi lider, teorisyen ve devlet adamı.

1919 senesinde Alman İşçi Partisi’ne (Deutsche Arbeiterpartei; DAP) üye olmasıyla başlayan politik hayatı, bu partinin 1920 senesinde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Patrisi’ne (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei; NSDAP) dönüşmesiyle devam etti ve 1921 senesinde ise Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin lideri oldu.


Uzun süreli bir siyasal mücadelenin sonucunda, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin 1933’te iktidara gelmesiyle, Almanya Şansölyesi (Başbakan) ve 1934’den ölümüne kadar Almanya Devlet Başkanı olarak görev yaptı. Devlet başkanı olduğu dönemde şansölyelik ve cumhurbaşkanlığı makamlarını birleştirerek “Führer und Reichkanzler” unvanını kullanmıştır.


SONBAHAR GELİRKEN

$
0
0

Sevgili Karım benden Sonbaharla ilgili bir şeyler yazmamı istedi...

Şâirliğe başladım 60'a merdiven dayarken.

Ey Sonbahar 

Neden teşrif ettin dünyamızı yeniden?

Değer mi mevsimlerin bu kadar sür'atle değişmesine?

Gene rüyalarımda annemi, babamı göreceğim.

Eklemlerim ağrıyacak, dizlik takacağım

Doğal-gaz masarifi artacak

Faturalar şişecek

 

Kavın validem göçmek üzere, kimin umurunda?

Acaba kaç kişi gelecek ziyaretine

Uyurken mezarında? 

Acaba  Canım Cânanım da gelir mi?

Dilerim öyle olur, uzaklaştı bu aralar gene... 

 

Beni görüp de şaşıranlar,

20 küsur senedir bu mekânda ayan beyan yazdığım,

Her tarafta da konuşup anlattığım,

Facebook denen garip mecrada herkesin müşahede ettiği

Aidiyet ve mensubiyetlerimi inkâr mı edeceğim?

 

Her bir şey için kafa tokuşturup

El sıkmaktan imtina edenlerin safına mı geçeceğim

Boş verin be dostlar, sevenler yâhut seve(e)meyenler...

Bildiğim yolda gideceğim ve

Her kim ne yazıp söylemişse,

Ne dedikodu yapıp taşımışsa

 

Yediğimize içtiğimize karışanlar

Size ne?

Yerine göre demleniriz,

Duruma göre yelleniriz

 Bâzen hüzün basar

Bâzen de keder

 

Kimsenin umurunda olacak mı Birgül Anne vefat ettiğinde?

Dünkü "cenaze nakil aracı" İzmir'e mi taşıyacağız

Yoksa bir tayyareye mi koyacağı?

 

Topraktan geldik nasıl olsa,

Gene ona döneceğiz.

Hiç aksine şâhit olan çıktı mı?

Ben gene gitarıma başladım, Taekwon doya da

Biraz takatsiz ve dilim dışarıda

Ama olsun, spor her yaş için

Sanat da ancak sanattan anlayana müteveccih

Yaşlılık bir süreç

 

Ama ihtiyarlık daha da zor

İhtiyar oldukça insan daha az konuşuyor genellikle

Biraz hüzün de refakatçisi

Ben hep hüzünle yaşadım, bâzen de fevrilikler yaptım

 

Şımardım, insan kırdım, beklettim

Bundan böyle ceremesi de semeresi de

Benden sorulacak, hesap O'nun takdiri

Çok sık ağlayabilen birisi oldum hep

 

Şimdi de klavyede biraz gözyaşı var...

Aklıma perestişkârı olduğum Segovia geldi gene

Hep ona özenmiştim

Gene de öyleyim be!

Ne asil adamdın be ustam.

Çok özlüyorum seni de.

Hey Peder, Anam, herkes...

Burada olmasa da, orada gene kafanızı şişirmeye adayım.

Nasırlarım başladı solda.

Etütler de cabası.

Gene sabah oldu, Neslim uyuyor.

Uyandım ve bir baktım ki Tarabya'daki sitede de kimse yok ve onlar da mışıl mışıl tatildeler. Terapi demek malûm.

Sigara içtiğim günler aklıma geliyor ve kendime çok kızıyorum çünkü bu kadar tık nefes olmazdım. gene de aşağıda spor yapacağız sanırım.

La Paix'te de ne çok hastam yatmıştır, hesabını unuttum. Gene de, özel hastalarımı oraya yatırıyorum..

SONBAHARDAN BEKLENTİLERİMİZ

$
0
0

Bu Sonbahar serin ve azıcık "Hâdiseli" geçiyor.

Yeniden kavuştuğum gitarımla kendi çapımda takılıyorum ve hiç de sıkıldığımı söyleyemem.

İşler yolunda tabii ama diyelim ki bir aksama olsa, mutlaka ben çalarım, Neslim oynar ve Nihavent Makamı kıvamlı şarkılarla bana bir güzel refakat eder.

Nasıl olsa Özerk İzmir Cumhuriyeti gibi gelişmelere gebe birtakım gelişmeler var.

Bütün haber kanalları ve televizyonlarda öyle haberler seyrediyoruz ki, inan canımız sıkılıyor.

Bu terör ve İşıd örgütü Hilâfet ilân etmiş ve her bir şey içimizi karartıyor.


Bu memlekete de, bu coğrafyaya da yazık olmakta gerçekten.

Hiç Müslüman, Müslümanı böyle katledip, eziyet eder mi?

Dehşetler içerisindeyiz.

Hani belki bir şeyler değişir de, daha müreffeh ve sâkin bir istikbâl bekler hepimizi.

Halbuki şu güzel musiki var:


Fakıyr bu 10 telli gitarı hiç beceremedi çalmayı...

Neyse, gece eski birkaç asistanımla yemek yiyeceğiz, gene en vefalılar onlar...

Belki yeni motivasyon ve ufuklar bekliyordur.

Hiçbir zaman göbek bahanesi yok, Buddha gibi olmak elzem sanırım, değil mi?

CİDDİ BİR ZAYIFLAMA ÇABASI

$
0
0

Dün Sevgili Ayten'le yediğimiz enfes "dinner"dan sonra, baktı ki herkes beni (mazur görmek lâzım) biraz fazla kilolu sanıyor. Ayten de profesör oldu.

Fcebook'taki yorumlar da öyle.

Artık bu kışa doğru çok ciddi bir spor, diyet ve çok sevdiğim Taekwon do ile tekrar haşır neşir olmaya karar verdim.

Ne de olsa bunun Sonbaharı, Kışı olacak sonra da...

SAMİMİYET

$
0
0

İçtenlik anlamına da gelen bu mefhumun (notion) tam doğru yazılışı samîmiyyet, Arapça kökenli bir isim (F. Devellioğlu, 2003, 918).

Konuya evrimsel açıdan yaklaşırsak, her türlü çekimin temelini oluşturan kütle çekimi, yâni yerçekimi, en temel yaklaştırıcı şey.

Zaten her şey, diğerlerinin etrafındaki yörüngelerde, bir spin hareketi de eklenerek dönüyor.

Demek ki, soyuttan somuta olan seyahatte, kütlelerin diğerleriyle yan yana gelmesi de, birbirlerinden uzaklaşması da en temel doğa yasası olan bu şey bazen bir kuvvet (force), bazen de bir güç (power) olarak karşımıza çıkmakta…

Hiçlikle sonsuzluk arasındaki incecik çizgi de bu nüansta yatmakta: Daha büyük kütlesi olan, daha küçük olanları cezbediyor ve cazibesi de o oranda katlanarak büyüyor.

Her türlü ilişkinin temelinde yatan en temel itici, güdüleyici şey de bu cazibe, cezbe, aşk, yakınlaşma ve benzeri şeyler değil mi?

Hâlâ en büyük bilimsel desteği taşıyan Büyük Patlama teorisine göre, her an, her yerde bir şeyler patlıyor ve bunlar da bulaşıcı bir şekilde diğerlerini harekete geçiriyor.

Gene hâlâ aşılamayan e=mc2 formülüne göre, kimse ışık hızını aşamamakta.

Uzaydaki karadelikler, kuyruklu yıldızlar, nötron yıldızları ve benzeri sonsuz sayıdaki her şey, birbirine böylece yaklaşıp, bağlanıyor…

Eğer bu bağlanma üçlü kovalen sub-atomik parçacığın buluşmasıyla olursa, asla çözülemiyor ama ikili kovalen bağ, iyon bağı, Hidrojen bağı gibi “zayıf güçle” gerçekleşmişse, kolayca çözülüyor veya çözünüyor…

Demek ki, herhangi bir bağlanmanın gücünü belirleyen şey aslında söz konusu olan kütle ve/veya kitlelerin birbirlerini ne kadar “sevip sevmediğine” göre belirlenebilmekte.

Sevgiyi ve samimiyeti de ancak bütün psiko-sosyo-kültürel aşamaları asgari travmayla gerçekleştirebilen şeyler (bireyler, eşyalar, kişiler, ötekiler, bizimkiler, bitkiler, hayvanlar ve tabii ki Homo Sapiens sapiens) ayrılma-bireyleşme ve kendini bulup, bir de aşma lüksünü yaşantılayabiliyor veya yaşatabiliyor.

Kanaatimce, bugüne kadar ortaya atılan bütün köktenci paradigmatik devrimlere rağmen, sağlıklı bağlanmalar kurabilenler arenada ayakta kalabiliyor, diğerleri de kaybolup gidiyor…

Yâni en temel güdülenme hâlâ sağlıklı bağlanmalarla temin ve tesis edilebiliyor. Bağlanma, İngilizce ’deki “attachment” veya “bondage” kelimelerinin karşılığı.

SEKSMANYAĞI

$
0
0

Bugünden itibaren, 

Hiç tanışmadığım Kayserili bir iş adamından gelen mektupları paylaşmak istiyorum.

Yazacaklarım tamamen onun şahsî görüşleridir.

Geçen gün bana bir mektup yolladı, e-mail de ekliydi.

Adı Mahmut Kazına ve 70 yaşını çoktan aşmış.

Beni epeydir takip ediyormuş ne kadar milliyetçi, Atatürkçü ve samimi birisi olduğuma kanaat getirmiş..

Bundan sonra burada nakledeceklerim tamamen onun fikirlerinden ibarettir.

İlk mektubunda önce kendini uzun uzun anlatmış.

Fabrikasını Kayseri'de kurmuş ve o derecede kendine güvenen bir şahsiyet ki, Amerikalı bir iş adamı olan Alfred Sexman'a meydan okumuş.

***

Bu Alfred denen kişi Amerika'da kurduğu şirket sayesinde bütün dünyaya meydan okumuş ve ilk defa sexman yağını piyasaya sürmüş ve bu sayede milyarlarca USD'lik kâr ele eder olmuş.

Mahmut  Bey de ona nispet etmiş ve kimseden müdana-ası da kalmamış ve gözünü karartıp ihracata başlamış.

Eh. bu cür'etinin karşılığını da çok büyük kârlar elde ederek bulmuş.

Memleket meselelerine de hiç yabancı kalmamış ve içerisinde bulunduğumuz hâl-i pür melâli de gözü kara bir şekilde gözler önüne sorar hâle gelmiş.

Viewing all 703 articles
Browse latest View live