Quantcast
Channel: Latest blog entries
Viewing all 703 articles
Browse latest View live

AVUKAT HANIM SÖZLENDİ

$
0
0

Değerli Sevenlerimiz,

Bu sefer “Sevgili Mekâncılar” diye başlamadım çünkü burasının işlevselliği ve ne kadar takipçisi kaldığını artık hiç bilemiyorum gerçekten ama benim dünyaya açılan kapım da burası…

Bir baba başka daha ne bekler?

Kızının mürüvveti için önce bir söz merasimi yapılmasını ve bununla beraber mürüvvete giden saadet yolunun açılmasını değil mi?


Dün de öyle oldu…

Canım Cânan’ımın müstakbel kocası, annesi, karım, dünürlerimiz, maaile bizde toplanıldı.

 

Hepimiz pek bir sevinçliydik.

Ben çok duygulandım, hattâ bir ara gözlerim de dolmadı değil ama söz vermiştim, ağlamayacaktım.

 

Damat pek formundaydı, gülleri, viskisi ve şampanyası, keza çikolataları da mükemmeldi.

Toplantı yeri olarak bizim evi tercih ettik ki, kem gözlerden ırak ve mütevazı ama biz bize, sıcacık bir kutlama olsun istedik.

Oldu da Allah’a şükür.

Hemen bütün sevdikleri, sevdiklerimiz ve ailemiz hep bir aradaydık.

Çay içildi, pasta yendi, Hatun koşturdu, İbrahim Bey de pek şendi.

Hiç memleket gündeminden bahsedilmez olur mu?

Kenan Evren’in getirdikleri, götürdüklerinin yanı sıra,  mevcut Hükumetin nelere muktedir olup olamayacağı da tartışıldı ve hiç de kimseler ümitli değildi.

 

Dünürler de, zaten kızım ve bütün ailemiz de laikliğe, Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı insanlar ve hepimiz çok mutluyduk.

Evimizde bir şen şakrak hava esti ki sormayın gitsin.

Yüzük takıldı, gençler öpüştüler, “hop azıcık bekleyin” diye takıldık.


Can Kardeşim ve 20 küsur senelik dostum Tahir Sümer ve Muhteşem lakaplı Devrim Ünal da iştirak ettiler ama Figen’in annesinin rahatsızlığı, aynı şeyin Devrim için de muteber olması sebebiyle, sevgili Macide’yi gözlerimiz aradı, o da telefonla hayır duasını esirgemedi. Devrim’in de damadı İzmirli ve pek mutlular şimdi.

Cânan'ın arkadaşlarından Melike Bilgin, Cansu Aksu, Nezu Kocabuse, Nur Emeksiz, Merve Ergezginer, Melis Gökçen, İris Erbil, Yasemin Cerit ve Cânan'ın Annesi Nurperi Gürson da bizimleydi.... 

 

Hepsi için hayır en iyi dileklerimizi canı yürekten paylaştık. Ulaşabildiğimiz herkesten de dualarını esirgememelerini rica ettik.

Arayabilenlerden gene 30 senelik dostum TED’li Kardeşim Murat Duygan hayır duasını telefonla paylaştı. Çağla Çağlar ve Profesör Nigâr da what’s up ile kutlamışlardı.

Daha önceden, sevgili yakın akrabam, kızı Merve ile de sorunlarını çoktan geride bırakmış olan Ahmet Üstünbal’la da de telefonlaştık, pek memnun oldu –ki, Merve de kızımızın çocukluk arkadaşıdır.

Cânan’ın arkadaşları da bir defileyi aratmayacak kadar güzel ve hoştular.

O kadar şirinlerdi ki, artık hangisine sarılıp da poz vereyim diye şaşırmıştım.

Bir kısmı avukat, bazısı PR’cı filan olmuş.

Bir kısmı özel sektörde yükselmişler ve hayata atılmışlar, hepsi de yüksek tahsilliler.

Hepsinin GSM numaralarını ve e-postalarını aldık ve bir şebeke oluşturarak haberleşmeye karar verdik.

İris de oradaydı, diğerleri de. Kızların hepsi bir defilenin mensupları kadar hoştu.

Sevgili kuzinim ve kocası (Yeşim ve Bülent Açıkalın) da, şeker gibi kızlarıyla beraber, bizi ta Bağdat Caddesindeki evlerinden gelerek şenlendirdiler.

Maalesef Murat Akman gelemedi, olsun; nasıl olsa biz atlar gideriz. Aradaki Kıta’lar mı korkutacak bizi?

Damadımızın Hataylı olması sebebiyle, bize epey yemek ikramı sözü de verdiler. Mumbardan tutun da, yörenin kültürel hoşgörüsüne kadar pek çok şeyi konuştuk.

Eh, evimizin koltukları da 30 küsur kişiye tam yetmeyince, azıcık askerî nizamla oturduk desem, herhalde yanlış yazmış olmam.

Hepimiz pek mutluyduk. Nurperi de, Neslim de kardeş kardeş sarılıp kızlarını kokladılar.

Ne de olsa Neslim manevi annesi veya ablası, Nurperi de öz annesi, ne fark etti ki?


Sabık Kayınpederim, 83 yaşındaki Gazi Bülent Gürson telefon etti, manevî kardeşim Ertunç ve bankacı karısı da bizdeydiler. İki tatlı çocuklarını da getirmişlerdi beraberlerinde. Onların evlenmeleri öncesinde de “Allah’ın izni, Peygamberin kavli” diye giden bendim. Ertunç da Kazasker’deki evimizde iki sene kalmıştı zamanında, ABD’den yeni döndüğünde. Hattâ bir de kan bağışı hâtıramız vardır o zamanlardan kalma…

Mânidar bir tesadüf değil mi, ne dersiniz?

Bizim camekânlı yaz-kış kullandığımız bahçede de oturduk, böreklerimizi yiyip kahvemizi içtik. Son birkaç damla viskiyi ve çikolatayı da ham yaptık.

Ha, bu arada, bizim Taze Damat tuzlu kahveden dolayı az daha kusacaktı; bu tatlı şakaya hepimiz pek güldük.

Profesör Dr. Mustafa Özyurt Bey (GATA’lı, Mikrobiyolog) ve ailesi de çok şekerdiler ve onlar da aynı şeyleri paylaştılar. Kayınvalidesinin de adı Emine Hanım… Damadın erkek kardeşinin ismi Atacan.

Fenerbahçe - Galatasaray muhabbeti de yapıldı, dünürler Beşiktaşlı çıktı. Cânan’ın nasıl olup da Fenerbahçe’ye kapıldığını konuştuk gülüşerek…

Sonra yavaştan dağıldı herkes ama Sevgili Damadım Nevzat Özyurt’un azıcık keyfimizi kaçırmadı değil çünkü maça gitmek için bilet alırsanız, AKP tarafından fişleniyormuşsunuz, iyi mi?

Meğer bütün paralar aynı bankaya yatıyormuş ve herkesin şeceresi oradan belli oluyormuş.

Nasıl bir istibdat devrinde olduğumuzu tekrar anladık maalesef!

Sonra Devrim’le ayaklarımızı uzatıp TV seyrettik ve mevcut iktidar döneminde hemen herkesin fasulye parasını çıkarmak için ne kadar çok çalıştığından bahsettik.

Vakit gece yarısına yaklaşırken o da ayrıldı. Neslim’le kaldık dımdızlak, iki kurukafa (onun tabiridir).

Tabii, daha bu işin nişanı, nikâhı, evliliği ve düğünü var.

Sanırım 5 Eylül’de KKTC’de olacağız, belki tarih değişebilir.

O zaman da Niyazi’s’te rakı balık veya kebap yeriz. Belki kongreye denk gelir, gelmezse de cepten gideriz.

Şimdilik bu kadar.

Herkese selamlar ve sevgiler…

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 23003.3015


TÜRKİYE KAÇA BÖLÜNEBİLİR?

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Aklımın elverdiği kadarıyla, dünyanın ve vatanımızın nerelere sürüklendiğinin bir hülâsasını çıkarmak istiyorum…

Bunun için çeşitli portallardaki makalelerden ve kendi izlenimlerimden hareket edecek, her şeyin ayrı ayrı dip notunu vermeyeceğim…

Bölgemizde siyasî haritalar sık sık değişiyor: Önce komşumuz Sovyetler Birliği (SSCB) dağıldı, onu Yugoslavya ve Azerbaycan takip etti. Gorbaçov’a Nobel Barış ödülünü 1990’da aldı… Mihail Sergeyeviç Gorbaçov, koskoca SSCB devlet adamı, değil mi?

Dikkat: Alnındaki karizmatik hemanjiomuyla (zararsız bir damar tümörü) markalaşan Gorbi, Exeter Üniversitesi mezunuydu!


Eskisi, mutlu ve mağrur

1985’ten 1991’e kadar bu süper gücün hâkimi olan liderdi. Çar enkarnesi gibiydi ama anti-milliyetçi ve emperyalizme hizmet eden bir politika güttü. Onun perestroika (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık) adını verdiği reform çalışmaları Soğuk Harbe son verdi. Ancak bu reformlar SSCB’deki Komünist Partisi’nin itibarını beş paralık etti. Ülkedeki politik üstünlüğünü kaybetmesi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına sebep oldu.


 Eh, Batı’nın egemen güçleri hemen kendisine, hem de 1990’da Nobel Barış Ödülünü verdiler (bahsedeceğim). Yâni, aslında vatana ihanetle yargılanması icap eden bu lider, bir de taltif edilmişti!

Hayatına bakalım: 2 Mart 1931’de Kuzey Kafkasya’nın Sivastopol bölgesindeki Privolye köyünde doğmuştu Gorbi...

İlk tahsilini köyünde yapmıştı. 1952 senesinde SSCB Komünist Partisi’ne (SBKP) girmiş, 1955’te Moskova Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmişti. Yâni tipik olarak alttan yükselen, köy kökenli bir devlet adamıdır kendileri.

Stavropol’de Genç Komünistler Birliğinde görev aldı. 1970’de Stavropol teşkilâtı birinci sekreteri oldu. 1971’de SBKP Merkez Komitesi Üyeliğine seçildi. 1978’de Tarım Sorumlusu olarak sekreteryaya girdi. 1979’da Politbüro yedek üyeliğine, 1980’de ise asil üyeliğe terfi etti. Çernenko’nun 1985’teki ölümü üzerine SBKP genel sekreteri oldu.

Politikaları bütün dünyada hayretler uyandırdı. 1988 Ekim ayında da Devlet Başkanlığı görevini de üstlendi. Gorbi, Memleketinin ekonomisinde gözle görülür bir ilerleme sağlayamadığı için SBKP’nin reformcu üyeleri tarafından eleştirilmeye başlandı. Ancak çeşitli ülkelere yaptığı gezilerle dıştaki itibarını arttırdı; arttırıldı da denebilir. İlâhlar öyle istiyordu. 

Can düşmanları ve Komünizm ekolündeki en büyük rakipleri olan Çin Halk Cumhuriyeti’ne giderek, bu ülkeyi 30 yıldır ilk ziyaret eden Sovyet lideri oldu.

Kesmedi, Federal Almanya’yı, Birleşik Krallığı, Finlandiya’yı ziyaret etti. Gorbaçov, iktidara gelince, aşırı alkol tüketimine ve yolsuzluklara karşı kampanya açtı. Halk ve Sovyet yöneticileri ile ilişkileri daha sıklaştırdı. Yönetici kadroyu gençleştirdi. Dış siyasette Batı ile daha yakın ilişkiler kurdu. ABD Başkanı Reagan (sonradan Alzheimer olacaktı) ile Cenevre’de zirve toplantısı yaptı. Pek çok alanda (silahsızlanma, bilim, kültür ve eğitim alanlarında) bilgi alış verişi için anlaştı (1985).

1986’da Reykjavik’te yeniden yapılan zirve görüşmesinde, silâhların denetimi görüştüler. Fakat orta zekâlı bir sinema aktörü olan Reagan Yıldız Savaşları projesinden taviz vermediği için, silahsızlanma görüşmesinden bir netice alınamadı.

1987 senesinin başında, yönetimde iktisadî reformlardan, dış siyasete verilecek yeni yönleri açıkladı. Glasnost, Perestroika’ya gidileceği tasarısı yüksek Sovyet Meclisi’nde oybirliğiyle kabul edildi. 1987 Temmuz’unda Avrupa ve Asya’da yerleştirilmiş olan orta ve kısa menzilli füzelerin imha edilmesine onay verdi. 1987'de yayımladığı kitabında reformları geniş açıkladı. Ekim devriminin 70. yıl dönümündeki konuşmasında Stalin’i ve Troçki’yi eleştirdi. SSCB, gittikçe Devlet Kapitalizmine kaymaya başlamıştı!

Başkan Reagan ile orta menzilli füzelerin imhası için antlaşma imzaladı (8 Aralık 1987).

Gorbaçov’un en önemli meseleleri SSCB’ye bağlı cumhuriyetlerdeki milliyetçi hareketler ve bağımsızlıklarını ilan etmeleri ile maden işçilerinin grevleri oldu. Bunlar canını sıktı ama çok ağır müdahalelerde bulunmadı. Akabinde Azerbeycan’da, Gürcistan’da ve Türkistan’da silahlı çatışmalar oldu. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesini de kabul ederek ses çıkarmadı. Dünyanın başına yeni belâlar açılmaktaydı aslında…

George Bush ile 2-3 Aralıkta Malta açıklarındaki bir savaş gemisinde görüştü. 9 Eylül 1990’da Helsinki’de, gene bir orta zekâlı kukla olan George Bush ile tekrar görüştü ve Amerika’dan ekonomik yardım istedi. Bu da ona malum Nobel ödülünü kazandırdı. Artık Kapitalizmin kucağına oturtmuştu ülkesini!

Ancak, Sosyalist rejimi isteyenler ile Kapitalist rejimi isteyenler arasında zor günler geçirmekteydi. 19 Ağustos 1991 sabaha karşı Komünizm rejimini yeniden yeşertmek isteyen KGB ve ordunun desteğini alan en yakın arkadaşı olan Yanayev ve 8 arkadaşından meydana gelen İhtilâl Komitesi, Gorbaçov'a karşı darbe yaptılar.

Yapılan darbe başarısızlıkla sonuçlandı. Darbecilerin bazıları yurtdışına kaçtılar. 22 Ağustos 1991 tarihinde, Gorbaçov Devlet Başkanlığını tekrar eline geçirdi. Daha önce kendisine karşı en büyük rakip olarak bilinen Rusya Federasyonu’na seçilen Yeltsin ise, darbede Gorbaçov’u en çok destekleyenlerden olarak, kısa sürede bastırılmasına yardımcı oldu.

Ancak bu durum Yeltsin’in güçlenmesine, Gorbi’nin gücünü kaybetmesine yol açtı. Bu durum 1991 yılı sonuna doğru hız kazandı. Sovyetler'den ayrılan 11 devlet 8 Aralıkta bir araya gelerek Bağımsız Devletler Topluluğunu (BDT) oluşturdular. Bu durum Gorbi’yi tamamen yetkisiz bıraktı. Bunun üzerine 25 Aralık 1991’de televizyona çıkarak “görevimi kaygı içinde ama umutla bırakıyorum. Herkese iyi şanslar diliyorum diyerek istifa etti. Bundan sonra emekliye ayrılarak çeşitli basın yayın organlarında yorumculukla meşgul oldu. Hâlen Novaia Gazeta adlı gazetenin sahibidir. Yani aç ve açıkta bırakılmamıştır. Korunmaktadır. Batı Kulübü, özel yetiştirdiği liderleri hep korur, ancak ecelleriyle ölürler!


Son Hâli: Depresif ve görün işte...

Yugoslavya’dan ayrılan Sırbistan’dan nur topu gibi Kosova koptu. Abhazya’nın fiilî ayrılığıyla şoke olan Gürcistan’ı 2000’li yıllarda bu kez de Rusya’nın desteğiyle Osetya’nın koparılması felâketi bekliyordu. Bu yıl ise Rusya, Karadeniz’den komşumuz Ukrayna’dan Kırım’ı koparıp aldı. Ukrayna’nın Doğu illerinde ayrılık tehlikesi ve iç savaş hâlen devam ediyor...

Ortadoğu ise Balkanlar’dan ve Karadeniz’den daha fena durumda: Suriye ve Irak fiilen bölündü. Suriye’de Esad (veya Esed) güçleri ülkenin sınırlı bir bölgesinde hâkim...


Esad Esed

Kürtler, El Nusra, IŞİD ve diğer gruplar kendi egemenlik sahalarını ilan ettiler.

Suriye’den en az 4 devletin çıkacağı söyleniyor.

Irak’ta ise Bağdat yönetimi ülkenin tamamının hükumeti olmaktan çıkıyor ve sâdece Şiilerin temsilcisi konumuna düşüyor. Diğer taraftan IŞİD bütün Sünnîler için fiilî (de facto) bir devlet kuruyor. Halifelik de ilan eden IŞİD Irak’taki bölünmeyi bütün bölgeye yaymaya çalışıyor.

Irak’taki üçüncü parça ise Kürtler!

İsrail, hep yaptığı gibi, şimdi de bağımsız bir Kürt devletine destek veriyor. İran ve Türkiye de sessiz sedasız Barzani’ye bağımsız olması hâlinde buna karşı çıkmayacağının işaretlerini gönderiyor. Kısacası Irak’ta en az 3 ayrı devletin kurulması az bir zaman meselesi gibi duruyor.


Katıksız bir Türk Düşmanı

Ortadoğu’da parçalanma salgınının bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor... Bu sebeple bugünlerde bölge üzerine yorum yapanlar hangi ülkenin kaça ve nasıl bölünebileceği üzerine çeşitli tahminlerde bulunuyorlar. Geçtiğimiz Eylül’de Robin Wright, New York Times’daki makalesinde bölgedeki 5 ülkenin 14 bağımsız devlete dönüşebileceğini yazmıştı.

Irak ve Suriye’nin ardından bölünmeye en yakın ülkeler olarak Libya, Pakistan ve Yemen sayılıyor. Ancak Ürdün, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkeler de muhtemelen bölünecekler arasında. Zaten hepsi ABD’nin kucağında (Libya kısmen değil henüz).

TÜRKİYE DE BÖLÜNÜR MÜ?

Türkiye söz konusu olduğundaysa ilk akla gelen Kürtlerin bağımsız olması... Yeryüzündeki en büyük Kürt nüfusa sâhip ülke olan Türkiye’den bağımsız bir Kürdistan’ın çıkması dış dünyadaki kimseye garip gelmiyor. Özellikle Irak ve Suriye’de fiilî olarak kendi kendilerini idare eden Kürtler arasında yükselen milliyetçi ayrılıkçılığın Türkiye’de sonuç vermemesi uzak bir ihtimal gibi görülüyor; hattâ bence son derecede kaçınılmaz!

Dış tahminler bir yana, içeride PKK’nın hızla terör örgütü sıfatından kurtulup, “meşru müzakereciye” dönüşünü hep birlikte takip etmekteyiz…

Kahrolası “Süreç” çatışmaları durduruyor, belki de öteliyor, ancak bir gerçek var ki bunu hiç kimse reddedemez, o da Kürt milliyetçiliğinin Türkiye Kürtleri arasında hızla kök salıyor olmasıdır. PKK, biraz da çözüm süreçleri yoluyla Kürtlerin ve Kürtçülüğün tek temsilcisi mertebesine yükseliyor ve onun, şiddeti de içine alan ayrılıkçı milliyetçiliği yeni nesillerde her geçen gün güçleniyor.

Milliyetçilik diş macunu gibidir, bir kez dışarıya çıktıktan sonra tüpün içine yeniden sokamazsınız. Bu nedenle Türkiye, şu anki eğilimler devam ettiği sürece, bundan sonraki yıllarda güçlü bir Kürt milliyetçiliği ile yaşamayı öğrenmek zorunda kalacaktır...

PKK-KCK sanıkları hızla salıverilecek, hattâ Bölücübaşı Öcalan dahi uzun sayılmayacak bir sürede dışarı çıkarılacaktır. Zaten kamuoyu böyle bir gelişmeye bir süredir psikolojik olarak hazırlanıyordu... Akabinde de TBMM’ye girecektir, Nobel de verilebilir.

Peki, Yüce Meclis’te nasıl bir yemin töreni olacaktır ve bu câni ne diyecektir?

Tahminim odur ki, kuzu postundaki kurdu oynayacaktır.


Tıpkı zamanındaki Bolşevik-Menşevik tartışması gibi… Çünkü Kürtler bu hızla çoğalmaya devam ederlerse, önümüzdeki 10 ilâ 20 senede nüfusumuzun ve Ortadoğu popülasyonunun yarısına yakınına ulaşacaklardır.

Bir gerçeği göz ardı etmeyelim: Hâlâ feodal ve Ortaçağ zihniyetindeki Doğu bölgelerindeki Kürtleri zapt edecek tek güç, o da isterse, gene ABD’dir.

BÖLÜNEREK BÜYÜME Mİ?

Kimileri için kâbus gibi gelen bu anlattıklarımız, devlet mahfillerinde dahi etkisini hissettiren bâzı çevrelerde üzülecek değil, tam tersine sevinilmesi gereken bir gelişme… Bu yaklaşıma göre, Türkiye’nin büyük devlet olması Osmanlı’yı yeniden kurmasından geçiyor. Osmanlı’nın kuruluşu ise Cumhuriyet’in hatalarını düzeltmekten, eski millet anlayışını ihya etmekten geçiyor.

Buna göre, Osmanlı’nın dirilmesi ancak federasyon veya konfederasyon sistemi altında pek çok halkın birleşmesi ile mümkün olabilir. Aslında yeni sayılmayacak bu bakış açısı bir ara Özal döneminde de dile getirilmişti ve Türkiye ile Irak ve Suriye arasında üçlü konfederasyon kurulabileceğinden bahsedilmişti.


Halef Selef Karışık

Türkiye-Irak-Suriye coğrafyasında konfederasyon veya federasyon hayali Osmanlıcılarda hâlâ canlı, ancak bunun ilk aşaması olarak bir Türk-Kürt federasyonunun çok faydalı olabileceğini düşünenlerin sayısı artıyor.

Buna göre Kürtler önce kendi aralarında birleşecekler, sonra ise Türkiye ile federasyon, konfederasyon veya AB modelinde olduğu gibi fonksiyonel temelde birleşik bir siyasî yapı oluşturacaklar. Buna, “bölünerek büyüme” de deniyor. Bu tam bir ütopyadır. Bizler ABD ve Batı Ülkeleri gibi Endüstri İnkılâbını geride bırakamadık. Memleketin Batı’sı ile Orta Anadolu’su ve Doğu’su arasında kapanması âdeta imkânsız uçurumlar var! Sevgili Dostum Bingür Sönmez hep demez mi “bırakın şu ağalığı/feodaliteyi Kürt Kardeşlerim” diye?

Bölünmeci görüşü savunan bâzılarına göre Türkiye, Kürtlerle artık terör ve çatışmayı göze alamaz. Böyle bir çatışma her iki tarafın da sonunu getireceğinden, ayrılık dahi terörden daha makbul sayılıyor.

Kendi içinde belli bir tutarlılığı var gibi görünse de, Kürtlerin daha çok dinî dayanışma ve Ümmet bilinci ile hareket edeceği ve akılcı davranıp Türkiye ile faydadan yana tavır sergileyecekleri varsayımına dayanan bu yaklaşımın fazla iyimser olduğunu söylememiz gerekmez mi?

Bağımsız ve egemen olan hiçbir yapının bir sonraki tercihi kolay kolay kolay tahmin edilemez. Başka bir deyişle, egemen hâle gelen bir yapı Türkiye gibi, İsrail’i, İran’ı veya bambaşka bir seçeneği seçebilir veya tamamen bağımsız kalmayı tercih edebilir.

Bakın, 01 Haziran 2014 tarihli Habertürk gazetesindeki yazısında bu konuya değinen Fatih Altaylı, tabloyu şöyle özetliyordu: “Öyle görünüyor ki, Türkiye önümüzdeki süreçte ‘üniter yapısını bir kenara bırakacak’ ve ‘federatif’ bir yapıya doğru gidecek. Allah ömür verirse önümüzdeki 10 yıl içinde göreceğimiz şudur: Türkiye en az iki, belki de daha fazla parçaya bölünecektir. Bunun sinyalleri her yerden gelmeye başladı… Belli ki, Türkiye artık bu yolda… Bölünecek. Büyük ihtimalle stratejik derinliğimizin bu yeni rotasında bölünerek büyüme gibi bir planlama yapılmış. Kürdistan Irak’tan kopacak, Türkiye’de Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri de içine alarak federatif bir yapıda Türkiye’nin geri kalanıyla birlikte olacak”.


Altaylı, Ankara’da her geçen gün daha etkili olan görüşü kısaca özetlemiş. Fakat ben bu hususta hiç de iyimser değilim. Bu bölgenin Orta Avrupa veya Britanya adaları olmadığını, uzlaşma kültürünün son derece zayıf olduğunu da düşünür isek bölünme, sonra yeniden birleşme gibi süreçler son derece kanlı olur ve tüm bunlar kâğıt üzerinde durduğu gibi durmaz...


Berdel, kan davası, azmettirme, kabilelik bilincindeki, bütün şehirlerin çevrelerini istilâ etmiş ve düşmanca hisler besleyenleri çoğunlukta olan bir toplum…

Kürt Sorunu dendiğinde PKK’yı ve Öcalan’ı tek muhatap sayan bu yaklaşıma göre, Türkiye içinde PKK ne isteniyorsa bunlar karşılanmalı ve ülkenin geri kalanı Kürt Sorunu nedeniyle riske atılmamalıdır. Bu bağlamda PKK ve sivil görünümlü uzantıları “salam taktiği” diyebileceğimiz yöntemlerle Türkiye içerisinde ‘self-determinasyon’ denilen kendi kendini yönetme hakkına kavuşacaktır. Bu kavram ise hatırlanacağı üzere demokratikleşmeden çok sömürge halklarının bağımsızlığına giden yoldaki en önemli kavramdır.

Başka bir deyişle PKK’nın meseleye bakışı Türkiye’nin sömürgeciliğinden kurtulma şeklindedir. Hâl böyle olunca sürecin demokratik bir Türkiye’den ziyade bölünmüş bir Türkiye’ye evrilmek istendiği görülmektedir.

Bu noktada en önemli sorun PKK’nın ideolojisi ve yöntemleridir. Neredeyse tüm bölgenin iç savaşa sürüklendiği bir ortamda PKK’nın Stalinist yöntemleri, yaklaşımı ve kendisi dışında iktidar tanımayan tavrı bir Kürt iç savaşına da yol açabilir. Aynı şekilde PKK’ya terk edilmiş bir sözde Kürt özgürleşmesi Saddam Hüseyin veya Esad tarzı idarelere de neden olabilir.

Bu arada, ABD’nin, işi biten bu feodal liderleri nasıl harcadığını ve harcayacağını da unutmamak icap eder!

Ayrıca bölgedeki dinamikler sadece Türkler ve Kürtlerden ibaret değildir. Mezhepçilik yangını tüm bölgeyi sarıyor ve bunun Türkiye’nin iç dengelerinden Türk-Kürt ilişkilerine dek önemli etkileri olacaktır.

Türkiye içerisinde bağımsızlığı andırır tarzda otonom bir Kürt bölgesinin bir diğer sıkıntısı ise en olumsuz hâliyle Ortadoğu’nun Anadolu’nun içlerine doğru sarkmasıdır. Oysa olması gereken Ortadoğu’nun Türkiye’nin içlerine yürümesi değil, en olumlu hâliyle Türkiye başarı hikâyesinin önüne çıkanı ıslah ederek Ortadoğu’nun içlerinde ilerlemesidir.

Bu ise Irak’ta Türkiye benzeri bir siyasî yapının oluşmasıyla mümkün olabilir. Örneğin Kuzey Irak’ta Kürt, Türkmen ve Araplardan oluşan demokratik, çoğulcu ve serbest pazar ekonomisine dayalı bir devlet Türkiye ile işbirliği halinde Irak’ın içlerine doğru nüfuz edebilir...

NE YAPMALI?

Kanaatimce Türkiye, bölgesinde ve dünyada yeniden güçlü bir devlet olmak istiyorsa, öncelikle evinin içini toparlamak zorundadır. Bunun için gerçek anlamda demokratik bir hukuk devleti hâline gelmek gerekiyor. Öyle bir devlet ki Türk veya Kürt herkes o devlette yaşamak istesin. Bu ise Kürde daha fazla etnik haklar vererek değil, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına daha çok hak, özgürlük, adalet ve refah sağlayarak mümkün olabilir.

İkinci olarak Türkiye, Ortadoğu ile ilgilenirken kendisini aynı zamanda Ortadoğu’dan korumasını da bilmek zorundadır. Yoksa bölge Türkiye’yi kendisine çeker ve bir süre sonra da kendi sorunları içinde yutar. Cehaletin, kan davalarının, iktisadî geriliğin ve çatışmaların bu kadar yoğun olduğu bir bölgede sorunların tarafı hâline gelen bir Türkiye hiçbir formülde güçlenemez.

Kürt Sorununun silahsız hâlli için PKK ile görüşülmesine gelirsek, önemli olan bunun hangi şartlarda gerçekleşeceğidir. Eğer kendi elinizle güçlü bir merkezkaç kuvvet oluşturursanız, eğer Kürt milliyetçiliğinin yaygınlaşmasına ve güçlenmesine bir şeyleri devam ettirebilmek adına onay vermişseniz, böyle bir zemin üzerinde hiçbir formül sağlıklı şekilde işlemez. Demokratikleşme demek etnik ayrılıkçılığı beslemek demek değildir.

Türkiye, federasyon, konfederasyon gibi fantezilerden ziyade, halkları görünmez ama güçlü bağlarla bağlayan yumuşak güç unsurlarına yönelmelidir. Bunlar ise ticaret, yatırım, turizm, eğitim, kültür vs. faaliyetleridir. Bölgede henüz sürdürülebilir siyasi işbirlikleri için yeterince güçlü bir zemin mevcut değildir. Türkiye gönül bağları inşa ederek siyasi işbirliklerinin ve belki de bölgesel bir entegrasyonun zeminini inşa edebilir.

Son olarak, silahlı çatışmaların açık alanı hâline gelen bir bölgede sahada olmayan hiçbir devlet masada kazanamaz. Bu nedenle Türkiye de sahada olmak zorundadır.

***

Buraya kadar olanlar Sayın Fatih Altaylı’nın ve birtakım medya mensuplarının bence fazla iyimser tahlilleri ve temennileridir.

Bir kere, Kürt asıllı ve alenen şehit edilen Eşref Bitlis Paşa’nın dediği, sonradan İlker Başbuğ tarafından da teyiden söylenen bir hazin gerçek var: “Araya kan girmiştir”! Ben bunu ta 1991-92’de Diyarbakır’da gördüm.


Allah rahmet eylesin Paşam

Turancılığı kuran Ziya Gökalp gibi, Bitlis Paşa pek çok Kürt var; onlar canımız ciğerimiz ama ya diğerleri?

40.000 kişi şehit oldu ve bunu başlatan, kim ne derse desin Türkiye Cumhuriyeti değildi. ABD’nin Yeşil Kuşak Doktrini adım adım yürütülmektedir.

Türk Solu Portalından: Tayyip “evlâtlarımızı seve seve ölüme gönderdik” cümlelerini sarf ettiğinde, yıl 2002’ydi ve Bush’un karşısında oturuyordu. Türkiye-NATO ittifakının üzerinden geçen 50 yıl sonra esas amacın ABD çıkarları olduğu bizzat işbirlikçinin ağzından duyurulmuş oldu. NATO bünyesinde, Türk askeri “ABD’nin güvenliği” için kendisinden kilometrelerce uzaktaki bir ülkede, Kore’de, savaşıyordu.Başımızı ne yöne çevirirsek çevirelim, gördüğümüz manzara Türkiye’nin bir “müttefik kuşatmasıyla” karşı karşıya olduğudur. Bu kuşatmanın da, güvenliği için Kore’de seve seve(!) savaştığı ve öldüğü ABD tarafından yapılması, “müttefik kuşatması” tezinin anlam olarak aslında ne kadar olağan dışı; ama sebeplerine baktığımız zaman, var olan işbirlikçi ve analizden yoksun politika sonucu başarılı bir teze dönüştüğünü görüyoruz.

Türkiye’nin NATO’ya girmeden önce bir millî güvenlik sorunu yoktu. NATO’nun kurulmasının sebebi, ABD’nin karşısında ikinci bir kutup olan Sovyetlere karşı bir ittifak kurma isteği ve kendince bir savunma paktı yaratıp, kendi çıkarlarının devamlılığını sağlamaktan başka bir şey değildi. Türkiye’nin ise böyle bir gerekliliği yoktu ama buna rağmen NATO üyeliği sonrası ABD üsleri, füze krizi ve elini kolunu bağlayan ikili anlaşmalar gerçeği ile tanıştı.

Kısaca söyleyebiliriz ki NATO üyeliği ile başlayan süreçten sonra Türkiye’nin kazancı millî güvenlik sorunları oldu. Strateji tarafına ise zaten gerek yoktu; çünkü tehdit algılamasının değişiminden sonra sıra NATO üyesi Türkiye’ye de gelecekti!

ABD’nin Yeşil kuşak projesi: “Kızıl Tehlikeye Karşı Yeşil Panzehir”

ABD’nin Sovyetlere karşı geliştirdiği Yeşil Kuşak projesi de, McCarthy döneminden bu yana Amerikan basınının tüm dünyaya yaydığı “kızıl tehlike” kavramıyla birlikte, 1977 yılında başkan Jimmy Carter döneminin ulusal güvenlik danışmanı Zbigniev Brzezinski tarafından ortaya atıldı. Sovyetlerin ilerleyişini durdurmak ve petrol zengini körfez ülkelerinde ve bölge üzerinde etkisini engellemek amacıyla ortaya atılan Yeşil Kuşak Projesi’nin ana ekseni komünizme karşı İslam’ın kalkan olarak kullanılmasıydı.Sovyetlerin etrafını çevreleyen ülkeler ve diğer bir komünist ülke olan Çin’le arasındaki bölgeyi tampon olarak kullanmanın amaçlandığı proje, radikal İslam’ı “dinsiz komünizme” karşı kullanmaktan geçiyordu.

Bu tespitte katılmadığım hata, Komünizmin de bir din olduğudur (MKD).

Ancak, hem Sovyetlerin yıkılışıyla birlikte NATO’nun işlevini yitirmeyip yeni bir taktik üzerinde var olmaya devam etmesi, hem de Sovyetlerin yıkılışına kadarki Soğuk Savaş döneminde ABD-SSCB arası çatışmanın yaşandığı bölgelere baktığımız zaman ortaya koyulan tezle yaşanan gerçeklik üzerinde yapılan tespitlerde bir yanılsamayla karşı karşıya kalınıyor.

Soğuk Savaş’a farklı bir bakış

Bahsettiğimiz ABD müttefikliği ve onun Türkiye üzerinde yarattığı kuşatmayı anlatan “Müttefik Kuşatması” kitabının ön-sözünde TÜRKSOLU Başyazarı Gökçe Fırat’ın yazdıkları Soğuk Savaş sürecine farklı bir bakış getirmiştir:“Ancak elli yıl sonra, Sosyalist Kamp dağıldıktan sonra, bu yaşanan elli yıllık Soğuk Savaş dönemi üzerinde yeniden ve daha dikkatlice düşünmek gerekmektedir”.

İki olguyu ortaya koyarak başlayabiliriz.

1- Batı Kampı ile Sosyalist Kamp arasındaki Soğuk Savaş durumuna karşın, bu elli yıl oyunca, iki kampa dâhil ülkeler arasında herhangi bir çatışma yaşanmamıştır.2- Batı Kampı ile Sosyalist Kamp arasındaki Soğuk Savaş dönemi boyunca ve Sosyalist Kamp dağıldıktan sonra, çatışma yaşanan bölgeler, bu iki kamp dışında kalan Üçüncü Dünya ülkeleridir.”

Meseleye bu tür bir bakış iki kampa ait ülkelerin birbirini diğer kamptan gelecek tehlikelere karşı kollamalarından çok, kavga edilecek arenanın Üçüncü Dünya ülkeleri olduğu üzerinde kendi aralarında uzlaşmış olduklarını gösteriyor.

Gerçekten de çatışmanın yaşandığı bölgelere baktığımızda bu saptamanın ne kadar doğru olduğunu görürüz. İlk olarak Balkanlar’da, özellikle de Yugoslavya’da yaşanan etnik çatışma bahanesiyle ABD Avrupa’ya uzanmıştı.Kafkaslar da, özellikle şimdilerde Neo-Kafkas Seddi Projesi olarak “Büyük Ermenistan” ve “Büyük Kürdistanı” gerçekleştirmek için AKP eliyle ABD’nin dâhil olduğu bir başka “istikrarsız bölge” durumunda.Son Rusya-Gürcistan savaşı da bölgede Ukrayna, Çek Cumhuriyeti ve Gürcistan gibi ülkelerin daha da Amerikancılaşmasıyla sonuçlandı. Balkanlar’daki ABD etkisi eski Doğu Avrupa ülkelerine de yayıldı.

Ve Ortadoğu…

ABD’nin vazgeçemeyeceği büyük projesinin esas bölgesi… En büyük “istikrarsız bölge”.Bütün bu bölgelere bir kez daha bakınca bir ülkenin tam anlamıyla kuşatıldığını görüyoruz: Türkiye!

Yeşil Kuşak projesinin mimarı Brzezinski, bu projesini ortaya attığı 1977’den iki yıl önce 1975 yılında şu itirafta bulunmuştu zaten.

“Bugün, uluslararası arenanın, Trilateral demokrasilerle komünist devletler arasındaki çatışmadan çok, ileri dünyayla gelişmekte olan dünya arasındaki çatışmaya sahne olduğunun görüyoruz. Üçüncü ve Dördüncü Dünya’nın birleşme olasılığının uluslararası sistemin ve doğrudan kendi toplumlarımızın doğasına en büyük tehdit olduğunu düşünüyorum. Bu tehdit şirketlerin reddedilmesi tehdididir”.

Yeşil Kuşak Projesi’nin mimarı adam demek istiyor ki, “Üçüncü Dünya tehdit”.

Soğuk Savaş dönemi ABD-SSCB çatışma alanlarının Üçüncü Dünya ülkeleri olduğunu, temel çelişkinin ezen ulus-ezilen ulus olduğunu, emperyalizm için en korkunç tablonun sömürgelerin birleşmesi olduğunu kendi ağzıyla itiraf etmiştir Brzezinski.

Eminiz ki bu tespiti yaparken geçmişin tüm anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu isyanları gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmiştir.“Kampsızların”, yâni ne Kapitalist Kampa ne de Sosyalist Kampa dâhil olanların isyanı emperyalizmin korkulu rüyası olagelmiştir.

Sosyalist kampın yıkılışından sonra da arenada karşı karşıya gelen Üçüncü Dünyacı “kampsızlarla” emperyalizm olmuştur. Sosyalist ekonominin iflas ilanları verilirken, ekonomilerin her tarafa uzanabilen küresel “görünmez ellere” teslim ediliş merasimleri düzenleniyor ve bu merasime Üçüncü Dünya’nın da katılması öngörülüyordu.Ama bu merasim Üçüncü Dünya’da bağımsızlık savaşları, hafızalardaki anti-emperyalizm ve milliyetçilik, piyasaya ve “demokrasiye” uyum sağlayamama gibi kökleri geçmişe dayanan millî bir allerji yaratıyordu.İlk olarak bu hastalığın tedavisi için Batı yine devreye girdi. Tıpkı “Hasta adam” için yaptığı gibi.

Tanzimat, Meşrutiyet, Sevr ve “hasta adamın” ölümü bu gidişin evreleri olmuştu.Bunun için aynı yöntem yine uygulamaya koyuldu. 12 Eylül sonrası Özal’lı Türkiye’de devlet sadece kapitalizmin güvenliği ile ilgilendi ve yaşanan süreç ikinci bir Tanzimat döneminin başlangıcıydı.

“Tarihin sonu” ve “Ilımlı İslam”

Önce bir makale olarak ortaya çıktı, sonra kitap oldu. Sonra da emperyalizmin teorilerine boğulmuş stratejistlerin ağızlarından düşmeyen bir slogan.

“Tarihin sonunun” National Interest dergisinin 1989 yaz sayısında Francis Fukuyama imzasıyla çıkmasından sonra başına bunlar geldi. Fukuyama ünlü oldu. Sovyetlerin yıkılışı ve sosyalizmin mağlubiyetini duyuran makalenin esası tarih tezini kapitalizmin zaferine indirgemesiydi. Artık kapitalizmin zamanıydı ve bilindik tarihin sonu gelmişti. Tarih diye yazılacak olan kapitalizmin hüküm süreceği küresel bir alandı, Amerikan zaferiydi…

Ancak, süreç, “Tarihin sonunun” tahmini gibi gelişmedi. Fukuyama da kendisini ünlü yapan “Tarihin sonundan” sonra gelen 11 Eylül’den sonra gördü ki aslında sonu gelen “Tarihin sonu”.Tabii her zamanın stratejisi olan “yenilmez Amerika” tezi hemen devreye girdi ve bütün dünyaya da pompalandı. Strateji değişmeye başladı. Kafalarda yaratılan bulanıklıkla birlikte yeni nesil “Haçlı Seferleri” Bush’un ağzından dünyaya duyuruldu. Arenada yine karşılıklı rakipler yerlerini aldı. ABD ve onun karşısındaki “şer odakları”… Brzezinski’nin 1975’te belirttiği tehdit, dönüp dolaşmış bir 11 Eylül’de tekrar karşısına gelmiştir. 11 Eylül’ün ABD’nin kendi komplosu olduğundan hâlâ kuşku duyan varsa şaşarım!

Üstelik de olayın mimarı tanıdık bir isimdir. Yeşil Kuşak Projesi’nde ABD’nin kullandığı, koruduğu ve kolladığı Usame Bin Ladin! Brzezinski’yle o dönemlerden kalan fotoğrafı bile varmış.

Fukuyama’nın sonraki söylemleri de ABD’nin gelişen yeni stratejisini ortaya koyar nitelikte oldu.

“İslam reform geçirmeli, liberalleşmeli” diyen Fukuyama bu sözleri söylediği dönemde; Türkiye’de hiçbir resmi sıfatı bulunmayan Tayyip ve AKP ekibi, ABD’de Bush, Wolfowitz, Grossman ve Pearson’dan oluşan ABD ekibi ile gizli bir toplantı yapıyordu. Daha doğrusu pazarlık! Irak’ta Kürt devletini kurma pazarlığı…

Sovyetlere karşı kullanılan Yeşil Kuşak projesinin radikal İslam’ı; bu yeni stratejiyle yerini başında ılımlı halifesiyle Türkiye’de kökten Batıcı hilafete, onların deyimiyle “Ilımlı İslam’a” bırakıyordu.

MKD: Dinin ılımlısı olmaz!

AKP, Üçüncü Meşrutiyet ve Sevr

İşte Tayyip ve AKP’nin misyonu da bu çerçevede gelişti. Bir turuncu devrimle üçlü koalisyon devrildi, yerine AKP geçirildi ve Türkiye’de Özal’la başlayan Tanzimat süreci devam ederek “Üçüncü Meşrutiyet” dönemi “Üçüncü Abdülhamit” şimdi başlamış oldu. Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin ılımlı halifesi olurken, esas oraya getiriliş amacı olan ABD’nin Irak’a saldırısı gündemdeydi.

Yukarıda bahsettiğimiz Sovyetlerin yıkılışından sonraki NATO’da meydana gelen tehdit algılamasındaki değişim, Bush’un “şer odakları”na karşı başlattığı “haçlı Seferi’yle” de örtüşüyordu.

AKP de ABD’nin Irak’a yapacağı saldırının iktidarı olmuştu.

NATO için evlatlarımızı seve seve ölüme gönderdik diyen Tayyip’in, Irak politikasında da tavrı aynıydı; ancak AKP’nin olanca işbirlikçiliğine rağmen Meclis’ten tezkere geçmedi.

1 Mart tezkeresinin reddi tartışılırken hâkim olan hava Türkiye’nin “Irak’ta masada oturma” şansını kaybettiği üzerine gelişti. Tezkerecilerin canla başla savundukları “müttefik Amerika’nın” çıkarları dâhilinde, Süleymaniye’de yaşanan Türk askerinin başına çuval geçirilmesi olayında bile Amerika’nın yanında tavır aldılar.

Yaşanan 1 Mart’ın intikamıydı onlara göre ve normaldi. Yılların müttefikliğini Türkiye bozmuş oluyordu.

1 Mart süreci gerçekten de Türk-ABD ilişkileri açısından bir dönüm noktası oldu. Ama Süleymaniye’de yaşanan olay tezkereye rağmen AKP’nin değil esas olarak Ordunun hedef olarak seçilmiş olduğunu gösteriyordu.

ABD’nin dikkate aldığı konu ona karşı olan Ordu ve ABD’ye tam bağlı AKP iktidarıydı. AKP ABD’nin yanındayken, Türk Ordusu fiilen ABD karşıtıydı.

İşte AKP, kökten Batıcılığının Şeriatçılığını örttüğü ve ABD’nin Ortadoğu’daki planlarına destek konusunda da tam biat konumunda olmasıyla Türkiye’de bir ılımlı hilafet rejimi ve üçüncü bir Meşrutiyet dönemi başlamıştı.

Meşrutiyetin ardından gelecek süreç de ABD’nin Büyük Ortadoğu Planı’nın tarihsel kökeni olan Sevr planıydı. Yani bölünmüş bir Türkiye… İmzalayan da o dönemin Büyük Mason Üstadıydı!


Rıza Tevfik

AKP iktidarı o dönemki AB uyum yasalarıyla Kürtçülüğün önünün açılıp, ulus-devletin tüm dayanakları bir bir ortadan kaldırırken, ABD’nin Ortadoğu’da ilerleme planlarına da önayak oluyordu. Esasen Tayyip Erdoğan’ın iktidara getiriliş amacı da Kuzey Irak’ta kurulacak ve yayılacak olan kukla Kürt devletiydi.

ABD’nin BOP için adımlarını sıklaştırması da AKP’nin daha baskıcı bir politika üretmeye itti.

Yüzde doksanlara varan ABD karşıtlığının yaşandığı Türkiye’de Amerikancı AKP’nin tavrı tarihî kökeni olan Kürt-İslam’a dönüşünü hızlandırdı.

“Bizi deliği süpürmeyin” yalvarışından sonra da ABD yola onunla devam etti. Ancak kırmızıçizgilerin çoktan silinmesine sebep olan açılımlar sayesinde Kürtçülük hem dağda hem de Meclis’te temsil edilir hâle yine AKP tarafından getirildi. Devlet kendi kendini bitirecek adımları sıklaştırmaya başladı.

Ilımlı İslam balonu patladı: “Büyük Kürdistan” kuruluyor

ABD’nin planları doğrultusunda, “Ilımlı İslamcı” olarak nitelendirilen AKP’nin sadece Şeriatçı yanının ön plana çıkarılmasının, ABD stratejilerine eksik bakmaktan kaynaklandığını ve ona karşı geliştirilecek mücadele stratejilerinin ekseninde de kaymalar yaşandığını belirtmiştik.

AKP için meseleye “İslam’ın liberalleşmesi” olarak bakarken, Kürtçülük konusunda hiçbir politikası yokmuş gibi davranmanın hataları ortaya çıkıyor.

AKP-DTP savaşının aldığı son durum gösteriyor ki Tayyip de kendi yarattığı sürecin karşısında ülke içinde zorlanır duruma gelmiş bulunuyor.

En yakınlarından itibaren tüm liberal çevrenin de tepkisine bakacak olursak Tayyip, “ya sev ya terk etçi” olarak gösteriliyor ve “Kürt sorununda” yanlış ve “milliyetçi” bir tavır almakla suçlanıyor.

Kürt-İslam’ın tüm bileşenleri de özüne, Said-i Kürdi’ye dönüyor. Yâni Kürt devletine, “Büyük Kürdistan’a”!


Tayyip’in ziyaret ettiği ve DTP’nin yoğun etkisinin olduğu birçok güneydoğu ilinde yaşanan ayaklanma girişimleri, ortaya atılan “soykırıma uğradık” iddiaları, Fethullahçıların PKK’nın tezlerini savunmalarıyla birlikte Türkiye’nin Kuzey Irak’ta ABD’nin kurdurduğu kukla Kürt devletini muhatap alması gösteriyor ki; Apo’nun yalnızlığının tartışıldığı Türkiye’de süreç “Ilımlı İslam’dan” değil Kürt Devletinden yana esmektedir.

Şimdi de ABD Irak’tan çekiliyormuş haberleri gündemde…

Amerika son anlaşmayla beraber Irak’ta kalma süresini aslında uzattı ve bundan sonra da Barzani ile Türkiye’yi görüştürüp, Türk tarafına “Türk uçakları Irak üzerinde uçabilir mi acaba” diye izin talep ettirecek.

Ellili yıllardan bu yana ABD stratejilerine baktığınız zaman görüyoruz ki esas olan ABD’nin çıkarları. Gelen her işbirlikçi iktidar da bu stratejiler dâhilinde kendi üzerine düşen görevi yapıyor ve yapmakta.

Ama esas meselemiz, işbirlikçi iktidarlar bu önde siyaset yaparken, ona karşı politika üretenlerin de başta ABD’li emperyalist fikir merkezlerinin stratejilerini ezberlemeleri, onlara göre politika belirliyor olmaları.

Oysa tüm stratejilerin merkezinde ezen milletin ezme işleminin yapılış tarzı yatıyor. Bu stratejiler, hangi dönem hangi stratejiyi kullanmak lâzım sorusunun emperyalistlerce verilen en uygun cevaplarından başka bir şey değil.

Bugün ortada “Ilımlı İslam” diye bir tehlike yok, bir balon var. Bu balon o kadar şişirilmiş durumda ki birçok Atatürkçünün ağzında AKP Batının taktığı ismiyle anılıyor.

MKD: Bu satırlara zerre kadar katılmıyorum. Bizim komüist arkadaşların işte bu noktalarda basiretleri bağlanıyor! Nasıl yok Yâhu?

ABD Soğuk Savaş ve Yeşil Kuşak’tan sonra bir değişiklikle başına dertler de açan militan İslam yerine, AKP gibi “değiştik” diyen kökten Batıcı, Şeriatçı ve aynı anda da kökenden Kürtçü bir yapıyı yani Kürt devleti için “en uygununu” seçti sâdece.

ABD’nin tüm stratejileri daha önce belirtildiği gibi “Amerika’nın dostu yoktur, çıkarları vardırın” altında gizli.

ABD’nin başında derisinin rengi ne olursa olsun bir Sam Amca olacak ve stratejileri de hep onun çıkarına, bizim zararımıza olacak.

Başında kim olursa olsun, projesinin adı ne olursa olsun “Büyük Kürdistan”ı kurmaya çalışacak.

O yüzden Amerika’nın diliyle, onun stratejisiyle değil kendi dilimizle ve stratejimizle, milletçe savaşacağız!

Abdullah Gül, Gorbaçov ve…

Ortadoğu’ya ajan yetiştiren okul (The University of Exeter) Arap, İslam dünyası ve Kürtler konusunda ihtisaslaşması gereken İngiliz ajanlarının veya sevenlerinin eğitildiği Exeter Üniversitesi, Türkiye’den de birçok bürokrat ve siyasinin de yüksek lisans veya doktora adresi. Bu isimlerin başında Abdullah Gül, Durmuş Yılmaz ve Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu geliyor.

 

Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu

İngilizler’in Exeter Üniversitesi'nin internet sitesinde bir gezinti yaparsanız, Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren ve Türkiye’nin pek hayrına olmayan ilgi alanları konusunda bilgi sahibi olabilirsiniz…

The University of Exeter… Adını, bulunduğu şehirden alan üniversite!

Son derece düzenli bir şehirciğin, ağaçlar arasında, Kilise komşusu ilim irfan yuvası! İngilizler’in bu “akademiye” müstehzî baktıkları biliniyor... Araştırmacı Yazar Arslan Bulut, bu üniversite ile ilgili, bizleri ilgilendiren bilgiler aktardı... Mesela şunları yazdı: “İçişleri Bakanlığı, birçok kaymakam adayını Millî Güvenlik Akademisi eğitiminden sonra Exeter Üniversitesi’ne göndermiş ve burada dil eğitimi almasını sağlamıştır. Hâlen Türkiye'de, özellikle Güneydoğu ilçelerinde görev yapan birçok kaymakam ve vali yardımcısı Exeter’de doktora yapmıştır”!

Konuyu dağıtmadan, bu noktada bir saplama yapalım... Elbette, söz konusu vatan toprağında çok kıymetli vatansever devlet görevlilerimiz, fedakârca makamlarını doldurmaktadır... Ancak, son yıllarda, buralarda dikkat çekici faaliyetleriyle ilgi toplayan devlet görevlileri de mevcut. Örneğin, terörle mücadelede, vatan savunmasında, eşkıya çetesi ile boğuşan bâzı subaylarımız, komutanlar, generaller, PKK çetesinin yardakçıları, koldaşları tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne şikâyet edilmişler, haklarında davalar açılmaları sağlanmıştır. PKK’nın açtırdığı davalarda, bâzı kaymakamlar, üst rütbeli Türk subayları aleyhine AİHM’e şahit olarak ifadeler vermişlerdir. Bunlar görevdedir! Tekrar konumuza dönelim. Exeter’de “bulunan” başka devlet görevlileri ile ilgili, Bulut’un yazdıklarını öğrenelim. “Yüksek yargı organlarından da tetkik hâkimleri Exeter Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimine gönderilmektedir”! Exeter Üniversitesi, İngiliz üniversiteleri arasında “Kürt Araştırmaları Enstitüsü” olan tek yükseköğretim kurumudur. Exeter Üniversitesi'nde ayrıca Arap ve İslamî Araştırmalar Enstitüsü de bulunuyor! Başında, Abdullah Gül'e fahri doktora unvanı veren Tim Niblock vardır. Gizli servis İngiliz istihbarat servislerinin, yurtdışı görevlere gönderilecek ajanlarının önemli bir bölümü, Exeter Üniversitesi'nde eğitim görür.


 Tim Niblock

Ayrıca Arap ve İslam Dünyası ile Kürtler hakkında uzmanlaşması gereken İngiliz ajanlar da bu üniversitenin hocaları tarafından eğitilir. Üniversite yayınlarında, Irak'ın kuzeyinden “Irak Kürdistanı” diye söz edilir. Green Peace (Yeşil Barış) örgütü de Exeter Üniversitesi’nde bir laboratuvar sahibidir! Exeter Üniversitesi’nden mezun olan veya doktorasını burada yapan kişileri, daha sonra özellikle İslam ülkelerinde önemli ekonomik ve siyasî kuruluşların başında veya devlet görevlerinde görmek mümkündür. Meselâ İslam Kalkınma Bankası’nın bütün önemli yöneticileri Exeter Üniversitesi'nde yüksek lisans veya doktora yapmıştır! Tabii buraya gönderilecek öğrencileri de kendi ülkelerindeki “İslami kuruluşlar” seçer! İngiliz tarihinde kullanılan işkence aletlerinden biri “Exeter Dükünün Kızı” olarak anılır... Ne kadar heyecan verici değil mi? “İstanbul Milletvekili Nevzat Yalçıntaş, seneler önce İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın kendisini Londra'ya ve güneye Exeter Şatosu'na davet ettiğini, burada medyanın demokrasiyi tahrip etmesi üzerine bir beyin fırtınasına katıldığını bir Meclis konuşmasında açıklamıştır.


MKD: Nevzat Bey’e küçükken “amca” derdim ve kedisi hâlâ hayatta; geçenlerde Nişantaşı’nda yürürken gördüm. Bu üniversiteye giden ilk “Sağcı Beyaz Türklerdendir” ve Lord gibi de adamdır doğrusu. Babam severdi kendisini…

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Exeter Üniversitesi'nde iki yıl eğitim-öğretim görmüştür. Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da, Abdullah Gül'ün bu üniversiteden arkadaşıdır! Abdullah Gül, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve Prof. Sabahattin Zaim gibi hocalarının teşviki ve sağladıkları Millî Kültür Vakfı bursu ile 1976-1978 yıllarında İngiltere'ye gönderilmiştir. Gül, burada İslam ülkelerinde ileride görev alacak olan doktora öğrencileri ile sıkı bir arkadaşlık kurmuştur. Dönüşte Sebahattin Zaim’in daveti ile Sakarya Üniversitesi'nde görev almıştır. Doktora tezi, “Türkiye ile İslam Ülkeleri Arasındaki Ekonomik İlişkilerin Gelişimi” başlığını taşır. Tez hocası ise Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’tır!

Abdullah Gül, 12 Eylül'den birkaç gün sonra evinden alınıp götürülür ve İstanbul’da Metris Askeri Cezaevi'ne kapatılır! Çıktıktan bir süre sonra Merkezi Cidde’de olan ve 48 İslam ülkesinin üye olduğu İslam Kalkınma Bankası’nda diğer Exeter mezunu arkadaşları ile birlikte ekonomi uzmanı olarak görev alır. İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğu,


Exeter Üniversitesi'nde doktora sonrası çalışmalar yapmıştır. Harry Potter serisinin yazarı Joanne Rowling, Exeter Üniversitesi’nde, Fransızca ve klasik edebiyatlar okumuştur! Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Tutulmaz Exeter Üniversitesi'nde kamu yönetimi yüksek lisansı yapmıştır. Exeter Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ian Markham’ınSaid Nursî'nin başarısı: Hakikat ve hoşgörü” başlıklı bir makalesi vardır!


 

Yâni bu üniversite “dinlerarası diyalogun” kurgulanmasında da vardır. Markham, Exeter’de ilahiyat dalında öğretim görevlisidir." Bu muhteşem ilişkileri biraz daha geliştirelim… Anlaşılacağı gibi, İngiltere'nin Exeter kasabasından Türkiye'ye, Irak'ın kuzeyine, Arap çöllerine, petrol kuyularına doğru bir mutluluk tablosunu tespit etmek mümkündür... Bir trilyon dolar Şu sıralar, Araştırmacı Yazar Tuncay Mollaveisoğlu’nun kitabı “çok satanlar” arasında yerini aldı…

Mollaveisoğlu, kitabında “Petro-Dolar” imparatorluğu ile de ilgili bilgiler veriyor. Kitaptan aldığımız satırları dikkatle okuyalım. “Bugüne kadar, Amerika ve Avrupa'ya akan petro-Dolarların toplam büyüklüğünün yaklaşık 1 trilyon Dolar olduğu tahmin ve hesap ediliyor. Bunun ise yüzde yetmiş kadarı ABD ekonomisinde, kalanın büyük kısmı da Avrupa ekonomisinde. Bu paralar, ABD ve diğer sanayileşmiş ülkeler, finans merkezleri için güç kaynağına dönüştüğü ölçüde, diğer ülkeler için güç kaybı anlamına geliyordu. Fizikteki birleşik kaplar deneyine benzer bir 'etken-edilgen' ilişkisi yaratıyordu”... Bir trilyon Petro-Dolar…

Yüzde yetmişi ABD’de, kalanı büyük ölçüde AB'de dolaşan muazzam para! ABD’nin dev sanayi kuruluşlarının birçoğunda Arap sermayesi ve yönetimi var. Ancak, Petro-Dolarlar sayesinde yaratılmış olan bu sermaye ve kuruluşlar, yıllardır bir parçası hâline geldikleri, bütünleştikleri ABD'nin gözetim, denetim, kontrol ve yönlendirmesine tabi. Geriye kalan da “sermayenin sınır ötesi hareketlerinin önündeki tüm engelleri kaldırmak”, yâni “Küresel Kapitalizm”.

Borçlanma ve güdümlü demokrasi ilişkilerin Türkiye’yi ne kadar ilgilendirdiğini, daha doğrusu “Küresel Güçlerin” Türkiye’yi ellerinde tutmaya neden ihtiyaç duyduklarını iyice anlamak için, Tuncay Mollaveisoğlu’nun 'satırlarından' yararlanmayı sürdürelim.

Samuel Huttington, 1992 yılında Medeniyetler Çatışması’nı yazarken, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini ve gelişmeleri gözünden kaçırmış olmalıydı! Neden acaba? Özellikle, soğuk savaş döneminde, sosyalist hareketlere karşı yeşil kuşak (anti-komünist blok) oluşturmak amacıyla diğer ülkelere de 'güdümlü' demokrasi ihraç edilmesi için ortada güzel ve başarılı bir uygulama vardı: Suudi Arabistan. 1973 yılındaki petrol fiyatlarındaki artış sebebiyle, ödemeler dengesi açıklarından kaynaklanan ekonomik krize giren Türkiye gibi ülkelere, “borç politikası” yoluyla güdümlü demokrasi ihraç edilebilecekti. Mekanizma basitti: Suudi petrol gelirleri, ABD tahvillerine yatırılacak, uluslararası para sihirbazları ve yatırım bankaları da bu paraları daha yüksek faiz ile Türkiye gibi ülkelere borç verecekti. Böylece, paradan para kazanma ve finans kapital dönemi de başlayacaktı. Bu projelerde özel fonksiyonlar yüklenen Dünya Bankası ve IMF, borç ve reformlar konusunda akıl vermek, siyasi yönlendirmeler yapmak için hazırdı. Dünya Bankası ve IMF kontrolüne giren ülkeler, borcu ödemek için borç alacak, ama ekonomik kalkınmalarını finanse edemeyeceklerdi.


 Samuel Huttington

Böylece, daha çok bağımlı hâle geleceklerdi. “Pavyonda, genelevde çalışan kadınların rehin alındığı yöntemle aynı durum”! “1973 petrol krizi ve petrol fiyatlarındaki artışlar ile dünyanın petrol faturası büyüdü, refah dağılımı değişti, para ve kredi talebi de arttı. Böylece, arz-talep yâni piyasa kurallarına göre, borç verme ve verilen borçlara yüksek faiz uygulama dönemi başladı. Türkiye'de haşhaş ekim alanlarının sınırlanması, 1974 Kıbrıs Harekâtı’nın yapılmaması gibi siyasî dayatmalar da borç verme şartı oluverdi.


Bunu borçların yeni borçlarla ödenmesi dönemi izledi. Millî gelirlerin borç faizlerini dahi ödemeye yetmediği noktada, “özelleştirme laboratuvarları” kuruldu. Millî ekonomilerin doğal kaynakları, madenleri, enerji, petro-kimya tesisleri, ağır sanayi, bankacılık dâhil, en kârlı alanları özelleştirme adı altında yabancı sermayeye yok pahasına devredilmeye başlandı. Ancak, ulusal ekonomilere giren yabancı sermaye ve özelleştirme gelirleri dış borçların faiz ödemelerini dahi karşılamıyordu. Bu kez, 'küreselleşme laboratuvarı' kuruldu, sermayenin uluslar ötesi akışkanlığı için adeta sanal otoyollar, hava limanları inşa edildi ve gelişmekte olan millî ekonomiler yabancı menşeli sıcak/spekülatif paraya emanet edildi! Yabancıların sıcak paradan olağanüstü kazanç sağladığını gören ulusal sanayiciler ve iş adamları da üretim ve sermayelerini 'bıyıklı' denilen yerli sıcak paraya dönüştürdüler, kur riskleri, açık pozisyonlar tarihî rekorlar kırmaya başladı. Paradan para kazanmaya dayalı olarak yaratılan Lale Devri, sanayicileri birer kriz tetikçisine dönüştürüyordu...”

Tuncay Mollaveisoğlu’nun çizdiği 'istila' hareketini yürütebilmek için, küresel gücün en büyük ihtiyacı neydi? Cevabı, Arslan Bulut'un Exeter üzerine verdiği bilgilerdedir.

Kürt Enstitüleri

Paris’te 24 Şubat 1983 tarihinde kurulmuş, 1983’te vakıf olmuştur. Brüksel, Almanya ve Paris’te de bunlar mevcuttur.


Brüksel Kürt Enstitüsü 1978'de kurulmuşturEnstitünün amacı: Belçika'da yaşayan Kürtleri yüceltmek, Belçika toplumuna güzelce uyum sağlamaları için kendi kimliğini, medeniyetini Belçikalılara, Avrupalılara ve diğer insanlara Kürt tarihi ve medeniyeti üzerinden tanıtmak. Thodoros Koutroubas, Ward Vloeberghs ve Zeynep Yanasmayan’a göre, Brüksel Kürt Enstitüsü, Türkiye'deki insan hak ihlâli ve Güneydoğu’daki Kürt halkının istikrarsız durumuna dikkatlerini çekmek için planlanan basın toplantılar ve gösteriler gibi diğer hareketlerde görev yapmak için belirgin siyasî gündeme sahiptir. Enstitü, 16 Eylül 2000 tarihinde İstanbul Kürt Enstitüsü, Berlin Kürt Enstitüsü ve Stockholm Kürt Enstitüsü ile ortak bir açıklama yaparak, Kürtler arası çatışmaların durdurulmasını ve iç barışın sağlanmasını istedi. İstanbul Kürt Enstitüsü, 18 Nisan 1992 tarihinde İstanbul’da kuruldu. Berlin Kürt EnstitüsüAlmanya Kürt Enstitüsü (2007’de Köln’e taşına kadar Berlin Kürt Enstitüsü) . 1994 yılında araştırma ve bilim için kurulmuştur. Enstitünün derginin adı: Enstitünün kitapları Kürt Enstitüsü Yayınları (Weşanên Înstîtûta Kurdî)ndan çıkmaktadır. Enstitü’nün PKK ile bağlantısının olmadığı yönündeki görüş vardır. Ancak Michael M. Gunter’in aktardığına göre, Berlin Kürt Enstitüsü’nün eski üyelerinden Abdurrahman Durre, PKK tarafından Avrupa’da kurulan Kürdistan İslamî Hareketi’nin sözcülüğünü üstlenmiştir. Stockholm Kürt Enstitüsü: Kürt Enstitüsü, Stockholm’de bulunan Kürt dilini ve kültürünü araştıran toplumsal ve kültürel kuruluşudur. 1996 yılında kurulmuştur.Washington Kürt Enstitüsü (Washington Kurdish Institute) (Washington, 1996).Tahran Kürt Enstitüsü (Tahran, 2001)Kürt Halk Eserleri Enstitüsü (Süleymaniye, 2003).

TOPARLAYALIM

Uzun makaleler genellikle okunmaz, bakalım bu yazımı kaç kişi okuyacak…

Vermek istediğim mesaj çok açık:

Türkiye’nin bölünüp parçalanması, içinde aklınıza gelecek bütün emperyalist ülkelerin, İsrail’in de sessiz sedasız pek sayılmayacak desteği ile çoktan hazırdır.

Her adım en az 100-200 sene önce atılmıştır ve aşama aşama da gerçekleşmektedir.

Her Exeter mezunu ajandır demiyorum tabii ki ama burası Ortadoğu liderleri için bir üstür.

Batı planlarını yapar, “keymens” yâni anahtar adamlar veya “birds’ eggs” yâni zamanında yumurtadan çıkacak civcivler her tarafta hazırlanır ve o Ortadoğu ülkesi berhava edilir.

Unutmayalım ki, Batı’nın en kadim düşmanı, bütün yamanma ve yanaşma çabalarımıza rağmen, Laik ve Demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti’dir.

SSCB, İran, Irak ve Suudiler nasıl “kucağa oturduysa”, bizim için de planlar açıktır.

Sultanlık Sistemi, Büyük Ortadoğu’nun kurulması ve bağımsız Kürdistan demek, Çin’de dahi işkence gören bu mazlum kavmin berhava edilmesi anlamına gelecektir.

Seçimlerdeki oylarınıza çok dikkat edin, lamı cimi yok.

Emevileri kovdular, biz de Anadolu’ya geleli daha 1000 sene olmadı!

Kaçacağımız yer de kalmadı, hepimizi katletmeseler bile, küçük eyaletlerde esir düşmüş azınlıklar hâlinde zulme uğrarız.

Aklımızı başımıza devşirelim.

Seçimler 7 Haziran’da mı ne!

Aman dikkat.

Her şeye rağmen bu işi bir Millî Mutabakat Hükumeti ve Yeniden Millî Mücadele ancak çözer.

Irkçı değil, uzlaştırıcı bir Türklüğün adresi de, Mustafa Kemal Atatürk’ün vasiyetinde saklıdır: “Kendini Türk hisseden herkes, Türk’tür”.

Türkçe bilmese dahi!

Ne mutlu Türk’üm diyene ve diyebilene, dedirtene.

Oylarınızı ona göre kullanın!

Herkese sevgim ve saygımla...

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 24.03.2015

SEÇİMLERE AZ KALDI!

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Senelerdir bir Paralel Örgüttür tutturtulalar.

Hâlbuki bu zatın Pennsylvania’da oturduğunu oturup, sürekli ağlayan bir Müslüman olduğunu bilmeyen mi var?

Oturuyor, durmadan dualar okuyor ve risale-i Nur’dan ayetler okuyup duruyor.


Pek çok televizyon kanalı var ve oradan sürekli olarak Hükumete kötü sözler söylüyor.

Paralel Örgüt mevcutsa bile bunu kimsenin çökertebildiği filan yok.

Meğer İzmir Bornova’dan ABD’ye postalanmış ve biz de onun ölümsüz odluğunun farkında değilmişiz meğer.

Bülent Arınç hep ağlar ya, bakın şimdi o da pek zor durumda.

Bakıyoruz medyaya, sürekli olarak sövmekte, lânetler yaratmakta,

En çok güldüğüm de 3. Köprü çünkü orası değer kazandıkça bizim evimizin fiyatı yükselmekte.

Bir Saray ki, ağır silahlarla korunacakmış ve oda sayısı 5000’den fazlaymış.

Melih Göçkek’le de aralarında bir geçimsizlik var belli ki, çok kötü durumdaymış kendisi. Arınç’la da yolları ayrılmış.

Bu zat AKP’nin Ankara Büyük Belediyesi Başkanı değil mi?

Neden şimdi hepsi birbirlerine düştü.

Acaba bu Hükumetin son demleri, son çırpınışları mı bu?

Herkes fişlenmiş ve maça bile gidenleri oturdukları yerden fişliyorlarmış.

Türkiye elden gitmekte, Tayip Erdoğan Hükumeti her şeye zam yapmakta.

Köprünün halatlarından b iri kopmuş, Japonlar bile ayağa kalkmış.

Faizler arttı, halk fakirleşti ama belki de sonları yaklaşmakta.

Üniversitelerde özerklik varmış, rektörler de demokratik yolla seçilirmiş, kimin umurunda?

Bakalım bundan sora Fethullah Gülen ve ekibi daha ne kadar sövecek ve Tıpkı Zeus gibi lanetler yağdıracak.


Bu işin sonu Anayasa Mehkemesi’nde mi yoksa Devlet Güvenlik’te mi bite, bilen yok.

Fazıl Say kıskaçta, herkes maçta.

Neden bu kadar öfke ve lanet okuma?

Tweet atmak bile yasaklanıyor gene…

İnsanlar neyle muhavere edip anlaşacak. Arada müsaade edeceklermiş.

Diyelim ki bir What’s up grubu kurdunuz, oraya da mı müdahale edecekler?

İnsanların haberleşme ve demokratik yollardan birbirini tanıma hürriyetine bu kadar ağır bir şekilde yüklenmenin anlamı ne?

Bütün medyada artık üçüncü sıradalar ama Sözcü’de, Melik Gökçek içi “havlıyor” diye yazmışlar.

Bu kişinin birçok kanalı var ve meğer yanılmışım, Müslümanmış.

Mademki iki taraf da Sünni Müslüman ve aynı mezhebin, aynı değer yargılarında buluşmaktalar, nedir aralarındaki bu rekabetin anlamı? Bülent Arınç da mı Paralelci?

Şeyini şeye ettiğimin şeyi kimin lafıydı?

“Bakara Makara” diye büyük günah işleyen Egemen Bağış değil miydi, şimdi hangi köşeleri dönmekte?

Acaba hangi yetki ve yetkeyle durduracaklar insanların ayakta kalma, öğrenim ve öğretim hürriyetini kullanmasını daha fazla engelleyebilirler.

Meselâ Beykent’te Rektör Bey’le görüşmeye gideceğim.

Kravatımı da takacağım.

Zaten pekiyi tanır bizi Emir Karahan Hoca

Şimdi Hıristiyanlığın simgesi sanılan kravatımı taktığım için sözleşmemi mi yenilemeyecek?

Bu arada maalesef Sevgili Raşit’e olanlar oldu ve hayatımda ilk defa “kınama” lâfını edecek kadar öfkeliyim çünkü demokrasi ayaklar altına alındı ve yerine gene bir yandaş oturtulacak belli ki!

Hangi devlet adamı Atatürk’ün yerini almak için uğraşır ve bu nasıl bir kindir, kan davasıdır anlamak zor.

Birini kapayın, öbürü açılıyor ve kanallar etrafa saçılıyor.

Bütün televizyonlar ellerinde, her taraf tekellerinde.

Buna dur diyecek TSK kaldı mı?

Beykent’in de TV kanalı var artık Digiturk’ü olanlara.

Demem o ki, bu kavga ya İstiklâl Mahkemesi’nde, ya da bir başka mercie taşınacak ama daha pek uzun süre de öylece sürecek!

"Tayyip Saray’da, Ahmet Çankaya’da" diye bir slogan var.

Dilerim ki dikkatli olalım ve çok fazla farkındalık sahibi olalım.

Bundan sonrası ya Adnan Menderes gibi olur, ya da Özal gibi ama pek de hayırlı gözükmemekte.

Dikkatli olun ve tetikçilerin kurbanı olmayın çünkü artık hepimizin hayatı tehlike altında.

“Alo” denince dahi dinlenip fişleniyorsunuz!

“One Minüt” marka oldu. İyi de, “Yahudi dölü” ne demekti?

İnsan kendi çıktığı ve destek aldığı lobiyi arkasına alır mı?

Yahudi ve Türk kültürleri çok yakındır ve hep onu der, söyler ve yazarım: “Bu iki Kadim Millet bir el ele verirse, dünyanın da, evrenin de tozunu attırırlar” diye.

Ne demek Havra’ya küfretmek, ya birleri de camiye kem söz sözlerse.

O takdirde kim kime ne diyecek ve neyin hesabını verecek.

Kenan Evren de hâlâ hayatta ve 12 Eylül’ün sorgulamasını yapmakta, tıpkı Şahinkaya gibi.

Yakuroviç de selfie yapınca mevta olmuş (Ukrayna’dan).

Emenike çok kızmış maçın sonunda.

Acaba "alo derken mi" bizi gözaltına alacaklar yoksa bir maça gidince mi?

İnsafları yok mu?

ÇOCUĞUM YEMEK YEMİYOR NE YAPMALIYIM?

$
0
0

Ebeveyn olarak çocuklarımızın en güzel şekilde beslenmesini, sağlıklı büyümelerini arzu etmemiz en doğal hakkımız. Bâzı çocuklar, doğuştan iştahlı oluyor, bazıları ise iştahsız oluyorlar ne yazık ki…

İştahsız çocuklarla ilgili olarak ebeveynlerin, özellikle de annelerin ciddi şekilde yetersizlik duygusu yaşadıklarını görmekteyiz. Hattâ bu durumu takıntı haline getiren anneler de mevcut.


Bu yazımda beslemeyle ilgili tutum hataları arasından en sık karşılaştığımız örneklerden bahsetmek istiyorum.

Bâzı ailelerde iştahı çok fazla olmayan çocuğa yemek yemesi için aşırı baskı yapıldığını görmekteyiz.  Bu gibi durumlarda, “hayat, âdeta tabaktaki yemeğin tam olarak bitmesinden ibaretmiş” gibi yaşanıyor. Elinde yemek kâsesiyle çocuğun peşinden koşan ve ona yemesi için adeta yalvaran bir anne ve/veya bakıcı tablosu nadir değil ne yazık ki. Bu tarzın hiç de uygun olmadığının özellikle vurgulanması gerekiyor. Böylesine bir besleme tutumu zaten iştahı az olan bir çocuğu inatlaşma davranışına ve hiç yememeye davet eder.

Yeme tutumlarıyla ilgili olarak özellikle vurgulanması gerekenler şu şekilde özetlenebilir:

-9 aylıktan itibaren bir çocuk aile sofrasına oturabilir. Beceriksizce de olsa kaşıkla bir şeyler yiyebilir.

-Çocuğunuzun üç ana, iki veya üç tane de ara öğünü olsun.

-Çocuğunuzu her seferinde aile sofrasına oturtmaya özen gösterin. Besleyici olduğu kadar seveceğini de düşündüğünüz bir menüyü ortaya koyun. Pütürlü gıdalara zamanında geçin. HER ŞEYİ BLENDERDAN geçirerek püre halinde verme alışkanlığınızdan 10 aylıktan itibaren vazgeçin.

-Yemesi için hiç baskı yapmayın. Onun yemek yemesini, sizin için çok önemli bir şeymiş gibi idrak etmesinden kaçının. Yemek konusunda pazarlık yapmayın ve inatlaşmayın.

-Çiğneme ve elindeki ekmek veya kurabiyeyi kemirme alışkanlığını zamanında kazandırın.

-Her gün bir veya iki öğününde yeme çeşitliliğini kazandırabilecek farklı alternatiflerle tanıştırın.

-Çoğunlukla kendisinin yemeye çalışmasını ve bunu öğrenmesini sağlayın. Ağzına beslemekten olabildiğince kaçının. Yere dökülen ve etrafa saçılan yemeklere tepki göstermeyin.

-Herkesin yemeği bittikten sonra 10 dakika kadar daha bekleyin, yemiyorsa tabağını alacağınızı söyleyin. Süre dolduktan sonra ısrarcı olmadan ve bozulmuş gibi yapmadan tabağını alın.

-Yemeğini yeterince yemediyse yemek saatinin hemen ardından gelen abur cubur, atıştırmalık gibi istekleri reddedin. Bir sonraki öğün saatine kadar meyve dışında özel bir şey hazırlayamayacağınızı, veremeyeceğinizi ifade edin. Diğer öğün saatine kadar birkaç porsiyon meyve yeme seçeneği sunun.

-Diğer öğün saati geldiğinde sevdiği yiyecekleri sunun ve yine ısrarcı davranmayın.

-Çikolata, tatlı, çerez gibi alternatifleri esas öğünlerini yediği takdirde o öğünlerin sonrasında verin. Ama bu besinlerin sunumunu pazarlık meselesi haline getirmeyin.

-Onun yemesini takıntı haline getirmeyin, yediklerini takıntılı bir şekilde hesaplamayın, yemek yemesini sizin için hayati bir konu haline getirerek ona yansıtmayın. Elinizde kaşık ve tabakla onun peşinden koşmayın.

-Gezinerek değil, oturarak yemek yeme alışkanlığı edinmesini sağlayın.

-Besleyici, sağlıklı ve çeşitlilik içeren gıdalardan oluşan bir yemek yeme alışkanlığı kazanmasını sağlayın.

Tüm bunları yerinde ve kararında uyguladığınız takdirde, çocuğunuzun beslenme saatleri sizin için bir külfet olmaktan çıkıp, keyifli bir aktivite halini alacaktır.

Unutmayalım ki, “aç bir çocuk mutlaka yemek yer”. Bu konuda rahat ve tutarlı olmanız onun sağlıklı beslenmesini ve sağlıklı gelişmesini sağlayacaktır. Yemek yedirme ve besleme ritüelinin sağlıklı olması ise aranızdaki sevgi bağını güçlendirecek ve ebeveyn-çocuk bağlanmasının en sağlıklı şekilde olgunlaşmasını sağlayacaktır.

 

Yrd. Doç. Dr. Neslim G. Doksat - Çocuk ve Ergen Psikiyatrı

EL SIKIŞMASINDA İNSANLARI ANLAMAK

$
0
0

Sevgili Öğrencilerim,

El sıkışma geleneği Kadim Şövalyelerden kalma bir ritüeldir.

Öyle zamanlar olur ki, psikiyatride olsun, psikolojide de keza, bir insanın dana kapıdan girerken haline bakıp, el sıkışma stilinden onun nesi olduğu hakkında bir fikir elde edebilirsiniz.

Mesela Paranoidler siziin arkanıza doğru bakar ama bir şizofrenin Mayer Gross’un ilk defa tarif ettiği gibi, el sıkışı ürkek ve çekingendir yâni ambivalandır. Bu, Şizofreni hastaları için de muteberdir. Göz temâsından hiç hazzetmezler ve sizin yâhut hekimin tâ arkasına doğru nazar ederler (bakarlar).


Bunları ürkek ve tereddütlü, ikircikli (ambivalan) ruh hâlleri çok dikkat çekicidir.

Keza Sosyal Anksiyete Bozukluğunda (Sosyal fobi) elleri nemlidir ve neredeyse sizinle görüşürken bir Panik Atağı geçirecek hâle gelebilir (bu da, Evrimsel açıdan hatalı bir boğulma alarmıdır aslında). Nöbet esnasında mide bağırsak sisteminde veya soluk almada sıkıntılar yaşanır. Aşırı panikleyen hastalar idrar ve dışkılarını dahi kaçırabilirler.

Depresyonlu hastalardan Atipik olanlarda ürkekçe bir bakış ve size bakarken de gözlerinde gözyaşlarının gözlerinde takıldığını fark edebilirsiniz.

Manik Hastalar son derecede baştan çıkarıcı ve sizin başınızı sıkıntıya sokabilecek kadar da abartılı makyajlı olabilirler.

Sınırda Kişilik bozukluğunda, sizi avcuna almak ve sedükte etmek için (flört etmek, baştan çıkarmak) ciddi bir şekilde gayret gösterebilirler.

Tipik Depresyonda zâten hasta çökkün, bitkin ve gözleri fersiz, omuzları çöküktür ve sizi gönülsüzce, hiç de canı çekmeden karşılayacak ve elinizi ancak sıkacaktır (Anhedoni, hayattan zevk alamama ve bedbinlik).

Keza, Atipik Depresyonda hasta kendisinin hasta olduğunun farkında olmayabilir veya olabilir ama bilhassa karbohidrat (msl. Çikolata) tüketiminde aşırı artış vardır (karbonhidrat yanlış ifade).

Böyle hastalar genellikle Aleksitimik de oldukları için,  kendi duygudurumlarının farkında pek olmayabilirler ve gözlerini ürkek çe kaçırabilirler Toronto Aleksitimi Ölçeği en iyi yöntemdir, Şimdiki Durum Muayenesi de uygulanabilir: Present State Examination).

Böyle hastalar aslında ağlamayı dahi başaramazlar ve Maskeli Depresyon dediğimiz tabloda da bu aynen böyledir.

Bipolar Bozukluğun Disforik Mani denen döngüsünde ise hastalarda aşırı alınganlık ve öfkelilik, saldırganlık gösterebilirler.

Keza Premensrüel Disforik Bozuklukta da aşır alınganlık ve öfke patlamaları görülebilir. Üretkenlik çağındaki beş kadından üçünde görülür, Âdet Öncesi Sendromu da denir. Sizi hanımların üretkenlik döneminde olanlarında büyük bir sorundur bu.

Ultradiyen Hızlı Döngülü Bipolar Bozuklukta ise, hastaların gerek duygulanımlarında (affekt), gerekse duygudurumlarında (mood) anlık değişiklikler, gün içinde dalgalanmalar görülür.

Böyle bir kadın hastam kocasını defalarca aldatıyor ve kendiyle de övünüyordu.

Bunlarda sıklıkla Sınırda Kişilik Bozukluğu (Borderline) da sık görülür (bkz. Sharon Stone’un oynadığı “Öldüren İçgüdü” filmi. Faça atma, bilek kesme gibi "otomutilasyon" dediğimiz kendine zarar verici davranışlar mutattır.


Organik kaynaklı (bir madde veya başka bir şeye başlı) psikozlarda, meselâ Dissosiyatif tablolarda, epileptik psikozlarda, kişi elinizi âdeta sizi çileden çıkarmak için uğraşır vaziyette öylece tıkanıp kalabilir veya EEG’ye yansımayacak şekilde başını alıp giderken, size de hoşça kal dercesine el sallayıp, tipik Bir Psikojen (Dissosiyatif) Füg'le karşınıza gelir.

Bunların altında genellikle bir örselenme yâni travma yatar.

Travmatik Dissosiyasyonlarda mutlaka EEG veya qEEG tetkiki yapılmalıdır.

Altta yatan bir organik Bozukluğun (eroin veya kokain kullanımına dair tablolar) tefrik-i teşhisini (ayırıcı tanısını) başka tanısını yapamazsınız. Heroin kelimesi “kahramanlık” demektir. Eroin müptelâları (bağımlıları) genellikle mezarlık gibi, köprü altları gibi yakalanmaları pek zor olan yerlerde gizlenirler.

Eğer hastanın bir Narkolepsi veya Hipnoza bağlı raptus (fevrice saldırganlık) şeklinde davranış bozuklukları mevcutsa, bunu ya hipnozla ya da artık pek kullanılmayan Ensülin Koma Tedavisi, hiçbir ciddi kontrendikasyonu yâni kullanımını imkânsız hâle getirecek bir şeyi) olmayan EKT ile çözebilirsiniz.

Eskiden ne güzel elimizde EKT cihazı ile ev ev hattâ muayenehanede para kazanırdık ama artık ya doğrudan şehir cereyanıyla ya da Anestezi altında yapılabilmekte.

Kokain veya Trisikliklere bağlı taşkınlık tablolarında ise Bipolar 3 dediğimiz (Hagoop Akiskal) bir tablo mevzuubahistir.

Pek çok kişide, bilhassa yaşlılarda, “Envolüsyonel Melankoli” de denen yaşlılık dönemine denk gelen depresyonlara rastlanır.

Hazin bir ifade olarak, Yaşlı Yaşlılar intihara Teşebbüs Etmez, Sıklıkla kendilerini öldürürler.

Böyle hastalarda antikolinerik yen etkisi olan ilaçlar verilmemelidir çünkü tam bir kısırdöngü ortaya çıkacaktır (Pipiribedil gibi).

Alzant (Memantin) gibi nöron koruyucu ilaçları şiddetli OKB'de bile, eğer bilhassa yüksek doz BZD'lere (benzodiazepinler) maruz kalanlara reçete edebiliyoruz.

Böylesine klasik endikasyon dışı kullanıma "off label" yâni mutat dışı reçete yazma denir.

Antidepresan etkisi plasebodan daha yüksek olan pek çok bileşik mevcuttur. Bu bileşikler içinde 1960’lı yıllarda imaline başlanan “trisiklik antidepresanlar (TSA)” ve 1990’lı yıllardan sonra antidepresan piyasasına hâkim olan “yeni antidepresanlar” en yüksek başarı olasılığına sâhip ilaçlar olarak dikkati çekmektedir.

Piyasa adları ile Passiflora, Sülpir, Lidanil (mezoridazin) gibi antipsikotikler, Xanax (alprazolam: bir triazolobenzodiazepin) gibi anksiyolitikler veya Atarax (hidroksizin) gibi antihistaminikler de antidepresan etki gösterebilmelerine rağmen, başarıyla tedavi ettikleri hasta oranları antidepresanlardan çok daha düşüktür.

Kısacası, depresyon tedavisinde birinci seçenek antidepresan ilaçlar olmalıdır.

Tioridazin (Melleril çok güzeldi ama qTC aralığını arttırdığı için kaldırıldı ama hâlâ klorpromazin (Largactil), haloperidol (Norodol) bulunabiliyor ve NAL'lamak en geçerli akut teskin etme yöntemi...

Antidepresanların bazı ortak özelliklerini aşağıdaki gibi sıralayabiliriz;

Antidepresanların eşdeğer dozda kullanıldıklarında etkinlik oranları aynıdır. Bağımlılık riskleri yoktur

Çoğu ilk haftadan başlayarak semptomlarda azalma yapmakla birlikte, en belirgin etki 3-6 hafta sonra gözlenir.

Tedavi ile düzelme gösteren olgularda, tedavinin aynı dozda en az 6 ay sürdürülmesi ile önemli oranda korunma sağlanabilmekte, oysa tedavinin erken sonlandırılması durumunda ise olguların yarısında depresyon 2 yıl içinde nüksedebilmektedir.

Eğer iki veya daha fazla atak geçirilmiş ise tedavi en az 12 ay sürdürülmelidir.

Yeterli dozda 4-8 hafta antidepresan tedavi almış hastaların %20-40’ında yeterli düzeyde yanıt alınamayabilir; bu vakalar psikiyatra sevk edilmelidir.

Antidepresan tedavide hangi ilacın seçileceği hekimin deneyimleri, ilaç yan etkileri, ilaç etkileşimleri, hastanın bireysel özellikleri gibi pek çok etmen ile bağlantılı olarak belirlenir.

Trisiklik antidepresanlar (TCA) uzun yıllar kullanılmış ve güvenli ilaçlar olmalarına rağmen 1990’lı yıllarda kullanıma giren “yeni antidepresanlar” önemli ölçüde bu ilaçların yerini almışlardır. Antidepresan tedaviye trisikliklerle mi yoksa yeni antidepresanlarla mı başlanması gerektiği konusunda görüş ayrılıkları olmasına rağmen, birinci basamak hekimin tedaviye yeni antidepresanlarla başlaması ve tedaviye cevap vermeyen olguları psikiyatriste sevk etmesi gerektiği görüşü ağırlık kazanmaktadır. Bu bölümün yazarı da, özellikle ülkemiz şatlrında, tedaviye yeni antidepresanlarla başlanması gerektiği görüşünü benimsemektedir.

Yeni antidepresanlar etkinlik açısından trisiklik antidepresanlardan farklı olmamakla birlikte, pek çok avantajları da bulunmaktadır. Tablo 6’da bu avantajlar belirtilmektedir.

Yeni Antidepresanların Üstünlükleri:

Çoğu günde tek doz ve tek hap olarak verilebilirler,

Geniş spektrumludurlar ve depresyonun yanı sıra anksiyete bozuklukları, Somatizasyon Bozukluüğu gibi rahatsızlıklarda da etkilidirler,

Bu ilaçlarla intihar etmek hemen hemen imkânsızdır; trisiklik antidepresanların pek çoğundan 3-4 kutu ilaç içildiğinde ölüm riski ortaya çıkmaktadır,

Kolay tolere edilebilen yan etkileri vardır, trisikliklere göre yan etkiler nedeniyle tedaviyi bırakma riski 3-4 kat daha azdır,

Kilo alımı, aşırı sersemlik, ağız kuruluğu, kardiyotoksik etki gibi trisiklik antidepresanlarla rastlanan ve çoğu kez optimal etkili doza çıkılmasını engelleyen yan etkiler minimaldir,

Yeni antidepresanların ilaç maliyeti yüksek olmakla birlikte, toplam tedavi maliyetleri trisiklik ilaçlardan daha düşüktür,

Yaşlılar, kronik hastalığı bulunanlar gibi risk gruplarında daha güvenlidirler.

Alkol ile etkileşimleri minimal olmasına rağmen birlikte kullanmaktan kaçınılmalıdır

YENİ ANTİDEPRESANLAR

Fluoxetin, Sertralin, Paroxetin, Fluvoxamin, Citalopram, S-sitalopram SSRI grubunda yer alan antidepresanlardır. Bu ilaçlar oldukça farklı yapıda olmalarına rağmen, herbiri özgün olarak serotonin’in nöronlara geri alınımını engellerler. Ortalama dozlarda kolinerjik, histaminerjik, dopaminerjik, serotoninerjik ve noradrenerjik reseptörlere önemli düzeyde afinite göstermezler.

Bir istisna olarak Paroxetin (Paxil, Seroxat) hafif kolinerjik reseptör blokajı yapabilir fakat bu etki TSAlara göre çok daha az belirgindir ve klinikte önemli sorunlara genellikle neden olmaz.Hiç unutmam, bir hastam bana "Doktorum Doksat, ilacım Seroxat" diye takılmıştı.

Bütün SSGİlerin yan etki profilleri benzerdir. SSGİler aşırı doz durumunda hemen hiçbir zaman hayatı tehdit edici durumlara neden olmazken, trisiklik antiderpresanların aksine, bilişsel süreçlerde de yavaşlama ortaya çıkartmazlar. Etki spektrumları geniş olup, depresyon dışında Obsesif-Kompulsif Bozukluk, Yeme Bozuklukları ve anksiyete bozukluklarında da etkindirler. Sedasyon, ortostatik hipotansiyon ve kabızlık gibi yaşlılarda önemli sorunlara yol açabilen yan etkilere sık rastlanmaması da diğer bir üstünlükleridir.

Fiziksel hastalığı olanlarda ve yaşlılarda yarı dozla başlanması ve etkin dozlara yavaş yavaş çıkılması akıllıca bir yaklaşımdır. Yeterli dozlarda kullanıldığında SSGİlerin etkinliği TSAlar ile eşdeğer düzeyde olmasına rağmen, yan etkiler nedeniyle tedaviye sonlandırma TSAlar ile çok daha sık görülmektedir. Fluoxetin, Sertralin, Paroxetin, Fluvoxamin ve Citalopram’ın yan etki profilleri verilmiştir.

Alkol konusunda aşırı kısıtlamalar gereksizdir. Bilhassa SSGİ kullananlarda arada bir bir kaç kadeh sert liköre (alkollü içkiye) veya bir kadeh sert liköre (şarap, viski, rakı vs.) izin verilebilir.

Bunlar uçucu yapılı oldukları için likör denir (bizim likörler de bunlar içinnde sayılır) ama etil alkol içeren içkiler körlüğe, hattâ ölüme yol açabilir.

RECEP DOKSAT'TAN BİR ANI

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Mete Akyol Büyüğüm bana öyle bir anı yolladı ki, gözlerim doldu.

 

Aradan 20 küsur mu, daha fazla mı geçti kaybedeli, hatırlayamıyorum ama hâlâ sık sık rüyamda görüp anıyorum Pederim’i..

PDF olduğu için kopyalıyamadım ama şöyle bir şey:

18 AĞUSTOS 1980 SAYFA: 3

METE'LİK

PROF. DOKSAT, İKAMETGÂH TEZKERESİ ARIYOR

PROFESÖR Dr. Recep Doksat, İstanbul'da hiçbir mahalle muhtarından ikametgâh tezkeresi alamadığı için, İstanbul'daki görevine başlayamamaktır.

Çukurova Üniversitesindeki görevinden ayrıldıktan sonra İstanbul’a gelen Prof. Dr. Recep Doksat, bir yandan yeni işine başlamak üzere gerekli işlemleri tamamlamaya çalışırken, bir yandan da eşi ve oğluyla ayrı iki koldan İstanbul’a dalıp, kiralık ev aramaya başladılar. İstanbul’da bir akrabalarının yanında konuk olarak kalan Doksat ailesinin tüm bireyleri, bir aydan fazla bir süredir sabah iş yerine gider gibi erkenden evden çıktılar ve kentin çeşitli semtlerinde akşama kadar kiralık bir ev aradıktan sonra gece, yorgun argın ve elleri boş döndüler. Kim bilir kaç yüz bin tane ev ve apartman dairesinin bulunduğu İstanbul’da Doksat’lar, bütçelerine uygun ev bulamadılar. Kaldıkları akrabalarının evine hemen her akşam bir karış suratla dönen Prof. Doksat, geçen hafta bir akşam, bu kez iki karış suratla dönünce, ev sahibi akrabaları da, evi ve oğlu da, ondaki bir ikinci karış suratı hemen fark ettiler: “Hayrola” dediler, “Bugün çok bozuksun. Ne oldu, ne var?” Prof. Doksat, burnundan değil, kulaklarından soluyordu. “Ev bulamadığım için İstanbul'daki yeni görevime başlayamıyorum” dedi, “Ne yapıp yapıp, bir iki gün içinde mutlaka bir ev bulmak zorundayım”. Kiralık ev bulamamakla, işe başlayamamak arasında bir bağ kuramadı evdekiler: “İster kiralık ev bulursun, ister bir akrabamın yanında konuk olarak kalsan, bundan iş yerine ne?” dediler, “İşe başlayabilmem için mutlaka kiralık bir ev bulmak zorunda neden olayım?” SİNİR ve ruh Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Recep Doksat, tedavi için kendisine gelen hastalardan farksız bir sinir bozukluğu içindeydi: “Yeni görevime başlayabilmem için hazırlamak zorunda olduğum evraklar arasında, bir de ikametgâh tezkeresi gerekiyor” dedi, “Bugün tüm evraklarımı hazırladığım, tüm işlemlerimi bitirdiğimi sanarak dosyamı idareye verdim. Dosyamda eksik bir evrak olduğunu söylemezler mi?” “Neymiş o eksik evrak?” “İkametgâh tezkeresi de isteniyordu” diye devam etti Prof. Doksat, “O tezkere yoktu evraklarım arasında. Bu nedenle de, evraklarım tamamlanmış sayılmadı, işle başlamamla ilgili işleme gelinemedi”. İdaredeki görevli, bir mahalle muhtarına gidip, bir ikametgâh tezkeresi almamı önermiş. “Nasıl olsa, formalite icabı bir evraktır bu, hocam” demiş. “Muhtara bir damga ve imza parası verdin mi, iki dakika içinde hazırlar sana bir ikametgâh tezkeresi."

***

Pek meşakkatli zamanlar yaşamıştı ve zaman zaman ikametgâh sıkıntısı da yaşamıştı.

Ben pek gençtim o zamanlar ve yanılmıyorsam Milliyet gazetesinde Akupresür (masajla uygulanan akupunktur) makaleleri yazarak üç beş kuruş da para kazanıyordum.

Hiç unutmam, duayen Gazetecilerden olan Mete Akyol, bir gün Ho ku (Kalın Bağırsak No 4) noktasına yeterince basılırsa, akut migren veya astım krizinin dahi yenilebileceğini anlatmıştım, o da “bak, bastırdığımda geçmezse sana sorarım” demişti sevecen muzipliğiyle…

Bakın o kadar sen sonra gene ondan bir anı yolladı bana ve gene duygulandım, gene özledim Recep Doksat’ı.

Geçen günkü söz merasiminde de Cânan’a “Büyükbaban ne yapıyor” dediğimizde, klasik cevabını vermişti: “Kitap okuyordur babacığım”.

Merhum Peder Beyim, Cânan’ı bir başka severdi, hattâ hayatta gerçekten en çok sevdiği insan kızımdı desem yanılmam.

Daha geçen gün, özel bir toplantıda, tâ Adana’dan bir Beyin Omurilik Sinir Cerrahı arkadaşının oğluyla karşılaştım.

Onun babası da fazla puro içerdi ve stres katsayısı yüksek, pamuk yürekli bir adamdı. Multi Enfarktüs Demansı (Vasküler bunama) yüzünde Parkinson hastası olup, yakınlarda vefat etmiş. Gözlerimiz doldu. Tek oğlu da pırıl pırıl karşımda idi…

“Vay be” diye geçirdim içimden…

Geçen ay da Ankara’da eski bir hastası süslenmiş püslenmiş, kocasıyla akşam yemeğine gelmişti ve bana “Recep Bey” dedi önce, sonra da “hay Allah, Kerem Bey, sizi televizyonlardan tanıyorum, babanız nasıllar” diye sordu. O zaman da tıkandım kaldım, Neslim de hazin hazin gülümsedi.

Benimki de Marmara puroları ile canına okudu güzelim akciğerlerinin!

Bakın o belgeyi paylaştım…

Ben hâlâ onu aşacak kadar ciddi eserlere imza atamamanın sıkıntısını yaşarım ve özleriz hep beraber.

Neslihan da, Nurperi de, Neslim de ve daha nice arkadaşım da tanımıştı onu.

İyi ama zor bir adamdı, hayatla çok mücadele etmiş, bazen de evsiz kalmıştı…

Boğazımda bir yumruk ve birkaç damla gözyaşı var ama iyi ki bugünleri görmedi çünkü kahrolurdu!

Yürekli adamdı, Allah mekânını Cennet eylesin…

Eğer öyle bir yer varsa, bekle babacığım, elbet bir gün seninle de, Anacığımla da buluşacağız.

Zaten sık sık onun usulü köfte yapıyorlar evde...

Şu gözyaşım dursa…

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 27.03.2015

GENE BİR TAYYARE DÜŞMÜŞ!

$
0
0

Sevgili Mekândılar,

Gün geçmiyor ki bir felaket haberi gelmesin, gene bir tayyare çakılmış!

Alman havayolları şirketi Lufthansa’ya ait GermanWings havayolu şirketinin Barselona'dan Düsseldorf’a giden uçağının Fransız Alpleri’nin güneyinde düştüğü belirtildi. İspanya'nın Barselona kentinden saat 11.08'de kalkan uçak mürettebat ile birlikte toplam 150 kişiyi taşıyordu. Fransız yetkililer düşen uçaktan kimsenin sağ kurtulamadığını açıkladı.


Fransız uzmanlar, 150 kişiye mezar olan Germanwings hava yolu şirketine ait Airbus 320'nin enkazında inceleme yapıyor. Alman Die Zeit gazetesi, düşen uçağın teknik bir arıza nedeniyle uzun süre tamir için beklediğini iddia etti.

Alman Die Zeit gazetesi, uçağın teknik bir problem nedeniyle uzun süre tamir için beklediğini yazdı.

Lufthansa'dan yapılan açıklamada tekerleklerin açılması sırasında kapaklarda bir sorun olduğu, ancak bunun güvenlik açısından tehlike oluşturmadığı sadece gürültü yaptığı ve tamirinin de rutin olarak zamanında yapıldığı kaydedildi.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, yaptığı basın açıklamasında “Evlenmeden önceki soyadı Çelik olan 50 yaşında Muradiye adında bir soydaşımızın olduğunu tespit ettik. Yolcu listesini kontrol ettik. Bir de Yasmin adında bir yolcu var ama Türk olup olmadığını bilmiyoruz” dedi.

Katalan haber kanalı ‘24 Saat’ daha önce yaptığı bir haberinde, Almanya kaynaklarına dayanarak, uçakta 39 Türk soyadlı kişinin bulunduğu bilgisine ulaştıklarını duyurmuştu.

MURADİYE LOHMANN KİMDİR?

 

Muradiye Lohhman

Düşen uçakta hayatını kaybeden tek Türk yolcu olduğu iddia edilen 50 yaşındaki Muradiye Lohhman, 2001 yılında evlenerek Alman vatandaşlığına geçmiş. Lohmann, 5 yılı aşkın bir süredir merkezi Düsseldorf’ta bulunan, çok uluslu bir Alman firmasında yöneticilik yapıyordu.

İspanya Kralı ve Fransa Cumhurbaşkanı Hollande yaptıkları ortak basın açıklamasında düşen uçakta Türk yolcuların da olduğunu belirtmişlerdi. Hollande, yaptığı açıklamada yolcular arasında “muhtemelen” Türkiye vatandaşlarının da bulunduğunu söyledi ve Türk halkına başsağlığı" diledi.

Yetkililer Uçakta Türk,  Alman ve İspanyol yolcuların ağırlıklı olarak bulunduğunu açıkladılar. Çoğunluğunun Alman vatandaşı yolcuların oluşturduğu uçakta ayrıca 45 İspanyol vatandaşının bulunduğu ileri sürüldü. Kazada ölenlerin kimliklerinin kısa sürede kamuoyuna açıklanması bekleniyor

Uçak kazasını aktaran Alman basına göre, uçakta Gelsenkirchen kenti yakınlarında bulunan Hertern kasabasından bir liseden (Gymnasium) 16 öğrenci ve iki de öğretmenden oluşan bir sınıfın da bulunduğu kaydedildi. Okul öğrencilerin, İspanya’dan gelen öğrenci grubuna karşılık İspanya'ya giden öğrenci grubu olduğu belirtildi.

Öte yandan, uçakta ölenler arasında 2 Avustralyalı ve 2 Japon turistlerin de olduğu netlik kazandı. Düşen uçağın Avustralyalı yolcuları Carol ve Greg Friday adlarında anne-oğul. Uçakta bulunan iki bebeğin de beraber yolculuk ettikleri annelerinin kimlikleri ortaya çıktı. Opera sanatçısı olan Maria Radner ve İspanyol Marina Bandres Lopez-Belio uçakta bebekleriyle beraber yolculuk ediyorlardı. Ayrıca İngiltere vatandaşı Oleg Bryjak da ölenler arasında.

KÜRT KÖKENLİ FUTBOL TAKIMI SON ANDA KURTULDU

Fransa’da düşen Germainwings havayollarına ait Airbus 320 tipi yolcu uçağına İsveç 1. Lig’inde mücadele eden Kürt kökenli Türklere ait Dalkurd takım kafilesinin şans eseri uçağa son anda binmeyerek kurtuldukları öğrenildi. Barcelona dışında hazırlık kampı çalışmalarını tamamlayan Dalkurd takımı 29 kişilik kafilesiyle aynı uçakla İsveç’e geri dönmek için Düsseldorf’a gidecekti. Fakat Dalkurd takımı kafilesi Düsseldorf’da, İsveç’in Stockholm kentinde Arlanda havalimamına gidecek uçağı uzun süre bekleyecek olmaları nedeniyle kafileyi üçe bölerek Barcelona’dan 3 ayrı uçakla geri dönme kararı alınca düşen uçağa binmekten vazgeçerek kurtuldular.

Dalkurd takımı sportif direktörü Adil Kızıl Barcelona’dan aynı anda 4 tane uçağın kalkarak Alp dağları üzerinden gittiğini ve bu uçakların üçünde takımın futbolcularının bulunduğunu söyledi. Kızıl, kafilenin Göteborg’a inene kadar hiçbir şeyden haberinin olmadığını belirterek inince telefonunu açtığında 200 tane aramanın olduğunu gördüğünü anlattı. Takımın tamamının sağ salim Stockholm’e indiğinin anlaşılmasından sonra ailelere telefon açarak, Facebook ve Twitter’den herkese haber verdiklerini belirten Kızıl, olayın korkutucu olduğunu ifade etti.

2000 METRE YÜKSEKTE RADARDA GÖRÜNDÜ

İspanya'nın Barcelona kentinden Almanya'nın Düsseldorf şehrine giden '4U9525' sefer sayılı uçağın, Nice kentinin kuzeyindeki Barcelonnette kasabasına 100 kilometre uzaklıkta düştüğü belirtildi. Uçak en son 2000 metre yükseklikteyken radarda görüldü.

Uçağın pilotunun TSİ saat 11.47 de Provenza kentinde bulunan havaalanındaki kuleye 11.500 metreden 2 bin metreye ani düşüş yapması üzerine acil durum çağrısı yaptığı kaydedildi.

Uçağın kalktıktan 50 dakika sonra, Türkiye saati ile (TSİ) 11.53 sıralarında düştüğü bildirildi. Radar kayıtlarına göre, uçak hızla irtifa kaybederek yere çakıldı. Uçağın, TSİ ile 11.47’de Provenza kentinde bulunan havaalanındaki kuleye acil durum çağrısı yaptığı kaydedildi. Firmadan yapılan son açıklamada, imdat çağrısının irtifa kaybeden uçağın bilgisayarları tarafından “otomatik olarak yapıldığı” bilgisi verildi. 38 bin feet’ten 8 dakika içerisinde 6 bin feet’e düşen uçağın enkazı Digne köyü yakınlarında bulundu.

Uçağın Fransız Alpleri’nde dağlık bir bölgede düşmesi sebebiyle enkaz alanına ulaşım güçlükle sağlandı. Fransız yetkililer, 2 bin metre yüksekliğindeki bölgeye ulaşımın yalnızca helikopterler yardımıyla sağlanabildiğini, yürüyerek ise en az 3 saatlik mesafede bulunduğunu açıkladı. Fransa’nın taşımacılıktan sorumlu Devlet Bakanı Alain Vidalies, uçak kazasından sağ kurtulan olmadığını doğruladı.

Uçağın hız ve yükseklik grafiği incelendiğinde 09.33 (merkezi saat) sularında birden irtifa kaybettiği ve düşüşe geçtiği 8 dakika içinde ise çakıldığı anlaşılıyor.

Uçağın enkazı 2 bin metre yükseklikte dağlık ve karlı bir alanda tespit edildi. Uçağın düştüğü bölge dağcıların sıklıkla kullandığı bir alan… Ancak uçağın düştüğü yere ulaşmak için 3 saat yürümek gerektiği belirtildi.

Arama ve kurtarma çalışmalarına 380 itfaiyeci ve sağlık görevlisi, 300 jandarma, 15 helikopter, bir C135 nakliye uçağı ve bir keşif uçağı katıldı. Fransa Ulaştırma Bakanı Alain Vidalies, kaza yerine ulaşan helikopterlerden enkaz parçalarının ve etraftaki cesetlerin görüldüğünü açıkladı. Fransız yetkililer, cesetleri çıkarmanın ve en büyük parçası bir otomobil büyüklüğünde olan enkazı kaldırmanın günler süreceğini açıkladı. Yakınlardaki bir üniversitenin spor salonu morg olarak hazırlandı.

Bu kaza Fransa topraklarında olmuş en büyük ikinci kaza olarak tarihe geçti. Fransa’nın şahit olduğu en büyük kaza ise 1974 yılında oldu. Türk Hava Yolları’na ait bir yolcu uçağının düşmesi sonucu 346 kişi öldü. 1 Eylül 1953’te kazanın olduğu yere yaklaşık 3 kilometre uzaklıkta, Paris-Saygon seferini yapan Air France uçağı dağa çakılmış, kazada 42 kişi hayatını kaybetmişti.

UÇAĞIN KARA KUTUSU BULUNDU

Fransa İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve, kurtarma ekiplerinin kazadan yaklaşık altı saat sonra uçağın kara kutularından birine ulaştığını söyledi. Beyaz Saray'dan yapılan açıklamada ise uçağın düşmesinde terör bulgusunun olmadığı ifade edildi. Uzmanlar, eldeki ilk bilgilerin uçağın kabin basıncında sorun olduğunu gösterdiğini söylüyor.

Enkaz kurtarma çalışmaları hakkında bilgi sahibi olan bir uzman Reuters'a yaptığı açıklamada, ulaşılan karakutuda kokpit içindeki ses kayıtlarının bulunduğunu söylerken; uzmanların, hava kazalarını soruşturmada elzem olan uçuş bilgisini içeren ikinci karakutuyu da incelemeleri gerektiğini vurguladı.

PASAPORT KONTROLÜ YAPILMADI

MKD: İşte burası çok ilginç değerli okurlar, böyle bir şey nasıl olabilir?

Ellerinde bir yolcu listesi bulunduğunu ancak gizlilik gerekçesiyle yolcu listesini açıklayamayacaklarını vurgulayan GermanWings sözcüsü, “önce ailelerine bildireceğiz” dedi. Sözcü ayrıca ‘AB sınırları içinde bir uçuş olduğu için yolculara pasaport kontrolü yapılmadığını’ belirtti.

İmdat çağrısı konusunda çelişkili bilgiler bulunduğunu belirten sözcü, pilotun bu çağrıyı yaptığına dair kesin bir bilginin bulunmadığının altını çizdi.

Uçakla ilgili sıra dışı bir duruma rastlamadıklarını sözcü, şirketin tüm kaynaklarını bu araştırmaya yönlendirdiğini ve en kısa sürede bir sonuca ulaşılacağını belirtti.


NEDENİ BELLİ DEĞİL

Köln-Bonn Havalimanı'nda basın toplantısı düzenleyen Germanwings CEO’su Thomas Winkelmann, “Düşmeden önce sekiz dakika boyunca irtifa kaybetti. Uçağın hangi sebeple alçaldığını bilmiyoruz. Uçağın düşme nedenini bir an önce bulmaya çalışacağız. Yolcular arasında iki bebek vardı. Uçağın son kontrolleri Lufthansa tarafından dün yapıldı. Uçağın kaptanı 10 yıllık tecrübesi olan bir kaptandı. Airbus uçağıyla 6 bin saatlik tecrübesi olan bir pilottu. Uçak 1991'den beri kullanılıyordu” dedi.

En ciddi iddia ise 2. pilotun intihar ettiği! Belki de psikotik veya Bipolar!dı bilemem ama durduk yerde insanlar koca tayyareyi düşürüp, yanlarında yüz kişiyi de öldürmez! 

İSİMLERİ AÇIKLAYAMIYORUZ

Winkelmann, “Acil durum sinyaliyle ilgili yeni bir bilgi veremiyoruz. Bir sinyal verildiğini doğrulamıyoruz. Uçaktaki yolcuların listesi önümüzde… Ancak gizlilik sebebiyle açıklamıyoruz. Önce ailelerine bildireceğiz” dedi.

Germanwings CEO’su, “Normal uçuşlarımıza devam edeceğiz. Uçağa binerken isim veriyorsunuz ancak yolcularla ilgili detayları biz de bilmiyoruz. İspanya Schengen ülkesi olduğu için pasaport kontrolü yapılmıyor. Yolcularla ilgili yalnızca genel bilgilere sahibiz" diye konuştu.

LOGOLAR SİYAH BEYAZ

Germanwings ve Lufthansa havayolu şirketleri, resmi Twitter hesabında yer alan şirket logolarını siyah beyaz yaptı. Germanwings şirketi, Twitter hesabında “Bütün dualarımız uçaktaki yolcuların ve çalışanların yakınları ile birlikte” ifadesi yer aldı.

GERMANWINGS HAVA YOLU ŞİRKETİ

Alman havayolları şirketi Lufthansa'ya ait Germanwings Almanya, Köln ve Bonn merkezli düşük-fiyatlı düzenli tarifeler düzenleyen bir havayolu şirketidir. Şirket Avrupa'da 66 uçuş noktasına seferler düzenlemektedir.

Ana üssü Köln Bonn Havalimanı’dır. Şirket 1997 yılında kurulmuştur ve günümüzdeki ismini 2002 yılında almıştır.

LUFTHANSA'NIN HİSSELERİ DÜŞTÜ

GermanWings’ın” 148 kişiyle düştüğünün açıklanması sonrası Lufthansa'nın borsadaki hisseleri yüzde 4 değer kaybetti.

MERKEL FRANSA’YA GİDİYOR

Almanya Başbakanı Angela Merkel'in Sözcüsü Steffen Seibert, Şansölye'nin kaza dolayısıyla “şoke olduğunu” söyledi. Seibert, Merkel'in Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ve İspanya Başbakanı Mariano Rajoy’la telefonda görüştüğünü ve tüm programlarını iptal ettiğini duyurdu.

Öte yandan, Almanya Başbakanı Angela Merkel 150 kişinin hayatını yitirdiği kazayla ilgili olarak yaptığı açıklamada: “Uçağın düşüş nedeni henüz bilinmiyor. Uçakta yaşamını yitirenlerin yakınlara her türlü yardım yapılacak. Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ve İspanya Başbakanı ile görüştüm. Kazanın meydana geldiği yere Dışişleri ve Ulaştırma bakanı gidecek. Ben de daha sonra kazanın meydana geldiği yere gideceğim" dedi”.

***

Bu bir felaket haberi ve taze, en güvenilir hava yolunun dahi güvensiz olabileceği ilginç...

Bire de keyifli haberim var, Kanal 6'dayken beraber TV yayınlarına çıktığımız, Bipolar Bozukluk ve Alkol sorunlarıyla uğraşan ama bizim hanımefendiliğiyle tanıdığımız Sevgili Nurseli İdiz, 54 yaşından sonra Arkeoloji ve sanat Tarihi eğitimi okumaya karar vermiş.

Bu harika bir haber... Arayacaktım ama GSM numarası "kullanılmamaktadır" çıktı. Şöhretler sık telefon değiştirirler.

Hepsi geçecek inşallah.

Onun da hayata asılmak ve yaşamak için çok sebebi var...

Hepimizin olmalı değil mi?

Peki ya şuna ne buyrulur: Gene Kemal Derviş gelmiş!


Bunun anlamı, seçimlere kadar tekrar keselerin açılacağı ve tam bir alt sınıf / orta direk çöküşü mü, bilemem!

Ama eğer USD 3 de değil, 4 TL olursa ne yapacaklar? 

Sevgiyle kalın...

Mehmet Kerem Doksat - Tarabya - 2015

İNSAN GÖRÜNMEZ OLMAK İSTEYEBİLİR Mİ?

$
0
0

Değerli Okurlarım,

Neden olmasın ki?

Nasıl ki Örümcek Adam ve Uçan kahramanlardan Süpermen benzeri Galaktik yaratıklar sıklıkla görünmez olup sırra kadem basarlar.

Nasıl ki sıkılırsınız her şeyden ve herkesten kısa bir süreliğine ortadan kalkmak arzusu duyarsınız…

Nasıl ki bıkmışızdır dinî baskılardan ve yıldıran otoriteden…

Kemal Kılıçdaroğlu ve diğer liderler baygınlık getirirse!

Nur Fettahoğlu da, Yemen Cephesi’ndeki savaşlar da sıkıyorsa sizi.

Tek adamın yönettiği her rejim gibi açmazlar mevcutsa, Sinagog’la da barış içindeyseniz.

Gönlünüz insanlığın kardeşliği için atıyorsa ama bir türlü olamıyorsa.

Okulların dershaneye düşmesine aldırış etmiyorsanız…

Akşam bir baloya gidip gönünüzce eğlenmek istiyorsanız ve artık politikadan gına gelmeye başlamışsa, Mithatcan Özer’in dayak sevmesine de alışmışsanız.

Bombalarınız düşmekteyse oraya, onlarınki de buraya ve Tuba Ünsal’dan alınan ilhamla yapılan sergi de sizi ırgalamıyorsa.

Süpermen gibi olup Kriptonit’e gitmek ve bir süre için ortadan kalkmak istemez misiniz?

Bu süper kahramanlar zaten hep ABD’lidir ve hep orayı korurlar.

Sertab Erener’in hamburger kaçamağı yüzünden çekebileceği mide bağırsak sorunlarına da aldırış etmiyorsanız…

İsak Haleva’yı da seviyorsanız, zaten pek çok Musevi’yle aranız iyiyse.

Obama’nın demeçleri de sizi artık ırgalamıyorsa ve okyanus ötesindeki planlardan artık gına geldiyse.

Her şeyin altında ABD olduğunu yazmanıza, Armageddon’dan bahsetmenize rağmen artık bu mekâna pek aldırış edilemiyorsa veya tam aksine hâlâ okunuyorsa,

Putin’le kıyaslanıyorsa Devletlû, ikisinin de çok büyük uçakları ve sarayları varsa.

Kimse Şah da Padişah da olamayacaksa bundan sonra…

Emekli aylıklarına yapılan zam devede kulaksa.

23 Milyon TL’ye 30 adet yayın aracı olan bir Cumhurbaşkanınız varsa,

Özel helikopterleri ve tayyareleri mevcutsa,

Memleket parsellenmişse 36 değil de daha fazla grup tarafından paylaşılmışsa ve size yapacak bir şey kalmamış gibi görünüyorsa tarafından.

MİT veya Hakan Fidan da sizi ırgalamıyorsa,

Zaten Ilyuşin tipi tayyareler kolay düşmeyecekse ve ekonomin berbat hâle geliyorsa…

Tweet atmak hakkının artık yeniden kısıtlanıyor ve basın özgürlüğü de gene kısıtlanıyorsa.

Roller karışmış ve Kaos gene memleketin her tarafını sarmışsa ama yapabileceğiniz şeyler şimdilik kısıtlıysa…

Büyük Kulüp’te de, diğer üyesi olduğunuz her yerde de bel altından vurma veya nahoş çekişmeler başlamışsa ve herkes diğerinin aleyhinde mektuplar yolluyorsa.

Arta Turan’ın sevimli kocaman kafası da şimdilik siz ırgalamıyorsa ve Bozkurtlar da bir yandan Alperenler’le beraber silahlanıp bir iç savaşa, topyekûn katliam hazırlıkları mevcutsa.

Klerikal Totaliterlik bu memlekette mukadderatsa ama yapacağınız bir şey yapamıyorsanız.

Bir süre başlayacak kan selini görüp, defalarca ikaz etmenize rağmen memleket batağa sürükleniyorsa ve insanlarımızın hepsi de birbirine düşman hâldeyse…

Bir süre için Örümcek Adam veya tam güzel bir kostümle kaçıvermek isterseniz.

Türkiye bir futbol maçı gibi yönetiliyor ve muktedirin kim olacağına dair rakamlar süratle değişiyorsa ve Muktedirler arasındaki güreş hâlâ sürüyorsa.

Basın sizinle yaptığı mülakatlara yeterince yer veremiyorsa veya yasaklılar gittikçe artıyorsa,

Herkes diğer herkese neredeyse kavga kıvamında hakaret etmekteyse,

Bıktıysanız formalitelerden ve her türlü baskıdan…

Şimdi Kriptonit’e gidiyorum ama gene döneceğim.

İÜ Rektörlüğü de dâhil, hepsinde tek adam korkusu egemense ve ne isterse onu yapmaktaysa…

Biraz ortadan kaybolup bir yerler kaçıp sonra eve dönmek en güzelidir.

Bu arada olacakları daha çooook takip edeceğiz ama bu gecelik benden bu kadar çünkü gazeteler, TV’ler beni de, herkesi de boğmakta…

Bu gecelik takım elbisemi ve kravatımı taktım, Felek’ten bir gece çalacağım. Gerisi Allah Kerim…

Ne diyordu erenlerden Muhyiddin İbn Arabi: Lâ mevcude İllallah, hemen hemen lâ ilâhe İlallah ile aynı ama nüans büyük aradaki.

Yarın gene yazarım her kim varsa orada ve hâlâ bu mekânın takipçisiyle irtibata geçip, makale veya yazı göndermek istiyorsa.

Bu gecelik görünmez olacağım, bunun yarını da var alimallah.

Haydi, iyi geceler cümlenize…

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 27.02.2015


KORKU KASABASI

$
0
0

2010 senesi sonlarıydı ve kendi kullandığım arabayla bir turistik seyahate çıkmıştım.

Ortalık çok güzeldi ve manzara da harikaydı. Kasabalarda, şehirlerde duruyor ve bir şeyler atıştırıyordum İngiltere’nin puslu havasında.

Tam Londra’dan birkaç yüz Kilometre Güney’de bir şehre gelmiştim. Herkes pek şen şakraktı ve güzel kızlarla yakışıklı adamlar el ele vermiş çiçek topluyorlardı…

Garip bir kasabaya denk düştüm dedim içimden çünkü etraftaki herkes 17. Asır’dan kalma kıyafetlerle süslenmişti ve ortada da hiç benzin istasyonu mevcut değildi…

Zaten KKTC’de çok araç kullandığım için alışıktım soldan direksiyona da, kasabanın adı bir garipti: The Fright Town (Korku Kasabası)!

Arabamla epey dolaştıktan ve pek çok da virajı maharetle aştıktan sonra nihayet kasabanın girişine gelebilmiştim ve ağzım burnum susuzluk ve açlıktan perişan olmuştu.

Tek başınaydım ve yaşım da 55’i bulduğu için, bir şeyler yemek ve birkaç kadeh şarap ile keyif çatabilmek amacıyla kasabanın girişine doğru yöneldim.

Girişteki tabela da garipti: “Strangers are not allowed”.

Demek ki yabancıları da pek istemiyorlardı ama bu kavanoz dipli dünyada hiçbir şeye şaşırmamayı, hayrete düşmemeyi de öğrenmiştim.

Yanımdaki patates cipslerini bitirdim, Avien suyundan birkaç damla içtim (hep yedekli giderim) ve yorgun argın direksiyon kırarak, Doğu tarafından kasabaya duhul ettim.

Garip tiplerdi, hepsinin altında at arabaları ve kafalarında garip şapkaları vardı.

Hiçbirinde de at arabası haricinde bir taşıt yoktu.

Ürkekçe bir şekilde arabamdan indim ve yürümeye başladım ama tedirgindim.

Hani her an başıma bir şey gelebilecek diye bir tereddüt ve endişe her hücremi titretmekteydi âdeta…

Beni saçlarında bigudileri olan güleç kızlar ve canı yürekten hizmete hazır delikanlılar karşıladı.

Karşıladılar da…

Bir garip tavırları söz konusuydu! Hani ben oraya gitmesem daha iyi olacakmış gibiydiler ama gene de misafirperverlikte kusur etmemeye gayret ediyorlardı.

Merkeze doğru gittiğimde gördüğüm manzara pek şaşırtıcıydı!

Koskoca kasabanın tam merkezindeki avluda ne bir bayrak, ne de bir flama görebilmiştim. Hepsinin kıyafetleri bir örnekti ve alayı da sanki aynı tersinin elinden çıkmış gibiydi…

Tam hana yaklaşırken, üzerinde üçgen sembollerle dolu bir direk, bir kurukafanın asılı olduğu bir direk ve rüzgârın sert esintisiyle savrulan çalı çırpı dikkatimi çekti.

Garip bir ıssızlık hüküm sürmekteydi ve ortadaki insanların hepsi de at arabalarıyla, unun fötr şapkalarıyla dolaşıp, birbirlerine “sisters, brothers” yâni “kardeş” diye hitap ediyorlardı.

Yerleşkenin avlusundaki binanın da tepesinde gene üçgen tarzında birtakım semboller gördüm ve bana âşina geldi bir yerlerden…

Her neyse, aç ve bî-ilâç vaziyetteydim ve oturup karnımı doyurmaktan ve Belediye Başkanı mı, başka bir yönetici mi her kimse, onunla tanışıp muhabbeti ilerletmek, hayat tarzlarını daha iyi tetkik edip, defterimdeki notlara yenilerini ilave etmekti amacım.

Önce lokantayı sordum ve herkes birbirine garip bir şekilde baktı.

Burada lokanta yok ama bir hanımız var, sizi orada ağırlayabiliriz” dediler ama arkasından otuzlu yaşlarındaki bir adam yanıma geldi ve “sizi sınamak zorundayız, Ulu Demon da bu görevi bana uygun buldu” dedi.

Ulu Demon, özel bir imtihan… Bir nev’î deja vu ve jamais vu yaşamaktaydım…


Genç adam elimi tuttu, başparmağını tam benim işaret parmağımın eklemi üzerine yerleştirdi ve “bana kelimeyi söyleyiniz” dedi. Diğerleri de ona “üstat” diye hitap etmekteydiler zaten.

Afallamıştım, neredeydim, yoksa bir özel tapınakta filan mıydım?

“Bu tür sorular sorulduğunda, cevap vermeden önce bana ihtiyatlı olmam tembihlendi 20 sene kadar önce, isterseniz siz başlayın” dedim.

Cevap tam beklediğim gibiydi: “Önce siz başlayın, bir kardeşiniz olarak harf harf, hece hece tekrarlayabiliriz” diye mukabele etti.

Karşılıklı hoplaya zıplaya “h –h, a-a, p-p, hap –hap – şu –şu – hapşu” deyince yüzüne büyük bir rahatlık geldi. Karşı kelime de “ç – ç –o –o –k –k y-y a-a- ş-ş –a” şeklindeydi (“bless you” ama “God” yasaktı). Bu arada sürekli olarak tokalaşıp birbirimizin gözlerine bakarak bir çeşit tanınma ritüeli gerçekleştiriyorduk. Kutsal bir ortam gibiydi ve her tarafta da üçgen yapılar, semboller yer alıyordu.

Gene de dayanamayıp sordu “nereden geldiniz, nereye gidiyorsunuz ve neyi aramaktasınız”?

Batı’dan geldim, Doğu’ya yöneldim, Hakikati arıyorum ve fena hâlde de açım” diye mukabele ettim. Üşümüştüm, ortam çok rutubetliydi ve bu garip giysili, kollarında garip şeyler sarılı olan, beyaz eldivenli adamın da niyetini çoktan anlamıştım!

Neyse, sonunda beni altındaki demode ama çok bakımlı at arabasıyla merkezî yerdeki hana götürdü.

Saçları bukle bukle sarılı nedime gibi giyinmiş genç kızlar ve güzel kadınlar bana izzet ikram göstermek için yarışır oldular.

Biraz jambon yedik, köyde imal ettikleri belli olan şaraptan içerken de genç adam ve yardımcıları “fire-ateş” diye bağırmazlar mı?

Güldüm, hayatımın hatasını yaparak “İsa’nın yüce kanına” diye kadehimi kaldırmıştım ki…


Bu kadın da o tarikatın üyesi!

Bir lâhzada ortalık buz gibi oldu ve herkesin gözleri, nazarları ve tavırları donuklaştı!

Ne yapmıştım, hatam neydi?

Bakın kardeşim, bizim burada bâtıl itikatlara ve dinî inançlara yer yoktur, öyle kişileri anmayınız. Hele siz belli ki Müslümansınız, sizinkinden en iyisi hiç bahsetmeyiniz” diye ikaz edildim ve yemeğin hitamını beklemeden beni ortadaki bir yemin kürsüsünün yanına götürdüler.

Bembeyaz bir Kitap duruyordu üzerinde, her tarafta mumlar yanmaktaydı ve diğer “kardeşler” de kollarını, ellerini üçgen tarzında kovuşturup açmışlar, bana bakıyorlardı.

Nereden çıktığını göremediğim kılıçlarla bir tak kuruldu ve bana vicdanım üzerine yemin etmem, göreceklerimi ve yaşayacaklarımı en güvenilir yer olan kalbimde saklamam gerektiği hatırlatıldıktan sonra, sol elim göğsümde, sağ avcum da Beyaz Kitabın üzerinde, yemin ettim.

Sofra alelacele toplandı ve bana anlatmaya başladılar.

Yaklaşık 30 sene önce kasabaya demir yolu döşenmişti ve o zamana kadar Protestan ve dindar sayılabilecek olan kasabanın kaderi, hemen hemen 5 senede tamamen değişmişti.

Peron inşa edilip, ilk kara tren (2010 senesinde olduğumuzu tekrar hatırlatmak isterim bunlar anlatılırken) geldiğinde, nokta tayiniyle gelen bir Büyük Şef istasyona inmiş, kasabanın bütün hükümranlığını eline geçirmişti.

Kendisine Büyük Şef veya Büyük Üstat denmesini ve şartsız bir biât ile bağlanılmasını istemişti.

İlk yaptırdığı, ne kadar kutsal kitap veya el yazması kadim kaynak varsa, hepsini yaktırmak olmuştu.

Artık onun getirdiği kurallar geçerliydi.

Erkekleri Müptediler, Kalfalar ve Ustalar diye üç gruba bölmüştü ve sır ifşasını kesinlikle yasaklamıştı. Kadınlara ise “nurse-hemşire” denecekti ve tam itaatle erkeklere hizmet edeceklerdi. Sıkı da bir ahlâk sistemi kurmuştu.

Sâdece kendisinin doğru bulduklarını evlendiriyor ve hiçbir şeyde bir bedel ödenmiyordu.

Hattâ insanları isimlerinden ziyâde, numarayla çağırmayı seviyordu ama kulları gene de adlarını kullanmaktaydılar.

Tren, kasabaya sadece ayda iki kere uğruyor ve her seferinde 6 genç ve güzel genci getirip, aynı sayıdaki ihtiyar, hasta veya bunağı da götürüyordu.

Kürtaj yasaktı ve hastalanmak da izine tâbiydi. Eğer rahatsızlanan birisi olursa, Ulu Demon onu kendi usulleriyle şifaya kavuşturuyordu.

Kasabada, o da tek kanala ayarlı olan hâricinde, tek bir elektronik eşya yoktu. Telefon kullanılıyordu ama GSM de yasaktı. Birkaç fotoğraf makinesi vardı sâdece.

Her şey emekle ve elle yapılıyordu, haricî âleme tamamen kapalıydılar.

Ulu Demon’un önünde bir önlük vardı ama o kadar çok kirliydi ki, kuzu derisi mi, başka bir kumaş mı çözemedim. Onu hiç çıkartmadığını söylediler.

Ulu Demon, bana çok sıcak davranıyorsunuz, müsaade edin de ücretimi ödeyeyim” dedim ve gene ortalıkta bir şok tablosu yaşandı…

Ne parasıymış, burada pis Kapitalizmin ahlâksızlığından çok çekmişlerdi ve her şeyi mübadele yâni merkantilizmle çözüyorlardı. Yumurta getiren sosis, salam getiren süt filan alarak idare ediyorlardı ve turistlere de şiddetle muhaliftiler. Ben nasıl olmuşsa vâsıl olabilmiştim bu garip ortama…

Trenle kimin gideceğine ise, gene Büyük Demon’un başkanlığını yaptığı bir şura ile karar veriliyordu –ki bu kurula da “Envar: Nurlar: Enlightened” denmekteydi. İdarî işlere bunlar karar veriyordu.

Kısacası, burada yaşanan bir komün hayatıydı, nüfus sâbitti ve ayinleri, Büyük Demon’un elindeki garip çekiçle balta arası âletle yemin kürsüsüne vurduğunda akan suların durması da garip gelmemişti artık bana…

Evlilikler toplu nikâhlar şeklinde yapılıyor, hepsine yetişemediği için (12.000 kişi yaşıyordu), görevlendirdiği diğer Ustalar bu işi ikmal ediyorlardı.

Doğan çocuklar da hemen keçi kanı ve yumurta sarısı karışımı bir sızıyla vaftiz ediliyordu ve ebeveynlik herkesin hakkıydı.

Seks tamamen serbestti, homoseksüellerden ise nefret eden Büyük Demon, yakaladığını ânında ilk trenle yolluyordu. Bu ilginç lider hem çok çirkin, hem de acayip karizmatikti. Ne yediğini, nasıl geçindiğini bilen yoktu ve iddiaya göre de, 1717’den beri yaşamaktaydı! Londra’dan, diğer kardeşlerine kızdığı için göç etmiş, sonunda buraya yerleşmişti.

Müthiş bir ikna ve hipnoz yeteneği de vardı ve herkesi derhal ikna edecek kadar da güçlüydü. Benimle göz göze geldiğinde epey zorlandı ve sonunda asabice bir kahkaha patlattı. Meğer bu onun asabileşmesinin ifadesiymiş.

Bir hâtıra götürmek istedim ama izin çıkmadı.

Sâdece bütün bu gördüklerimi, kişilerin ve kasabanın ismini zikretmeksizin yazmama cevaz verdiler.

Ayrılırken de aynı tören yapıldı ve en komik olanı da, arkamdan “bir daha gelmeyin” diye rica ederek kapıların kapatılması oldu.

Ha, yerleşmek kabilmiş ama en ufak bir hatada ilk trene koyuyorlarmış sizi.

Yolunuz düşerse, Londra’nın Güneyindeki bu garip kasabaya uğrayın; sınav yukarıdaki gibi. Eğer geçerseniz, bedavadan ağırlanırsınız.


Ben buraları tercih ederim ve ne de olsa demokrasiden, hür seçimden ve Tanrı inancından yanayım.

Ne garip şeyler oluyor değil mi?

Hayırlı bir gün temenni ediyorum.

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 28.03.2015

CUMHURBAŞKANLIĞI ve ÖRTÜLÜ ÖDENEK

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bakın ben elçiyim, Sayın Halûk Dural iletti:

TBMM Genel Kurulu’nda 26.03.2015 günü geç saatlerde görüşmeleri devam eden torba kanun teklifine AKP bir madde ekleyerek, Başbakanlık’ta olduğu gibi Cumhurbaşkanlığı’na da “örtülü ödenek” hakkı getirilmesini sağladı.


Bu düzenlemenin yapılması isteğinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan yaklaşık üç ay önce Başbakan Davutoğlu’na iletildiği öğrenilirken, Davutoğlu’nun da AKP Grubuna verdiği talimatla Meclis tatile girmeden kısa bir süre önce düzenlemenin hayata geçirilmesini istediği belirtildi. Örtülü ödenek düzenlemesinin seçimler öncesi başkanlık sistemi için bir hazırlık olduğu ortaya çıktı.

TBMM Genel Kurulu’nda sabaha karşı Hükumetin verdiği madde ihdası ile Başbakanlık’tan sonra Cumhurbaşkanlığı'nın da artık örtülü ödenek kullanma hakkı olacak.

Anayasamızın Cumhurbaşkanının yetki ve görevlerini belirleyen 104. Maddesinde bu yetki ve görevler açık şekilde yazılmıştır:

D. Görev ve yetkileri

MADDE 104.– Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.

Bu amaçlarla Anayasanın ilgili maddelerinde gösterilen şartlara uyarak yapacağı görev ve kullanacağı yetkiler şunlardır:

a) Yasama ile ilgili olanlar

b) Yürütme alanına ilişkin olanlar

c) Yargı ile ilgili olanlar

Sayın Cumhurbaşkanı, ayrıca Anayasa'da ve kanunlarda verilen seçme ve atama görevleri ile diğer görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır”. 

Bu sayılanların dışında ayrıca TBMM’nin yetki görevleri arasında bulunan savaş hali ilanı ve silahlı kuvvet kullanılmasına izin verilmesiyle ilgili 92. Maddenin son fıkrasında ise Cumhurbaşkanının da Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar verebileceği belirtilmektedir.

F. Savaş hali ilânı ve silahlı kuvvet kullanılmasına izin verme

MADDE 92.– Milletlerarası hukukun meşrû saydığı hallerde savaş hali ilânına ve Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nindir.

https://www.youtube.com/watch?v=GVosH1fZO4E.

Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde veya ara vermede iken ülkenin âni bir silâhlı saldırıya uğraması ve bu sebeple silâhlı kuvvet kullanılmasına derhal karar verilmesinin kaçınılmaz olması hâlinde Sayın Cumhurbaşkanı da, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin kullanılmasına karar verebilir. 

Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu görevleri yerin getirebilmesi için her yıl Bütçe Kanunu ile ödenek tahsis edilir. Bu ödeneğin kullanılmasının denetimi ise Sayıştay Başkanlığı tarafından yapılır.

Anayasa’nın 105. Maddesine göre ise Cumhurbaşkanı alacağı kararlardan sorumlu değildir. Hâlbuki Anayasa’nın 112. Maddesine göre Bakanlar Kurulu ve Başbakan genel siyasetin yürütülmesinden sorumludurlar.

“D. Görev ve siyasî sorumluluk

MADDE 112.– Başbakan, Bakanlar Kurulunun başkanı olarak, bakanlıklar arasında işbirliğini sağlar ve hükumetin genel siyasetinin yürütülmesini gözetir. Bakanlar Kurulu, bu siyasetin yürütülmesinden birlikte sorumludur.” 

Ülkenin yönetilmesinden tam sorumlu olan Başbakana, üstlendiği yetki ve görevlerinden “kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, Devletin millî güvenliği ve yüksek menfaatleri ile Devlet itibarının gerekleri, siyasî, sosyal ve kültürel amaçlar ve olağanüstü hizmetlerle ilgili Hükumet icaplarını” yerine getirirken kullanması için 5018 sayılı Kamu Mâlî Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 24. Maddesi ile “Örtülü Ödenek” verilmektedir…

Örtülü ödenek

Madde 24- Örtülü ödene,  kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, Devletin millî güvenliği ve yüksek menfaatleri ile Devlet itibarının gerekleri, siyasi, sosyal ve kültürel amaçlar ve olağanüstü hizmetlerle ilgili Hükumet icapları için kullanılmak üzere Başbakanlık bütçesine konulan ödenektir. Kanunlarla verilen görevlerin gerektirdiği istihbarat hizmetlerini yürüten diğer kamu idarelerinin bütçelerine de örtülü ödenek konulabilir. Örtülü ödenek, bu amaçlar dışında ve Başbakan'ın ve ailesinin kişisel harcamaları ile siyasî partilerin idare, propaganda ve seçim ihtiyaçlarında kullanılamaz. İlgili yılda bu amaçla tahsis edilen ödenekler toplamı, genel bütçe başlangıç ödenekleri toplamının binde beşini geçemez.

Başbakanlık ve diğer ilgili idare bütçelerinde yer alan örtülü ödeneklerin kullanılma yeri, giderin kimin tarafından yapılacağı, hesapların tutulma ve kapatılma yöntemi, gideri yapanın değişmesi halinde yeni yetkiliye hangi belgelerin aktarılacağı Başbakan tarafından belirlenir.

Örtülü ödeneklere ilişkin giderler Başbakan, Maliye Bakanı ve ilgili Bakan tarafından imzalanan kararname esaslarına göre gerçekleştirilir ve ödenir.”

Sonuç

Örtülü ödenek sadece Başbakan ve kanunlarla verilen görevlerin gerektirdiği istihbarat hizmetlerini yürüten diğer kamu idarelerinin bütçelerine de konulabilir.

Cumhurbaşkanının, Anayasada sayılan yetki ve görevleri arasında “örtülü ödenek” gerektiren hiçbir görevi yoktur.

Meclisteki muhalefet partilerinden CHP ve MHP’ye çağrımızdır.

Bu torba kanun Resmî Gazete’de yayınlanır yayınlanmaz, derhal Cumhurbaşkanı'na örtülü ödenek tanıyan maddenin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurunuz. Aksi takdirde diktatörlük rejimine gidişat hızlanacak, bundan tüm vatandaşlarımız gibi kaçınılmaz şekilde sizler de nasibinizi alacaksınız.

Halûk DURAL - Millî Merkez Genel Sekreteri, 28.03.2015

MESNEVî'DEN

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Epeydir Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Mesnevî isimli muhteşem eserini kıraat etmemiştim ve uzun uzun da tetkik etmemiştim.

Bu gönül ereninin eserinin bendeki nüshasını Prof. Dr. Nihat Öztoprak elden geçirmiş ve TAKDİM kısmında da 1270’te vefat etmiş olan bu eseri hazırlarken Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu’nun kaleminden çıkan sadeleştirilmiş metni ele almış.

Timaş Yayınları, İstanbul 2104 basımlı. Editör Yasemin Çelik, Kapak Tasarımı Ravza Kızıltuğ.

Şeceresi uzun uzun incelenmiş ve en son olarak da Elhac Mustafa’nın 1145’te yaşadığı belirtilmiş.

Mezarı günümüzde Topkapı’nın dışındaki “Fransız Müslüman” denen yerdeymiş.

Dîvan, Hilyetü’l Envâr, Mevlid’ün Nebî, Ravzat-üs Safâ sayılmış.

Eserin 40. Sayfasında, bu büyük mutasavvıfın yazımış olduklarını aynen naklediyorum:

Aslen Urumiyeli olup “Kürt olarak yattım, Arap olarak kalktım” diyerek andığı şeyhin, yâni Hz. Muhammed’in soyundandır” denmiş.

s. 47: Güneşin uru âlemleri aydınlatır.

Aynı sayfada nabız teşhisiyle (Semerkand’da) “memleketinde akraban, sevdiğin kız var mı söyle” diyerek nabızdan teşhis koyarmış.

Hünerli Tabip nasıl teşhis koyarmış anlatıyor ve pek çok menkıbeler de yer almakta da…

Kafamı karıştıran şey şu oldu? Mesnevî’deki ifadeye göre, İslam Peygamberi Hz. Muhammed de mi Kürt’müş ama sabah Arap olarak uyanmış?

Bu durumda, acaba kutsanmış olanlar arasında Kürtler de mi var.

Şecerede ben yer almıyorum ama ifade sarih.

Şimdi kafam karıştı, Sayın Namık Kemal Zeybek peygamberin Türk kökenli olduğunu söylerken acaba yanılmış olduğunu anlatırken acaba yanılmış mıydı?

s. 568: Papağan da o sözlerin ayna içindeki papağan tarafından söylendiğini söylermiş.

Firavun’dan da örnekler verilmiş: İsrailoğullarını karılarından ayırdım” diyerek pek sevinerek evine dönmüş. İmran’ın Musa’nın annesiyle birleşmesi ve onun bu peygamberden gebe kalmasından bahsedilmiş.

Yedi  (7) adam ağaç suretinde belirmiş (s. 326).

Ağaçlar da halkın nazarından (bakışından gizli oluşmuş)…

s. 24: Maddelerin atomlarındaki elektronların, güneş ay ve yıldızların hep bir merkeze yönelmiş dönüşleri onların varlığını sağlanıp …. demiş.

Bunlar daha epey uzun anma açıkça Tekâmül'den bahsedilmiş.

Vaktim oldukça gene yazarım ama evrim de var, hayvanlarla her türlü münasebet veya münasebetsizlik de var.

Şimdi bir de seçime gitme gerekiyor...

 

KLEPTOMANİ NEDİR?

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bugün size bir davranışın ne zaman çalma, hangi durumda yürütme ve ne durumda çaktırmadan yolunu bulmak için malı götürme olduğundan bahsetmek istiyorum.

İnsanın canı bazen hergelelik yapmak ister, çaktırmadan bir şeyi cebine atıverir, dünya hâlleri bunlar ama iş gerçekten hırsızlık mı, yoksa bastırılmış bir şeylerin intikamı mı?

Öncelikle bunları çözmek icap eder.


Meslekî hayatımda böyle pek çok vaka gördüm ve örnekler de verebilirim, önce kavramı açayım:

Kişinin aslında bir malı satın alabilecek yeterli maddî birikime sahip olduğu, ancak buna rağmen bu davranışı gerçekleştirdiği gözlenir. Bu davranış daha önceden düşünülmemiş ve planlanmamış olup, aniden gerçekleştirilir, birlerinden veya özellikle ebeveynden intikam alma amacıyla yapılmamıştır.

Birey bu davranışın yanlış ve uygunsuz olduğunun bilincindedir. Kişiler bu davranışı gerçekleştirmek için başkalarından yardım istemezler.

Tarihte Fransa kralı 4. Henry ve Sardunya Kralı Victor’un bu özelliklere sâhip olduğu bilinmektedir.


Rahatsızlığın çocukluk yaşlarında başladığı belirlenmiştir. Kişi bu davranışı gerçekleştirmeden önce yoğun bir gerilim hisseder. Bu davranış akabinde, mutluluk, rahatlama, tatmin ve büyüklük hissi içine girmektedir.

Rahatsızlık hakkında yapılan çalışmaların azlığı ve bu durumların kişiler tarafından gizlenmesi ve bu durumu gerçekleştiren kişilerin sağlık hizmetlerinden çok, adlî makamlara sevk edilmeleri nedeniyle gerçek sıklığı tam olarak bilinemese de, 1000 kişiden 6’sında rastlandığı tespit edilmiştir. Yakalanan dükkân hırsızlarının %5 ilâ 25’inde bulunmuştur.

Hastaların genel özellikleri

Kadınlarda veya genç kızlarda (özellikle Delikanlılık yâni Ergenlik Döneminde) erkeklere göre yaklaşık dört kat daha sık görülmektedir. Erkeklerde görülmediği anlamına hiç gelmez. Hattâ ben daha çok delikanlılık çağındaki erkeklerde rastladım.

Cinsiyetler arasındaki oranın bu kadar yüksek olmasının bir sebebi de, erkeklerin böyle bir durumda çoğunlukla hastaneler yerine cezaevlerine gönderilmeleri olabilir. Kadınlarda ortalama olarak 30-35 yaşta, erkeklerde 50-55 yaşta daha sık görülmektedir. Hem erkek hem de kadınlarda diğer Dürtü Kontrol Bozuklukları (Impuls Control Disorders) rahatsızlığa eşlik edebilir.

Erkeklerde daha çok Piromani (fevrîce olarak ateş yakıp, yangın çıkarma) ve hastalık derecesinde Kumar Oynama (Marazî Kumarbazlık) ve tekrarlayıcı Patlayıcı Davranım Bozukluğu ile bir arada iken, kadınlarda Trikotillomani (fevrîce saç ve vücut tüylerini yolma hastalığı) ile beraber bulunabilmektedir. Rahatsızlık sosyoekonomik düzey ile doğrudan ilişkili olmayıp, bu durumdaki kişinin sosyokültürel düzeyi oldukça yüksek de bulunabilmektedir. Kişiler bu davranışlarına engel olabilmek için sosyal hayatlarını kısıtlayabilir ve çevrelerinden uzaklaşabilir, alışveriş yapmamaya çalışabilirler.

Hastalığa Sebep Olabilecek Etmenler:

Çocukluk döneminde yaşanan olumsuz şartların sonucu gelişen kayıp yaşantıları önemli etkenler arasındadır.

Kleptomanik davranışlar da bunların etkisini gidermeye yöneliktir. Bilinçdışındaki (gayrımeş'ûrdaki) bu hâtıraların kişiyi zorlaması ile oluştuğu düşünülmektedir.

Bu kişilerin çocukluklarındaki aile hayatlarının oldukça travmatik ve sorunlu olduğu tespit edilir. Bu bireylerdeki tablonun Narsisistik (kendine olan sevgi, ilgi ve destekler) kırılmaların, özgüven yaralanmalarının sonucu olarak ortaya çıktığı da düşünülmektedir. Kişinin özsaygısı ve değerliliğine yönelik yapılan saldırılar, ilerleyen dönemlerde kişinin olgun bir Benlik (Ego) yapısı geliştirmesine engel olur ve bu tür davranışlara zemin hazırlar.

Kleptomani eylemleri bir kayıp yaşantısını takip ederek de gelişebilmektedir.

Bu duruma kadınlarda çocukların evden uzaklaşması, aşırı üzerine düşülen çocuklarda, keza ileri yaşlarda ise, erkeklerde andropoz döneminde rastlanabilir. Kadınlarda gerilimin arttığı âdet dönemleri ve hamilelik dönemlerinde bu tür eylemler artmaktadır. Özellikle bizim toplumumuzda hâmile kadınlarda başkasının evinde misafir iken, yiyecek maddelerine karşı olan bu davranış ilgi çekicidir.

Bu tür davranışlarda odaklanılan maddeler kişi için cinsel bir anlam da taşımaktadır. Çok etkileyici bir parfüm veya kişi için cinsel anlam ifade eden bir kitap, kolayca çanta yahut elbise içine girebilmektedir.

Bu kişilerde sıklıkla cinsellikle ilgili sorunlara da rastlanabilmektedir: Çeşitli psikiyatrlara göre çocukta 3-5 yaş arasında gözlenen ve Freud tarafından “Fallik Dönem” olarak adlandırılan, çocuğun cinsel organlara yönelik ilgi ve hareketlerinde artışın olduğu dönemlerde karşılaşılan sorunlarla ilişkili olduğu düşünülmektedir.

Freud’un ruhsal yapı modeline göre, kişide doğuştan geldiği düşünülen ve her an istediği her şeyi fütursuzca yaparak haz almayı hedefleyen Altbenlik (İd) ile anne-baba, öğretmen ve benzeri gibi otorite konumundaki kişilerin ahlâk anlayışlarının etkisi ile oluşturulup, bunun tam tersi bir şekilde “hiçbir yerde ve asla” şeklinde hareket eden kişinin topluma uyumu için kişinin istek ve eylemlerine sınır koyan Üstbenlik (Süperego) ve bunların ikisi arasındaki dengeyi sağlayan asıl uygulayıcı güç olan Benlik (Ego) arasında düzenli bir danışma ve uzlaşma olmalıdır…

Kleptomani davranışları gösteren kişilerde bu düzenli işleyişin bozulduğu ve Süperego’nun etkisini çok arttırarak, acımasızlaştığı ve kişinin kendisini suçlamak, cezalandırmak, küçük durumlara düşürmek için bu tür hırsızlık eylemlerine giriştiği düşünülmektedir.

Kleptomani, kişide mevcut olan Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Depresif Bozuklukların farklı bir görünümü olabilir. Kleptomanik davranışlar ile kişi kendisini geçici olarak iyi hissederek, kaygısını ve ruhsal çökkünlüğünü azaltmayı hedefler. Bununla birlikte, bu fevrîce eylemlerin artarak devam etmesi ve oluşturduğu sorunlar bu rahatlamanın, buzdağının üstünü yok etmekle aynı anlama gelmektedir.

Kleptomaninin eşlik ettiği psikiyatrik bozukluklar arasında Dissosiyatif Bozukluklar, Duygudurum Bozuklukları ve Yeme Bozuklukları da sayılabilir.

Bu rahatsızlık başka Somatik (Bedensel) hastalıkların sonucu olarak da görülebilmektedir. Bunlar arasında Epilepsi (Sara), Beyin Atrofisinin görüldüğü durumlar ve Demans (bunama), bâzı ilâç tedavilerinin yan etkileri ve kimi tümörler de sayılabilir.

Kişinin geçmişi ve şu ânı ile ilgili zedeleyici olayların tespit edilerek, bunlara yönelik uygun düşünce şemaları geliştirilmesi ve toplumsal ilişkilerdeki uygunsuz savunma mekanizmalarının değiştirilmesini hedefleyen terapiler, fevrice hareketleri ve kaygı durumunu azaltmaya yönelik ilaç tedavileri ve gerekirse Hipnoz ile başarılı sonuçlar alınmaktadır.

***

Genç bir kız vardı ve ısrarla evdeki tuzluk, kaşık ve benzeri şeyleri yürütüyordu. Bilişsel Davranışçı Terapiden pek netice alınamamıştı ve çok da kırılgan bir kişilik yapısı mevcuttu. Kendisine epilepside kullanılan Duygudurum Dengeleyicisi ilaçlardan birini verince (Karbamazepin: Tegretol) çok fayda görmüştü.

Gene daha 12 yaşındaki bir erkek ergende bu tablo ortaya çıkmıştı ve hem Hipnoz, hem de KDT uygulayıp, ayrıca aileye gene bir DDD (karbamazepin: Tegretol veya okskarbazepin: Trileptal) vermeyi teklif ettik. Henüz sonuç alamadan şimdilik tereddütteler (ambivalans); hani “yavrumuza zehir(!) versek mi, vermesek mi” durumları…

Trikotillomani (kaş, kirpik yolma) gelişen, üst sosyoekonomik düzeyden güzel mi güzel bir genç kızda da iki sene Hipnoterapi altında BDT pek işe yaramış, daha sonra da tedaviyi bırakmıştık.

Böyle vakaların ailelerinde genellikle çok ciddi Narsisistik Kırılganlık da görülebiliyor ve “ilaç” denince, ricat edip âdeta küsebiliyorlar.

Hâlbuki insanız hepimiz, hastalık da, monomanik garabetler de bizim için değil mi?

Monomani hastalarda sadece tek bir düşünce veya düşünce tipinin baskın olduğu, hastaların onu aşırı düşündüğü, belli bir hezeyanın bulunduğu zihinsel hastalık demektir.

Monomani kelimesi, Yunanca tek anlamına gelen “monos” ve Mani” anlamına gelen “Mania” terimlerinin birleşiminden gelir.

Buradaki Mani, Bipolar Bozukluktaki taşkınlık ile akrabadır ama bu hastalarda mutlaka bir duygudurum Bozukluğu çıkması icap etmez.

İkinci eksende Antisosyal veya Sınırda Kişilik Bozukluğu tablolarına da ender rastlamıyoruz.

Tedavide hem ailenin hem de hekimin sabırlı, özgüvenli ve işbirliğiyle çalışıp, uzun soluklu sayılabilecek bir yaklaşımı da üstlenmeleri icap ediyor.

Herkesin bu durumlarda öncelikle bir psikiyatra, ilâç hâricinde bir tedavi düşünülüyorsa, sâdece bunu yapabilecek iyi bir Klinik Psikoloğa da müracaat etmesi düşünülebilir.

Sağlık, saadet ve güzellik dolu bir Salı gününe erkenden merhaba…

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 31.03.2015

ELEKTRİK KESİNTİSİNDE NE YAPTIK?

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bugünkü elektrik kesintisi başlangıçta neredeyse ülkenin tamamını kaplamıştı ve ciddi bir güven bunalımı yaşadık.

Televizyonlardan yayınlanan görüntüler de çok vahimdi: Marmaray’da, taksilerde, metrobüslerde sıkışıp kalan ve bir yere gidemeyen insanlarla doluydu her taraf ve tam anlamıyla panik yaşantı.

Eminim ki Klostrofobisi (kapalı yer korkusu) yahut Agorafobisi olanalar hiç kuşku duymuyorum ki Panik Atakları yaşadılar, en azından şiddetli sıkıntılar çekildi.


Önce Doğu illerinden haberler geldi ve Van’da sorun yoktu ama bütün Batı bölgelerinde sadece jeneratörler çalışıyordu.

Bizim evimizde de jeneratör, bilgisayarlarda USP (kesintisiz güç kaynakları) vardı, onlarda aklımız kalmadı.

Muayenehanede zaten tek bir randevu vermiştik bugün ama mühim de bir röportajımız vardı, ona yetiştik.

Şoförümüz arabayı kullanırken hem tedirgin hem de gergindi ve bunun müsebbipleri hakkında pek de iyi şeyler söylemedi.

Neyse, ne zamanki Nişantaşı’na vasıl olduk, baktık orada sâdece asansör değil her şey çalışıyordu ama tek fazlı bir cereyan mevcuttu (normalde trifazik olması icap ediyordu). Binerken biraz tedirgin olduk ama ikinci kata çıkmaya gücü yetti yaşlı asansörümüzün.

Üstelik yasak olmasına rağmen, gene birtakım ırgatlar üst katlara çimento, tahta ve benzeri şeyleri taşıyorlardı.

Neyse, sekreterimiz de yerindeydi, park yeri de münhaldi.

O sayede vasıl olduk ofisimize.

Hastalar birkaç taneye çıkınca hem zaman darlığı hem de vakit azlığı yüzünden işimizi ancak yapabildik.

Zaten Marmaray’da düşük evsafla malzeme alındığı ve hemen her tarafından deniz suyu sızıntıları olduğunu duymuştuk ve bu sebeple de hiç binmedik ama gerek Neslim, gerekse bizim Zeynep Hanım (yardımcımız) sıklıkla metro (yeraltı treni) kullanıyorlar, onlar açısından içim huzursuz oldu.

İzmir’deki dostlarımızı aradık, onlar da aynı şeyden müştekiydi.

Kısa bir süreliğine İnternet erişimi durdu ve gerekli güncellemleri de bilgisayarlar olsun, artık çok ufacık hâle gelen cep telefonlarımız da birkaç saat gerçekleştiremedi…

Sonradan bunun terör hadisesi mi yoksa bir tesadüfî bir vaka mı olduğu tartışması başladı.

Başka büyük bir balon da, İzmir’deki Bornova semtinden ABD’ye gönderilen ve artık Müslüman olduğunu öğrendiğim Fethullah Gülen’in Mason olduğu şeklinde ortaya çıktı.

Bu âlemde imkânsız diye bir şey kalmadığını bildiğim için, içimden güldüm.

Bu kadar koyu dindar olan bir insanın, dünyanın en büyük laiklik ve/veya sekülerlik mahfili olarak tanınan bir yerde bu kişinin ne yeri olabilir diye merak ettim.

Meğer Hocaefendi, hâlâ çökertilemeyen Paralel Yapı aracılığıyla, bu teşkilatı öven mesajlar vermiş. Zaten cevap belliydi (nasıl da sevgi dolu):


Neyse, ben de evdeki cihazlara kafayı takmıştım ve eğer kesinti sürerse bizim BNS Tarabya Evleri’ndeki jeneratörün de mazotu tükenirse ne yapacağımı düşünerek sıkıntıya düştüm.

Böyle kesintiler, hele yurt çapında, endüstri inkılâbını geçirmiş ve moderniteyi yakalayabilmiş ülkelerde “ender-i nâdirat” denen türdendir.

Aklıma ABD yapımı “Where were you when the lights went off: Işıklar kesildiğinde neredeydin” filmi geldi.

Sanırım bir kere olmuştu ve çok seyredilen bir Hollywood şaheseri çevrilmişti.


Neyse, işimiz tamamlayıp dönünceye kadar sistemi toparladılar ama herkeste bir korku olmadı da değil…

Mutlaka deposu dolu bir jeneratörünüz ve kolay tükenmeyen bataryalardan yapılmış güç kaynakları ile mücehhez bir yerde ikamet edin…

Sonunda onarım yapıldı, biz de kendi mütevazı mekânımıza, yâni evimizde

Huzurla oturup televizyondan dünyayı seyrediyoruz.

Aman huzurunuzu bozmayın ve kış bitmeden de patlamış mısır yemekten uzak kalmayın.

Hayırlı bir Salı diliyorum…

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 31.03.2015 

ALİ RIZA SAYSEN'DEN: MART DOKUZU

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Aziz Dostum ve Kardeşim gibi sevdiğim, Neslim'in memleketinden Sevgili Ali Rıza Saysen gene beni irşat etti.

Dilerim öyle olsun dostum...

İşte makalesi:

Yine Mart ayının, insana yaşama sevinci veren günleri geldi. Her ne kadar “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” ata sözünde olduğu gibi, soğuk ve kasvetli günler yaşanabiliyorsa da insan artık hayata daha hoş görülü, daha sevecen bakmaya başlıyor.


 

Çünkü İlk Bahar, “Diriliş Mevsimi” olarak tanımlanıyor. Baharın gelişini halkımız, yaşadığı yörenin örf ve âdetlerine göre, farklı etkinliklerle kutluyor. Değişik ülkelerde olduğu gibi Anadolu’muzda da 21 Mart (eski Mart’ın Dokuzu), Nevruz ilkbaharın başlangıcı olarak kabul ediliyor.

Size âcizane bir öneride bulunacağım. Yurdumuzun hangi güzel yöresinde yaşamanız hiç önemli değil, yeter ki içiniz sevinçle dolu olsun… O sabah erkenden, gün doğmadan uyanın. Mâlumunuz erken kalkmak bereket ölçüsü. Atalarımız boşuna” erken kalkan yol alır…” dememişler. Bu davranış,  bütün yıl için başlangıç sayılıyor… O yılın verimli, olumlu, rahat ve bereketli geçeceğine inanılıyor.

Dolayısıyla bendeniz, gün doğmadan kalkıp, kendimi doğanın kucağına atmayı planlıyorum. Sevgili dostum Süleyman Aksu, doğup büyüdüğü köy olan İzmir Torbalı’ya bağlı Karakuyu’ya gitmemizi önermişti. Kısmetse, bendenizin de unutulmaz anıları bulunan o güzel yöreye gidip, tabiat ile haşır neşir olmayı düşünüyorum. Belki de o yörenin birkaç göreneği ile karşılaşır ve göneniriz. 

Ülkemizin değişik yerlerinde, değişik gelenek-görenekler uygulanıyor. Örneğin bazı yörelerde sabah ekmek pişiren kadınlar, hamurun içine bir tane mavi boncuk atıyorlar. Ekmekteki mavi boncuk kime düşerse o kişi, yılın şanslı ve uğurlu kişisi kabul ve ilân ediliyor.

Bir başka yörede “Mart Dokuzu’ndan” bir gün önce köyün gençleri ellerinde darbukalarla köyü bir baştan öbür başa kapı kapı dolaşıp, mâniler okuyorlar. Kapısı çalınan evin sahipleri, kapılarına gelen gençlere değişik, fakat genellikle yiyecek türünde hediyeler veriyorlar. Ardından gençler köyün meydanında toplanıp, bir meydan ateşi yakıyor ve etrafında eğlenceler düzenliyorlar.

Çeşme’mizde de 26-29 Mart 2015 tarihleri arasında Çeşme Belediyesi’nin 6. kez düzenleyeceği Ot Festivali de bu etkinliklerden. Bilenler bilir… Ana tema bu yıl da “Ebegümeci” imiş. İdrak ettiğimiz yıllarda “En fazla ot toplama” ,“En güzel otlu yemeği yapma” yarışmaları gibi aktiviteler festivale damgasını vurmuş; katılanları bambaşka bir dünyaya götürmüştü. Umarım ve dilerim ki geleneksel hâle dönüşen bu etkinlikler bu yıl da sorunsuz tamamlanır; yerli yabancı insanlarımız doğa ile baş başa olmanın hazzına, keyfine varırlar; gönülleri neş’e ve sevinç ile dolar.

Urla’mızda da benzer etkinlik, Urla Belediyesi’nin katkılarıyla, birkaç senedir Mart ayında gerçekleştiriliyor. Bu faaliyet de sağlam şekilde ve gelenekselleşme yolunda ilerliyor. Eh! Urla’ya kadar gitmişken, yörenin meşhur ve leziz katmerinden tatmanızı âcizane öneriyorum. 

Bütün bunların amacı, hemen hemen unutulmaya yüz tutmuş “Mart Dokuzu” geleneğini devam ettirmek; bazı yörelerde de yeniden canlandırmak sevgili okur.

Yalnız Ege’mizin değil, fakat Türkiye’mizin dört bir köşesinde yaşayan sevgili vatandaşlarımız hepinize sesleniyorum: Bulunduğunuz yörenin iklim şartlarının müsaadesi nispetinde hasır çantalarınızı, sepetlerinizi yanınıza alınız; elinizde ot bıçağınız kendinizi doğaya teslim ediniz. Unutulmaya yüz tutmuş otları keşfetmek amacıyla harekete geçiniz. Toprağın, tabiatın ve güneşin karışımı ile ortalığı sarmış bulunan kokuyu, o “Yaradılış Aromasını”, beş duyunuzu da devreye sokarak özümleyiniz.

Göreceksiniz ki, uzun süren bir hastalıktan kurtulup, iyileşmiş ve hayata yeniden doğmuş gibi hissedeceksiniz kendinizi. İçinizi bir sükûnet kaplayacak… Yaşamaya, insanları yeniden sevmeye başlayacaksınız. Böylece ağaçlar çiçek açtığında, çiçeklere su yürümesi gibi, damarlarınıza taze ve temiz kanın yürüdüğünü hissedeceksiniz.

Hadi durmayın!

Çimlere bulanın, ağaçlara sarılın. Böylece içinizde, insanlığa karşı engellenemez bir sevgi patlaması yaratın. Göreceksiniz ki, "Bir daha aramayacağım” dediğiniz insanı arayıp, “ben seni özledim…” deyivereceksiniz. “Bu haberleri artık dinlemek istemiyorum… Patronun fırçalarını! Artık duymak istemiyorum…

Şu politikacının hareketlerini artık tasvip etmiyorum” gibi düşüncelerinizden arınacaksınız; yaşama daha gerçekçi, daha aklıselim ile bakacaksınız.

Bahar, yalnız insanlar için değil, bütün varlıklar için diriliş ve coşkunun ifadesi sevgili dostum. Tarih boyunca bu ifadeyi en güzel dillendiren ulusumuzun “Mart Dokuzu” ve “Nevruz Bayramı” sonsuza kadar kutlu olsun... Bu milleti kimse bölmesin, bölemesin ülkemizi hiçbir dâhili ve haricî bedhah (kötü yürekli) parçalayamasın. Dilerim öyle olsun.

Ali Rıza Saysen - Çeşme - 2015 

MAALESEF ARTIK AŞURENİN TADI KAÇIYOR

$
0
0

Değerli Mekâncılar,

Son hadiseler pek vahimdir ve devlet otoritesinin tamamen iflas ettiğinin göstergesidir.

Rehine krizi ancak şiddetle bitirilebilmiş ve iki eylemci alenen infaz edilmiştir: Bu aziz vatan için canının dişine takarak ağır yaralanan savcı kurtarılamamıştır.


İki DHKC (Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi) üyesinin kalkıp İstanbul’un göbeğinde, Çağlayan Adliyesi’nde bir savcıyı makam odasında saatlerce rehin alabilmiştir ve tabii ki bu “eylem” de kanlı bitirilebilmiştir.

İki eylemci öldürülmüş, savcı ise ancak ağır yaralı olarak hastaneye kaldırımmış ama kurtarılamayarak şehit düşmüştür.

Operasyon öncesi birçok görgü tanığı ve gazeteci şiddetli bir patlama duyduğunu aktarırken resmi açıklamada bu patlamadan söz edilmemesi, odadan silah sesleri gelmesi üzerine harekete geçildiğinin belirtilmesi dikkat çekmiştir.

Savcı Mehmet Selim Kiraz, Gezi eylemlerinde polisin gaz fişeğiyle vurularak hayatını kaybeden 15 yaşındaki Berkin Elvan’ın ölümüne ilişkin soruşturmayı yürüten savcıydı. Eylemciler bu yüzden Kiraz’ı hedef almıştı ve temel talepleri Elvan’ın katillerinin açıklanmasıydı.

Hastaneden yapılan açıklamada Mehmet Selim Kiraz’ın hayatını kaybettiği duyuruldu.

Doktorlar, savcı Kiraz’ın hastaneye kalbi durmuş bir şekilde geldiği ve tüm müdahalelere rağmen hayata döndürülemediğini ifade ederek şunları söyledi: “Çok ciddi yaralanmıştı. Ateşli silah yaralanması vardı başından ve vücudundan. Solunumu ve kalbi durmuştu. Ameliyata aldık ama maalesef şehit verdik. Geldiğinde hayatını kaybetmişti. Geri döndürmekte muvaffak olamadık 20.50’de geldi, 21.55’te kaybettik” denmiştir.

Hayatını kaybeden DHKC militanlarının 1981 doğumlu Bahattin Doğruyol ve İstanbul Üniversitesi öğrencisi Şafak Yayla olduğu açıklanmıştır.

Başsavcı Vekili Orhan Kapıcı ise “Savcımızın şu an hastanede hayatî tehlikesi bulunuyor. Operasyon sırasından iki terörist de öldürüldü. Savcımız ameliyatta, tek dileğim yeniden sağlığına kavuşması” diyebilmiştir.

Saat 21:28’de Selami Altınok silah sesleri duyulduğu için operasyon başlatılmıştır

İstanbul Emniyet Müdürü Selami Altınok: Altı saat boyunca bütün güvenlik tedbirlerini aldık. Ancak eylemcilerle telefonla iletişim kurulduğu anda odadan silah sesleri gelmesi üzerine emniyet güçleri operasyon başlatmıştır. Savcı ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmıştır. Şu anda ameliyatta, kendisine acil şifalar diliyorum. Operasyon sonucu iki terörist ise öldürülmüştür.

HKPC’ye yakınlığıyla bilinen Halkın Sesi sitesinin sosyal medya hesabından yapılan açıklamaya göre üç eylemci, vurularak öldürüldüğünü duyurdu. Cumhuriyet’ten Ahmet Şık da üç eylemcinin öldürüldüğünü, savcının ise hastaneye kaldırıldığını belirtti.

20:54’te görgü şahitleri “savcı hastaneye kaldırıldı yaralı” diyebilmişlerdir.

Halkın Sesi TV, üç eylemcinin ağır yaralı olduğunu ve durumlarının ciddi olduğunu, Savcı Kiraz’ın da yaralı olduğunu duyurdu.

DHKPC’ye yakınlığıyla bilinen Halkın Sesi sitesinin sosyal medya hesabından yapılan açıklamaya göre polislerin operasyonun başlamasının ardından Savcı Kiraz, eylemciler tarafından vurulmuştur.

6’ncı kattan bağırtılar gelmiş ve “yat yere” denmiştir.

Zaman gazetesi muhabiri Mürsel Genç, savcının odasının bulunduğu 6’ncı kattan 10-15 el silah sesi geldiğini ve polislerin “Yat yere” diye bağırdığını aktarmıştır.

BBC Türkçe muhabiri Selin Girit, Çağlayan Adliyesi’nde bomba sesi duyulduğunu ve operasyonun başlamış olabileceğini belirtti. BBC Türkçe’den Çağıl Kasapoğlu ise bina içinde bir koşuşturmanın başladığını söyledi. Birçok adliye muhabiri de içeriden silah sesleri geldiğini ve Savcı Kiraz’ın odasından dumanlar yükseldiğini bildirmiştir.

Eylemcilerin talebi kabul edilmiş, polisler adliyeye getirilmiştir.

DHKPC’ye yakınlığıyla bilinen Halkın Sesi sitesinin sosyal medya hesabından yapılan açıklamaya göre, eylemcilerin üç polisin basın açıklaması yapması yönündeki talebi kabul edilmiştir. Savcıyı rehin alan kişilerin Berkin’in katilini olduğunu düşündüğü üç polisin adliyeye getirildiği ifade edilmiştir.

Halkın Hukuk Bürosu’ndan yapılan açıklamada “müzakereyi yürütenler adliye dışına çıkartıldılar. İçeriye müdahale edilebilir” denilmiştir.

19:57’de ise “isimlerin açıklanmasının ardından eylemi bitireceğiz” demişlerdir.

Cumhuriyet’ten Ahmet Şık’a konuşan eylemciler, dosyayı ve kriminal büronun yazılarını incelediklerini ve belgelerde üç polisin kırmızı çerçeve içine alındıklarını söyledi. Raporda öne çıkan G.T. isimli bu polisle birlikte sicil numaraları bilinen diğer iki polisin canlı yayında suçlarını itiraf etmesini isteyen eylemciler, daha sonra eylemlerini bitireceklerini açıklamıştır.

Eylemciler DİHA’ya konuşarak, Berkin Elvan’ın katili olduğunu düşündükleri üç polisin sicil numaralarını kendileriyle görüşen heyete verdiklerini ve görüşmelere devam etmeleri için bu isimlerin yarım saat içinde açıklanması gerektiğini söyledi.

18:53’te eylemciler Sami Elvan’ın isteğini kabul etmemiştir.

Al Jazzera Türk muhabiri Selahattin Günday, Berkin Elvan’ın babası Sami Elvan’ın eylemcilerle telefonla görüştüğünü ve eylemin sonlandırılmasını istediğini bildirdi. Ancak eylemciler Elvan’ın isteğini kabul etmediğini bildirmiştir.


Yine Günday’a göre eylemcilerin “Berkin’i vuran polis getirilsin talebi” müzakerede tıkanıklığa yol açmıştır. Zira savcılık ellerinde bu polise dair kesin bir bilgi olmadığını ifade etmektedir.

18:39’da Halkın Sesi’nin Twitter hesabı da kapatılmıştır.

Eylemi gerçekleştiren DHKC üyelerinin taleplerini paylaşan DHKPC’ye yakın Halkın Sesi’nin Twitter hesabı da askıya alınmıştır.

18:17’de ise polislerin bilgilerini paylaşan Twitter hesabı kapatılmıştır.

Savcıyı rehin alan kişilerden birine ait olduğu tahmin edilen ve Berkin Elvan dosyasındaki şüpheli polislerin bilgi ve fotoğraflarını paylaşan hesap, Twitter tarafından askıya alınmıştır.

Bu arada, Diyarbakır’da Amet (diyorlar ya) Ayrılıkçı Kürtçüler iyice azıtarak, her türlü nümayişi yapmaktaydılar.


Her tarafta Bölücübaşı’nı öven gösterilen yapılıyordu.

Doğu Kürdistan” denebilmiştir.

Bütün bunlar ve isim veremeyeceğim kaynaklardan aldığım istihbarattan öğrendiğim kadarıyla bu bölgede özerkliğin ilan edilmesi ve akabinde de

Diyar-ı Bekir ismi olan halis kadim Türk ve Türkmen şehrinde Kürdistan’ın başkenti ilânı programı hazırlanmaktadır.

Neden bu Alevi delikanlıyla ilgili yasaklar?

Niçin bütün ve terör ve tekrar tekrar twitterda, sosyal medyada engellemeler yapılmaktadır?

Nevroz isimli Kadim Türk ve Kürt bayramı (Yeni Gül: Bahar Şenliği) artık bu hale gelmiştir?

Coşkuyla kutlanan bu şenlikler her yerde hâlen de devam etmektedir.

Peki, kendisini tarihin en büyük sarayını yaptıran Cumhurbaşkanı nerededir?

Ankara’da, Atatürk’ün makamında…

Biz zamanların liberali Yiğit Bulut da şunları söyleyebilmiştir:

Sonra yerli veya yabancı kanallardan şu kutlamalara yer verilmiştir:

Sabahattin Demirtaş şunları söyleyebilmiştir:

Bu iş böyle giderse, pek yakında tamamen Hür ve Bağımsız Kürdistan kurulacaktır.

Kim kârlı çıkacaktır bu işten?

ABD ve oradaki petrolü, Bor’u ve daha nice yeraltı kaynağımızı yutacaktır.

Peki, Sayın Cumhurbaşkanı (artık bıldırcın yumurtasıyla besleniyormuş) ne yapacaktır?

Gene hamasî nutuklar açacak ve 36 etnik gruptan bahsederek herkesi barışa çağıracaktır.

Herkes diktatör derken, kendileri hâlâ Sultanlık peşinde yaşayacaktır.

Ne zamana kadar?

Ne diyordu Kitap: “Her nefis ölümü tadacaktır”.

Hayırlısı ama endişeliyim…

Ben orada 1991-1992’de askerlik yaparken de planlar çoktan hazırdı ve bütün ABD askerleri Kırmançça yâni Kürtçe konuşuyordu.

Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı da neler dedi bakın:


Sevgili Ağabeyim, hangi meali okudunuz, gerçekten de Kur'ân'da hiç saldırganlık telkin eden bir şey yok mu? Yaşar Nuri'ninkinde ve Elmalı'nınkinde var...

Büyük bir Holding’ten temin edilmiş şişme havuzlarda güneş banyosu yapıyorlardı.

O zamanlar da ne tweet ne de cep telefonu mevcuttu.

Endişeliyim ve sanırım artık aşure zedeleniyor ve Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en büyük krizini yaşıyor

Bakalım ve olacak?

Allah hepimize kolaylık, şehitlere de helâllik nasip etsin.

Âmin.

Dilerim barış gelir ve aşure geri gelir yoksa mozaik artık parçalanmak üzere!

Not: Bu videolar da, pek çokları gibi, kısa zaman sonra silinecektir hiç kuşkunuz olmasın, vakit varken göz atın derim...

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 02. 04.2015


KAYAHAN da GİTTİ!

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Kayahan da gitti!

Ben kendisini Classis Golf Country Clup’da canlı performansında dinlemiştim.

Sayın Hamoğlu’nu çok sever ve karizmasıyla ve yorumlarındaki hüzünle dikkat çeker çekerdi.

Kocaman bir saati vardı, karısı İpek (gerçekten Berkeley mezunu, bizim HCÖ gibi değil hani) de pek hüzünlüydü ve ona vokalistlik yapardı…

Hep hüzünlüydü şarkıları ve senelerce televizyonda pop müziğinin duayen isimlerin birisi olarak, sanırım kızına da epey üzülerek, tam bir sanatçı duygusallığı içerisinde vatanına hizmet etti.

Atatürk’ü çok severdi ve aldığı en son ödülde de onun resmi vardı.

Hep hüzünlüydü ve bestelerinde ölüm teması da çok yaygındı.


 Bir gece bu kulübün barının etrafında demlenip, şöminenin çıtırtısı arasında azıcık sohbet etmeye imkân buldum.

Kartımı alırken dahi hüzünlüydü ve perseküsyonda da usta olduğu bilinen İskender Paydaş yanındaydı, sapsarı ve uzun saçlarıyla…

Aradan pek uzun seneler geçti ve öğrendim kadarıyla, Classis Golf Oteli şimdilerde iflâs sebebiyle kapanmış ve galiba o muhteşem tesis de boşalmış.

Orada muhtelif ilaç firmalarına, Sabancı Holding de dâhil olmak üzere pek çok kişiye ve kuruma enteraktif eğitimler vermiştim eskiden ve bütün yaz kış demeden her mevsim havuzunda yüzerdik.

Pek çok firmaya “stresle başa çıkma, etkili sunum teknikleri” gibi konularda eğitimler vermiştim.

Sonra Kayahan'ın Hastalığı üç kere nüksetmişti ve bir dönem de teknede yaşamaya başlamıştı.

Muhtemelen de oradaki villalardan birinde alıyorlardı ve epey kalabalıktılar. Âdeta klan hayatı yaşar gibiydiler.

Hepsi de bu pop ilahının ağzına bakıyordu çünkü esas münzevi bir mütefekkir gibiydi, hep düşünceliydi ve hüzünlüydü.

Sanırım aşka âşıktı, nadiren gülümserdi ve bütün eserleri hep hüzün doluydu.

Bir öğrendim ki, hem de KKTC’deyken, bu büyük sanatçı Akciğer Kanseri hastalığı sebebiyle yaklaşık 1 hafta hastanede tedavi olmuştu.

İlk kez 1990 yılında yumuşak doku kanserine yakalanan (sarkom) Kayahan, 2005 yılında 2. kez aynı illetten mustarip olmuştu. 2014 yılında 3. kez hastalığı tekrar eden sanatçı, Akciğer kanseri tedavisi görüyordu.

Sabah saatlerinde hayatını kaybetmiş meğer.

Ölümler gariptir, genellikle ya zeval vaktinde ya da tan yerindeki bulutlar dağılırken vaki olurlar.

Cenazesinde tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybeden ünlü sanatçıyı dostları alkışlarla uğurlarmış. Kayahan’ın eşi İpek Açar ve sanatçı Nilüfer de düzenlenen tören esnasında gözyaşlarına boğulmuş.

Tedavi gördüğü hastanede hastalığına yenik düşüp Acıbadem Hastanesi’nde 66 yaşında hayata gözlerini yuman Kayahan için ilk tören Cemal Reşit Rey Salonu'nda düzenlenmiş. 

Törene, çok mütevazı ve çilekeş bir kadın izlenimi aldığım bir Hanımefendi olan İpek Açar, kızları Aslı Gönül ve Beste’nin yanı sıra Belediye Başkanı Avukat Murat Hazinedar, Nilüfer, Sezen Aksu, İskender Paydaş, Mirkelam (şu koşan ve Sabancılara damat adayı olan adam), İzzet Öz, Betül Betül Demir, Arif Sağ, Hakan Peker ve çok sayıda seveni katılmış.

Cenaze töreninde, Kayahan’ın görüntülerin bulunduğu slayt gösterisi izletilmiş.

İpek Hanım ve küçük kızı tören boyunca gözyaşlarına hâkim olamamış.

Nilüfer de Kayahan için uzun süre gözyaşı dökmüş.

Sanatçı dostları kendisinin cenazesinin bulunduğu tabutu, tören alanından alkış eşliğinde çıkarmış.


Nilüfer, çok üzgün olduğunu ve Kayahan’ın 35 yıllık arkadaşı olduğunu söylemiş.

İskender Paydaş, “O ilk günden beri nasıl ahlâklı nasıl dürüst biri olduğunu gördüm. Artısı eksisiyle yaşadı, dolu dolu 3 ömür yaşadı, aramızdan erken ayrıldı. Çok büyük bir sanat bıraktı. Onu taşımak eşi ipek Açar’ın biz öğrencilerin yükümlülüğünde… Ruhen hep aramızda olacak” demiş.

Beşiktaş Belediye Başkanı Av. Murat Hazinedar da “Bir belediye başkanı olarak 1 yıllık belediye başkanlığı hikâyemin en güzel eserini bıraktı: 14 Şubat Sevgililer Gününde olağanüstü eserlerini bizimle paylaştı. Hayatını kaybettiği andan itibaren televizyonlardan izlediniz, olağanüstü bir iz bırakma imkânı verdi. Sevgili Nilüfer’le Sevgili Kayahan’ın buluşmasına hep birlikte tanıklık ettik. “Türkiye’yle dinleyicilerimle helalleşeceğim” diyerek o sahneye çıkabildi. O sahne arkasını tarif etmek mümkün değil. O sahnede çok güzel dakikalar yaşadık” diye konuşmuş.

Kayahan, Teşvikiye Camii’nde kılınan namazını müteakiben Kanlıca Mezarlığı’na defnedilmiş.

Peki, cenaze töreninde kim eksik değilmiş: Devletlû. O da Kur’ân okumuş.

***

Allah kabul etsin ama her zaman her yerde kendisi var!

Âlâ da, neden İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü seçiminde teamüller çiğnendi, neden ve nasıl Raşit Tükel ikinci sıraya kondu?

Başımızda bir padişah var da ulufe mi dağıtmakta?

Neyse, demin Cânan aradı ve bana Avukatlar Gününü hatırlattı, Baro Başkanı’nın bile karakol önünde tartaklandığını söyledi.

Bu mevzuda ayrıca yazacağım ama sanırım AKP artık çökme sinyalleri vermekte…

Sigaradan uzak durun, sen de Nevzat Damat ve Canım Yavrum.

Ha, Cratos Oteli'neki İPEK toplantısı için Prof. Dr. Erdal Işık ve herkese teşekkürler...

Sevgim ve saygımla…

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 05.04.2015

 

TEAMÜLLER, TEMAYÜLLER VE GELENEKLER

$
0
0

Bir süre önce emekli olarak ayrıldığım İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ndeki ve üniversitedeki gelişmeleri hayretle takip etmekteyim.

Önce sıralamaya bir bakalım: Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu (1923-1927), Ord. Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp (1927-1934), Ord. Prof. Dr. Cemil Bilsel (1934-1943), Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam (1943-1946), Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar (1946-1949), Ord. Prof. Dr. Ömer Celal Sarc (1949-1951), Ord. Prof. Dr. Kazım İsmail Gürkan (1951-1953), Ord. Prof. Dr. Fehmi Fırat (1953-1957), Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar (1957-1963), Ord. Prof. Dr. Ömer Celal Sarc (1963-1965), Ord. Prof. Dr. Ekrem Şerif Egeli (1965-1969), Prof. Dr. Nazım Terzioğlu (1969-1974), Prof. Dr. Haluk Alp (1974-1979), Prof. Dr. Cem’i Demiroğlu (1979-1993), Prof. Dr. Bülent Berkarda (1993-1997), Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu (1997-2004),  Prof. Dr. Mesut Parlak (2004-2008), Prof. Dr. Yunus Söylet (2008-2015), Prof. Dr. Mahmut Ak (2015-)


Benim en son yetiştiğim Kemal Bey’di (Berkarda’yı da tanırım, hep gölgede kalıp, Kemal Bey’i ön plana sürmüştü kendi zamanında) ve Ergenekon’dan hapse atılıp da serbest bırakıldıktan sonra bir kere telefonlaşabilmiştik. Kıymetli de önemli bir hocaydı ama evine bağlattığı hattı bahane ederek içeri attılar.

Son üçüyle tanıştım ama Mesut Parlak Bey’i hiç görmedim, Prof. Dr. Yunus Söylet’le de bir seferinde, Sevgili Dostum Prof. Birgül Sönmez’in düğününde karşılaştım nikâh şahidi olarak.

Karısı türbanlı ama aydın bir adama benziyordu. Merhum Adnan Şenses’in de kafası iyiydi ve garip bir şarkı söylemişti hattâ.

Bu işte bir gariplik var…

Makalemin başında da belirttiğim gibi, her türlü demokratik seçimde önce bir teamül yoklaması yapılır ve adaylar propaganda için, belirledikleri anahtar kişilere, kanaat önderlerine ve benzeri lider vasıflı kimselere giderler. Fakülteleri, Anabilim Dallarını, kendilerine destek çakacaklarını tasavvur ettikleri adaylarla temasta bulunurlar.

Daha sonra da bir seçim yapılır ve en yüksek oyu alan kişi, eğer ahlaki bir sorunu yoksa bir skandala adı karışmamışsa yahut başka bir teamüllere ters düşen, temayül olarak da benimsenmiş, geleneklere göre de seçilmiş bir Öğretim Üyesi Rektör seçilir.

YÖK, bu atamayı aynı kıstaslara göre değerlendirir ve adaylardan durumu en iyi olanları, demokratik, Laik, Atatürk ilke ve İnkılaplarına ters düşmeyecek evsafta olanları ele alır, dosyaları tetkik edilir ve jüri tespit edilir.

Akabinde de adayların listesi en yüksek Onay makamı olan Cumhurbaşkanı’na yollanır.

O da, en üst otorite olarak, en liyakati yüksek olanı görevlendirir.

Bu sefer gene bir gariplik oldu ve değerli arkadaşım ve Çapa (İstanbul Tıp) Fakültesi’nden, Değerli Meslekdaşım Psikiyatri Profesörü Raşit Tükel’e ne oldu:

İstanbul Üniversitesi’nde rektörlük seçimleri tamamlandı ve toplam 2 bin 595 oyun kullanıldığı seçimde bu seçimler sonucunda en yüksek oyu Prof. Dr. Raşit Tükel aldı (fark 1202’ye 908).

Ancak, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, rektör atamalarını gerçekleştirdi ve İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne Prof. Dr. Mahmut Ak’ı atadı. Raşit Tükel yerine rektörlüğün Mahmut Ak’a verilmesi de tepki topladı tabii.

Özellikle sosyal medyada Recep Tayyip Erdoğan'ın kararı eleştirildi. Raşit Tükel ayrıca İstanbul Üniversitesinde geçen ay yapılan seçimde rektörlük için Prof. Dr. Mahmut Ak, Prof. Dr. Harun Cansız, Prof. Dr. Faruk Erzengin, Prof. Dr. Recep Seymen ve Prof. Dr. Raşit Tükel yarışmıştı.

Bu ikinci hayal kırıklığımız oldu. Eh, 65 yaş gelip de zaruretten (icbar: zorlamadan da öte) emekli olacak. Zaten kırılmıştır sanırım ve bir daha da denemez

Şimdi, bu seçim demokratik midir? Yoksa teokratik midir?

Bunun amacı henüz ayakta duran en eski ilim ve irfan yuvasını da mı yandaş hale getirmek istiyorlar? Bu iş ilk defa olmadı ama beklendiği gibi, yine oldu. İstanbul Üniversitesi Rektörlük seçiminde en çok oyu alan Prof. Raşit Tükel değil, ikinci sıradaki aday Prof. Mahmut Ak, önce YÖK listesinde birinci sıraya çekildi, sonra da Cumhurbaşkanı tarafından rektör olarak atandı. Bu haftanın gündemi çok yoğun ama ben eski bir İstanbul Üniversitesi mensubu olarak, bu konuda yazmak gereği duyuyorum.

AKP, 12 Eylül Rejimine ve onun mahsulü olan YÖK sistemine güya karşı bir siyasî hareket olarak işe başlayıp, bu sistemin suyunu çıkaran bir icraatla bugüne geldi, tıpkı diğer pek çok konuda olduğu gibi. YÖK sistemini toptan ortadan kaldırmak bir yana, AKP’li Cumhurbaşkanları hiç olmazsa sembolik olarak demokrasinin gereğini yapabilir, kanunların verdiği yetkiyi kullanmak yerine, en çok oyu alan adayı rektör atama geleneği oluşturabilirlerdi. Sadece Recep Tayyip Erdoğan değil, şimdilerde kıymete binen eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de bu tür bir girişimde bulunmaktan imtina ettiler, meselelerinin demokrasi değil, kendilerine yakın kadroları kayırmak olduğu baştan belliydi. Kendilerinden önceki benzer uygulamaları mazeret göstermeleri ise tam bir pişkinliktir!

İstanbul Üniversitesi’nde bir önceki seçimlerde eğrisi doğrusuna denk gelmişti, iktidar partisine yakınlığı ile bilinen Prof. Yunus Söylet seçimin galibi oldu ve demokratik olan, hiç olmazsa bu şekilde gerçekleşebildi. Doğrusu, siyasî açıdan başımızın en zorda olduğu dönemlerde, en özgür olunan yer İstanbul Üniversitesi oldu. Prof. Söylet dönemi pek çok arkadaşımız için de, hiç olmazsa öğretim üyeleri için demokratik bir havada geçti. O nedenle, aynı ekolün mensubu olduğunu bildiğimiz Prof. Mahmut Ak’a karşı olumlu bir yaklaşım içindeydik. Dahası, İstanbul Üniversitesi, yapısından dolayı hep Tıp dalından rektörler ile idare edilmişti, Prof. Dr. Mahmut Ak bu açıdan, yâni Sosyal Bilimler dalında olanlar için daha hâlden anlar bir aday görüntüsü veriyordu. Ve dahası, idareciliği döneminde, benim de mensubu olduğum Tıp Fakültesi ile ilişkileri çok iyiydi, idarî görev alan ve kendisi ile siyasî görüşü farklı olan arkadaşlarımızın kanaati de buydu. Yani Prof. Ak’a karşı siyasi görüşlerinden dolayı hiçbir önyargım yok, olamaz. Ama ne olursa olsun, Rektörlük atanma değil, seçilme kriterine uyulması gereken bir mevki olmalı. Hadi, mevcut sistemin ve siyaset dünyasının hâli malum, hiç olmazsa akademisyenler demokratik ilkelere göre davranmalı diye düşünüyorum. Ancak şimdiye kadar seçimin galibi olmadığı hâlde YÖK listesinde öne çıkan hiçbir rektör adayı, atanma öncesi yarıştan çekilme basireti göstermedi. Bakın en vahim olan da bu durum; akademisyeninin demokrasi anlayışı bu yönde olan, yani seçimi kazanmadığı halde atanmayı içine sindiren akademisyenlerle dolu bir ülkede hangi demokrasiden bahsedilebilir?

YÖK’ün de, Cumhurbaşkanı’nın da demokrasiden ne anladığı ortada, peki bu şartlarda atanan rektörler, seçimlere katılan öğretim üyelerinin iradesine saygı göstermeyi hiç düşünmezler mi?

Belli ki düşünmüyorlar, bu tavrın saygınlıklarına gölge düşüreceğini hesaba katmıyorlar. İstanbul Üniversitesi Rektörlük atamasında durum aynen böyle oldu, sonuçta her şey bir yana, Prof. Dr. Ak itibarına gölge düşürdü, ülkemizde demokrasinin geri geri gitmesinde, bir adım da onun katkısı oldu. Artık bir Vakıf Üniversitesi olan Beykent’te görev yapmak durumunda olan bir öğretim üyesi olarak, düşündüklerimi söylemekten imtina etsem, kendime saygımı kaybederdim, bu benim katlanamayacağım bir maliyet. Aynı nedenle, söylediklerimi, politik doğruculuk gereği veya “yasak savmak” nev’inden değil, altını çizerek söylüyorum. Unutmayalım ki, bu noktaya sadece iktidar partisinin “demokrasi anlayışsızlığı” ve icraatları ile değil, tırsıp sesini çıkarmayanların yarattığı demokratik boşluk nedeniyle geldik. Lâfta atıp tutup, mevki, mensubiyet uğruna her türlü pazarlığa girenleri saymıyorum bile.

İstanbul Üniversitesi (kısaca İÜ), yek sengine tüm Acem mülkünün feda edilebileceği söylenmiş olan İstanbul’daki en büyük devlet üniversitesidir.

18 Kasım 1933'te Türkiye’nin ilk ve tek üniversitesi olarak öğrenim hayatına başlamış olan kurum, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk Avrupa tarzı üniversite olarak kabul edilen Darülfünun’un doğrudan devamıdır. Ayrıca okulun bazı birimleri temelleri İstanbul’un fethinin ertesi günü, 30 Mayıs 1453’te, Fatih Sultan Mehmet’in emriyle kurulan emriyle kurulan Sahn-ı Saman medreselerine kadar dayanır… Bugünkü hali 1933’te tesis edilmiştir.

Hani bu iş Bush’un seçilmesine mi döndü acaba?

Hatırlarsanız, tamamen babasının torpiliyle seçilen bu pek de ilginç kişi için şu laflar kullanılmıştı: “Bush Junior was not electer, he was selected”. Yani güç odağı, kendi istediği adamı seçimlerle tercih ettirip de kendi tercih etmişti.

Prof. Dr. M. Kerem Doksat

Beykent Üniversitesi Psikolojik Bölümü

Emekli İÜ Cerrahpaşa TF Psikiyatri AD Öğretim üyesi

SELFIE KUŞAK ÇATIŞMASI ve DAYAK

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bugün TvEM’de Sevgili Ayşe Özgün’le, canlı yayında bu konuyu tartışacağız, hepinizi beklerim...

***

Bir bakıma pratik olan selfie fotoğrafı çekmek aslında gözüktüğü kadar da kolay değil. Ünlü ünsüz herkesin kendi selfie fotoğrafını paylaştığı bu günlerde, siz de bu tüyolar sayesinde kendi selfie’nizi çekip paylaşın.


Selfie nedir ve nasıl çekilir sorusunun cevabı haberimizde.

Bu finansmanın masrafı yok, avantajı çok!

Selfie: Kendi kendine fotoğraf çekme aslında çok da yeni bir yöntem değil.

Günümüzde Obama’dan, Oscar’lı yıldızlara kadar birçok ünlünün de kapıldığı bu akım, sosyal medyada adeta fotoğraf çılgınlığına dönmüş durumda.

Aslına bakarsanız; Fotoğraf teknolojisi ilk çıktığı andan itibaren insanlar kendi kendine fotoğraf çekmeyi denemiş, fakat ön kamera gibi araçlar bulunmadığı için çok başarılı olamamış ve kendilerini güzel göstermeyi başaramamışlardı.

Belki de 2014 Oscar töreninde, ünlü oyuncu Ellen DeGeneres’in diğer oyuncular ile çektiği selfie pozu geceye damgasını vurmuş ve sosyal medyada paylaşım rekorları kırmış olmasaydı birçoğumuz hala fotoğraf çekilmek için başkalarına ihtiyaç duyuyor olacaktık.

Obama’dan, Oscar’lı yıldızlara kadar birçok ünlünün de kapıldığı bu akım, sosyal medyada adeta fotoğraf çılgınlığına dönmüş durumda.

Siz de sosyal medyada güzel kareler paylaşmak istiyorsanız, iyi bir selfie için nelere dikkat edilmesi gerektiğini okumalısınız.

1) Doğru ışıkta fotoğraf çekilin

Fotoğraf çekimlerinde en önemli şey doğru ışık kullanımıdır.  Işığı karşınıza alacak şekilde çekimler yaparsanız, ışık fotoğrafta size yansız ve daha net bir görüntü sağlamış olursunuz.

2) Kendiniz gibi olun...

Selfie fotoğrafı çekerken yapaylıktan olabildiğince uzaklaşın. Dudak bükme ve anlamsız hareketlerin modası çoktan geçti. O yüzden selfie çekilirken, gülümsemeler veya eğlenceli pozlar fotoğrafınızı renklendirecektir.

3) Doğru açınızı yakalayın

Kameranın açısını değiştirin ve poz verin. En güzel kareyi yakalayana kadar poz verebilirsiniz. Size ufak bir tüyo verecek olursak; kamerayı görüş açısının biraz yukarısında tutarak, hafif sağ ve sol açı ile en iyi çıktığınız eğimi belirleyin ve selfie’nizi çekin.

4) Fotoğraf çekilmeden önce bakım yapın

Bakımlı bir görüntü ile çektiğiniz fotoğraflar, doğal halinizden daha ilgi çekici görünecektir. Makyaj, fönlü saçlar ve özenle takılmış aksesuarlar ile çekmiş olduğunuz fotoğraflar size sosyal medyada daha çok beğeni getirecektir

5) Fotoğraflarınıza photoshop yapın

Selfienizi mükemmelleştirmek için ufak rötuşlar yapın. Kırmızı göz giderici ve ışık düzenleme aracı ile ilk düzenlemenizi yaptıktan sonra, dilerseniz yüzünüzdeki kusurları kapatıp kilonuzu da istediğiniz orana getirebiliyorsunuz. Fakat bu düzenlemeleri yaparken doğal halinizden çok da uzaklaşmamaya dikkat edin.

Ayrıca, dayağı ve nesiller arası hengâmeyi de "kuşak çatışması başlı altında işleyeceğiz"

Kadına Şiddet ve Şaşırtıcı İstatistikler:

Bir ankete katılan kızlı erkekli 173 öğrencinin yüzde 38.7’si "Kadına yönelik şiddeti onayladığını" belirtti. Tıp öğrencilerinin yüzde 28.5'i kadının kendi hatasından dolayı dayak yediğini kabul ederken yüzde 5.3'lük kesim ise dayağın kadına "yararlı" olduğuna inandığını ifade etti. 

Gençlerin yüzde 90.6’sı dayak yiyen kadına yardım edilmesi gerektiğini belirtiyor. Ancak bunların dörtte üçü “kadını döven kişi ceza almasın” diyor.

Sizce dayak mutlaka boşanma nedeni midir?

“Dayak boşanma nedenidir veya da 'değildir' diye kesin bir şey söylenemez ama dayak evliliklerde bir defa olmamalı. Çünkü dayak çok ağır bir davranıştır ve bu davranış kabul edildiğinde, buna göz yumulduğunda tamamen meşrulaşmaya başlar. Erkek bunu karşı tarafın kaldırdığını gördüğü zaman; sonrasında şiddet aile içinde devam ediyor. Burada en önemli nokta, şiddete neden olan yan etkenlerdir. Kişinin alkol, madde kullanımı, tepkilerini kontrol etme güçlüğü, bir hastalığı varsa bu da göz önüne alınmalı ve boşanmaya yönelik kararlar ona göre verilmelidir.

Ne tip evliliklerde dayak rutinleşiyor?

Şiddetin başlangıcı her zaman dayakla olmaz. Psikolojik bir baskıyla başlar, arkadan ekonomik şiddet gelir ve ondan sonra dayak başlar. Evlilik başladığı andan itibaren önce çiftler arasında birbirlerine uyguladıkları baskılar ortaya çıkar. Bunlar her zaman dayak olmuyor. Önce özgürlüğün kısıtlanmasına çalışılıyor. 'Onunla görüşme, bununla görüşme, para harcama' gibi… Bu tip durumlardan sonra şiddet, en son kademe olarak ortaya çıkıyor. O nedenle biz 'şiddet' denince ilk önce dayağı değil; ekonomik, sosyal ve psikolojik şiddeti görüyoruz. En sonunda, fiziki şiddet de zaten ne yazık ki geliyor. Alkol, madde ve şiddetin olduğu ailelerde dayağa çok sık rastlıyoruz.

Evlilikte ilk yıla dikkat!

Bir çift arasında, dayağın hazmedilip sonra evliliğin normal temposunda sürdürülmesi mümkün mü?

- Mümkün. Eğer bu dayak şiddet yanlı bir psikolojik probleme bağlıysa olabilir. Dayak atan kişi psikolojik problemini çözümleyebilir, kendini değiştirirse arkadan evliliklerin düşünülenin aksine iyi gittiğini görüyoruz. İnsanlar zannediyorlar ki dayak söz konusu olduysa boşanmaları gerekir. Ama öyle olmuyor, kişi yardım alıyor ya da almıyor, yaşadığı yalnızlıktan ciddi bir ders alıyor ama yine de dediğimiz bir kez olmalı. Tekrar söylemek istiyorum ki: dayak bir kez tahammül edilebilir. Dayağı atan kişi, o andan sonra değişmesi gerektiğini kabullenip psikolojik yardım alırsa evlilikler sürebilir.

Dayak yiyen taraf, dayak atan tarafı teşvik etmiş olabilir mi?

- Olabilir. Karşındaki insanı suça teşvik etmek, açık vermesini sağlamak amacıyla da bazen istemli ya da istemsiz başvurulduğunu görüyoruz. Bunu bilerek yapanlar var. Kadın ya da erkek; karşısındakine o kadar dolu ailesine ispatlayabileceği bir kanıt yakalamak uğruna, karşısındakini buna zorlayabiliyor.

Boşanma dönemlerinde dayak olayı alenen ortaya çıkıyor sizce bunun nedeni nedir?

- Boşanma dönemi iki tarafın birbirine bağırıp çağırdığı dönemdir ve artık tamamen kontrolden çıkılan bir dönem…

Evliliğin dayak açısından en tehlikeli dönemleri ne zaman?

- Bunları da en yoğun evliliğin ilk birinci yılı ve çocuk olduktan sonra ilk iki yıl şiddet açısından en tehlikeli yıllar. İlk bir yıl çok şiddetlidir. Bebek bile kurtarmıyor, daha kötü olabiliyor. Çocuğun doğumuyla birlikte evin içinde çok farklı bir trafik başlıyor. Anneanneler, babaanneler, evin içindeki kadına karışmalar, kadının önceliği bebeği, erkek gereken önemin verilmediğini düşünüyor, cinsel soğumanın en yoğun olduğu dönem başlıyor. Bu sırada eve giren aile büyükleri, gece uykusuzlukları derken dayak daha çok ortaya çıkabiliyor.

Çok aşk veya sevgi sebebiyle dayak atmak mümkün mü?

- Sevdiğin bir şeye zarar vermek tamamen aykırı bir durum… Böyle bir savunma: sadece çok kötü bir savunma mekanizması olabilir.

Cinsel şiddet de yaygın

Büyük aşklar, büyük kinler ve atılan yumruklarla nasıl bitiyor?

- Evin içindeki sevgi kolaylıkla şiddetli öfkeye dönüşebilir. Borderline Kişilik Bozuklukları ağır Antisosyal Kişilik Bozuklukları burada çok önemli. Bu tip eşlerle yapılan evliliklerde her zaman bir tehlike vardır. Borderline'lar bir anda göklere çıkartırlar. “Sana taptım, senin gibi kadın görmedimleri” bir süre sonra “Allah belanı versin’e dönebilir.

Sizce kadınlar dayak yediklerini neden anlatmaya başladılar?

- Önceden dayağa karşı hassasiyet o kadar çok yoktu. Eskiden 'o senin kocandır döver de sever de' düşünceleri vardı. Ama insan kaderinin dayak yemek olmadığını artık öğrendik. Eskiden polis karakollarında aile mahkemeleri kurulur 'olur böyle şeyler' diye gönderirdi, şimdi kabullenmiyor.

Dayağın eğitimle ilgisi var mı, son dönemdeki haberlerden görüyoruz. Pek çok diploması bulunan insanlar da dayakçılar arasına katılıyor?


- Sosyoekonomik seviyesi yüksek ailelerde şiddet görülüyor, hiçbir şekilde dışarı yansımayacağını düşünüyorlar. 'Bu nasılsa dışarıya yansımaz' diyorlar. Diplomalar dayağı engellemiyor. Ancak son dönemde yaşananlar insanlara örnek oluyor. Aileler belki bunları deşifre ettikleri için acı çekiyorlar ama topluma son derece olumlu mesajlar veriyorlar. Kadınlar artık itiraf etmekten çekiniyor erkek de deşifre korkusuyla tepkilerine daha çok hakim olmaya başlayacaklar. Üzeri çok örtülüyor ama evliliklerde cinsel şiddet de son derece yaygın. Sosyokültürel seviye düşünce aile içinde cinsel şiddeti de görüyoruz.

Şiddet ortaya çıktığında ne yapmalı, ilk tokattan sonraki tepki ne olmalı, siz hastalarınıza neler öneriyorsunuz?

- Bulunduğunuz ortamı bir süreliğine 'terk edin' diyorum. Hayatınızı koruyun diyorum. Ölmemeye çalışın diyorum. Şiddetin nereye gideceği bilinemez. O an değil ama daha sonra orayı kesin terk etmelerini öneriyorum. O anda çok tehlikelidir. İlk şiddet anından sonra büyük tepkiler vermek doğru değildir, karşısındakinin sakinleşmesini beklemesi gerekli. Ertesi sabah güvendiği, tanıdığı, sevdiği kişilerin yanına gidip kendine süre tanımalıdır. Erkekler dayak olayının ardından sevişmek isteyebilirler. Maalesef o tip kişilik yapısı gösteren erkeğin doğasında olan bir şey. Her şeyi oldu, bitti ve kapandı diye düşünmeye çalışıyor. Ama kadın orada çok aşağılanıyor, erkek ise bunu görmüyor. Kadının da barıştığını zannediyor.

Tokattan sonra hemen evi terk mi etmeli?

- O an olmaz, o an çekip gitmek karşı tarafın daha çok hiddetlenmesine yol açabilir. Kadının o an ilk yapacağı hayatını korumaktır. Sonra mutlaka o ortamdan uzaklaşmalı. Ardından ne yapacağını oturup düşünmeli. O insanın alkol ya da madde sorunu varsa tedavi edilmeye yanaşması gerekir. Kadın şiddetten sonra ayrılmaya karar verirse zaten şiddet gösteren kişi tehdit eder, ki bu tehdit genellikle 'çocuğu vermeyeceğim' olur. Kadın bu durumda daha da ağır örseleniyor. Bu bir kadına verilebilecek en büyük acılardan biridir. Bir kadının canını koparırsan o da her şeyi yapabilir.

Dayak yiyen kadının şiddetle karşılık vermesi acaba karşı tarafı caydırır mı?

- Tam tersi. O psikoloji içinde dayak yiyen kadının tepki vermesi kavgayı çok daha inanılmaz yerlere götürebilir. Şiddet gösteren insana karşı, kadının durmasını istiyoruz. Doğal olarak kabul etmemiz gereken erkeğin kas gücüdür. O an gösterdiği tepki tamamen mantıksızdır. O anda mantıklı hareket etmesi beklenemez, yalnızca yatışmasını sağlamak için kadının mümkün olduğunda kendisini bir yere atması gerekir. En doğru olanı kaçmak ve yardım istemektir.

Alkol kullanımı ortalığı alevlendiriyor

Alkol kullanımı olduğunda neden dayak da artıyor. İnsanın doğasında olan saldırganlık mı açığa çıkıyor?

- Alkolle birlikte muhakeme yeteneği bozuluyor. Karşı tarafın bunu hak ettiği düşünülüyor. Kolay kolay ayık kafayla karısını dövemeyecek biri bile, o an rahatlıkla şiddet uyguluyor. Daha sonra da büyük bir pişmanlık duyuluyor ve alkolün etkisi geçince; duyduğu pişmanlık nedeniyle şiddet olayının kolay tamir edilebileceğine inanıyor. Kapanmadığını gördükçe daha garip, daha tuhaf yollara başvuruyor ve olaylar daha da alevleniyor.

Eşine dayak atan kadınlar da var

Peki, hiç karısının dayağından yakınan bir adama rastladınız mı?

- Çok nadir olarak rastladım. Belki bin tanede bir tane çıkıyor. Ama bunların da çok ele alınıp incelenmesi doğru değil. Bilimsel olarak bir manası yok. Bu nadir ve özel bir durumdur.

Türkiye'de şiddete karşı maruz kalan kadınlarla ilgili istatistikler Mor Çatı tarafından yayınlandı. Türkiye'deki şiddet tablosuna açıklık getiren unsurlar, bu yazıda tek tek ele alınacaktır. Ayrıca şiddetin türleri; yani fiziksel, cinsel, sözel, duygusal ve ekonomik şiddet de incelenecektir. 

Şiddette Maruz Kalan Kadınların Özellikleri 

Fiziksel şiddete uğrayan kadınların özellikleri şöyledir: 

Evli, ortalama 30 yaşlarında, iki çocuklu, bir bölümü evlenmek uğruna eğitimini ve mesleki kariyerini bırakmış, çalıştığı işten ayrılmış, eğitim düzeyi üniversite ile okur-yazarlık arasında olan, büyük bölümünün mesleklerini "ev kadını" olarak tanımladığı ve sosyal güvencesi olmayan. 

Yukarıda bahsedilen özelliklerden ortaya çıkan kritik sonuçlar ise: 

Evliliğin şiddete açık bir kapı olduğu… Şiddetin yalnızca alt eğitim düzeyindeki kadınlara uygulandığına dair toplumdaki yaygın inancın doğru olmadığı. 

Şiddette Hoşgörü 

Şiddet içeren ilk davranış genellikle evliliğin ilk günlerinde başlıyor. Ancak evlilik öncesinde, sevgililik veya nişanlılık döneminde şiddete uğrayanlar da var. Kadınlar, bu davranışları, nişanlının ya da sevgilinin açıklamasına dayanarak "çok sevmesine ve sevdiği için kıskanmasına" bağlamışlar, erkeğin, şiddet içeren tutumunu yinelemeyeceğini ummuş ve hoş görmüşler. "Bir daha olmaz" sözüne inanarak, şiddetin belirtilerini tanıyacak bilince erişmediklerinden şiddet uygulayan erkekle evlenmişler. Eşin her şiddet davranışından sonra "değişme sözü" vermesi, şiddet ilişkisinin sürmesinin nedenlerinden biri olarak görülebilir. 

Fiziksel Şiddet 

1. Fiziksel Şiddet Yöntemleri ve Kullanılan Aletler 

Kadınlara yönelik şiddet, yaygın olarak sanıldığı gibi, yalnızca tokat, itme ve el kol bükme hareketleriyle uygulanmıyor. Kullandıkları alete bakıp da erkeklerin bu konudaki "yaratıcılıklarına" şaşırmamak elde değil. Erkekler, şiddet uygularken, başlıca iki yöntem kullanıyorlar; kendi bedenlerini ve aletler.   

Kendi Bedeniyle - Bunlar hangi şiddet içeren davranışları kapsamakta? Yumruk, tekme, tokat, iterek yere düşürdükten sonra tekmelemek, kafa atma, boğazını sıkarak nefessiz bırakma, el kol bükme, yere veya duvara fırlatma, kadınların kafasının duvara çarptırılması, bedeninde sigara söndürmek, saç çekme, yolma veya saçından tutup yerlerde sürükleme, ısırma ve tükürme. 

Alet Kullanarak - Şiddete uğrayan her iki kadından biri bir alet kullanılarak dövülüyor. Kullanılan aletler nelerdir? Sopa, demir, değnek, odun, oklava, çubuk, zincir, soba maşası, çekiç, kemer, hortum, elektrik kablosu, ip, urgan, kırbaç, kızdırılmış aletler (soba maşası, demir parçası, ütü), kaynar su, "eline ne geçirirse" (ağır olan her türlü meyve, sebze, ev eşyası gibi), kadınları bağlayarak dövme, dayaktan sonra kadınları bir yere kitleyip günlerce aç, susuz bırakma, bıçak, silah, keser, balta, makas, jilet, kırık şişe ve çatal. 

Bedendeki İzler 

Şişmiş yüz, kapanmış gözler, bedenlerinde ameliyat gerektirecek derinlikte yaralar, çok sayıda kesik ve çürük, söndürülmüş sigara, kızgın ütü ve maşa izleri, ısırıklar ve kafa travması Mor Çatı'ya başvuran kadınlarda görülmüştür. 

Cinsel Şiddet 

Fiziksel şiddete uğrayan kadınların büyük bölümü cinsel şiddete de uğruyor. Kadınların çoğu dayaktan sonra zorla cinsel ilişki ve ters ilişki kurmaya zorlanıyor, itiraz ettiklerinde ise, tecavüz ediliyorlar. 

Herhangi bir cisimle, kadının cinsel organına saldırıda bulunmak da kadına yönelik cinsel şiddet türlerinden. Şiddet uygulayan bazı erkekler süpürge sapı, mısır, salatalık, şişe vb. cisimleri vajinaya sokmak yoluyla kadına işkence yapıyorlar. 

Evlilikte Tecavüz - Dayaktan sonra her üç kadından ikisine koca tarafından tecavüz ediliyor, her altı kadından biriyle zorla (anal ilişki) ters ilişkide bulunuluyor. Kadınlar, kocanın ters ilişki teklifini kabul etmediklerinde, çok yoğun bir biçimde şiddete uğruyorlar. 

Fuhşa Zorlamak - Kocaların kendi seçtikleri başka erkeklerle karılarının cinsel ilişkiye girme talebi ve talepleri kabul edilmediğinde, dayaktan sonra erkeklerin tecavüzüne uğraması da sanıldığı kadar nadir rastlanan durum değildir. 

Tecavüz Sonucu Evlilikler - Kaçırılarak tecavüze uğrayan ve ailesinin zoruyla evlendirilen kadınlar da var. Bu da kısacası ömür boyu cinsel tacize yol açmaktadır. Aileler, "bekâreti bozulan", başkasına "satamayacaklarını" düşündükleri kızlarını zorla, hatta döverek, eve kilitleyerek tecavüzcü ile evlenmeye zorluyorlar. Tecavüzün travmasıyla cinsel isteksizlik duyan eşine, fiziksel şiddet uygulayarak tecavüz etmeye devam ediyor. Mütecaviz erkek, cezalandırılmak yerine, ailenin zoruyla mağdur durumdaki kızla evlendirilerek ödüllendiriliyor ve bu kadına ömür boyu, dayakla tecavüz etme hakkını elde ediyor. 

Sözel Şiddet 

Sözel şiddet, her şeyden önce kadınların, özgüvenlerini yok etmeyi amaçlayan çok etkin bir saldırı yöntemi. Şiddet uygulayan erkekler, bu silahı iyi tanıyor ve çok iyi kullanıyorlar. Sözel şiddet, aşağılama, küfür ve hakaretin yanı sıra, bazen kadına takılan aşağılayıcı bir isimle, bazen de kadının önem verdiği şeylerle, kadının bedeniyle, dış görünüşüyle alay edilerek sürdürülüyor. 

Duygusal Şiddet 

Erkek egemenliğinin sürdürülmesinin temel aracı olarak duygusal şiddet tüm kadınların farklı derecelerde maruz kaldığı bir şiddet türüdür. Küçümseme, korkutma, isim takma, hayati bir önem taşıdığını sezdikleri nesne veya kişiyi uzaklaştırma/zarar vermekle kadını tehdit etme, duygusal şiddetin alanına giren yöntemlerdir. 

Ekonomik Şiddet 

Şiddete uğrayan her üç kadından ikisine, aynı zamanda ekonomik şiddet de uygulanıyor. Kadının çalışmasına izin vermeyip veya maddi imkanı daha geniş olduğu halde, kadına çok kısıtlı para vererek ondan evin geçiminde mucizeler beklemek, gerçekleştiremeyince de bunu başarısızlık olarak adlandırmak fiziksel şiddet uygulayan erkeklerin hemen hemen tümünün başvurduğu yöntemlerden biri. 

Çalışan kadının kazandığı paranın tümünü elinden alan erkekler çoğunlukta. Ayrıca, evin ve kadının gelirini yalnızca kendisi için harcayan (özellikle kumar oynayanlar), evle ilgili tüm maddi bilgileri eşinden saklayan, mal ve mülklerin sadece kendi üzerinde olmasını sağlayan, eşlerini çocuklarıyla sık sık evde terk eden ve evin giderleriyle hiçbir sorumluluk almayan erkekler de böylece ekonomik şiddet uygulamış oluyorlar. 

Şiddete Uğrayan Kadınların Ruhsal Durumları 

Had safhada korku. 

Ürkeklik, sessizlik ve çekingenlik. 

Eşinden korktuğunda başlayan titreme krizi. 

Uykusuzluk. 

Bitkinlik, halsizlik, seslere karşı aşırı tepki. 

Baş dönmesi, ayakta duramama. 

Unutkanlık. 

İrkilme, çarpıntı, öfke patlamaları. 

Aşırı yorgunluk. 

Umutsuzluk. 

Sık sık çarpıntı hissi. 

Kendini suçlama. 

Perdeleri açma korkusu. 

Yalnız sokağa çıkamama. 

Geleceğe yönelik plan yapamama. 

Güvensizlik, düzgün cümleler kurmakta zorlanma. 

Yalnızlık hissine kapılma. 

Konuşurken gözle iletişim kuramama. 

Solgunluk, bezginlik. 

Sık sık ağlama krizleri. 

Hayata karşı ümitsizlik. 

Şiddet Uygulayanlar Nasıl Erkekler 

Şiddet uygulayan erkeklerin, yalnızca, "hasta ruhlu ve alkolik" olduğunu düşünenler büyük hata yapmış olurlar. Hepsi normal, bildik, tanıdık biçimde davranan erkekler. Çoğunlukla kadınlar şiddet uygulayan kocalarını "dışarıda melek" olarak tanımlıyorlar. Hatta bazıları, bu nedenle ailesine ve dostlarına, şiddete uğradığını söyleyemediğini, kendisine inanmayacaklarından emin olduğunu ifade ederler. 

Alkol kullanımı şiddeti iki yönlü etkiliyor. Alkollü olduklarında erkekler, daha "rahat ve fütursuzca" şiddet uygulayabiliyorlar ve şiddeti alkolün arkasına sığınarak açıklayabiliyorlar. Ancak, alkol şiddetin kaynağı değil erkeklerin kullandığı bir araçtır. 

Şiddet uygulayan erkeklerin yaşları, 16-78 arasında değişiyor. 

Bu tarz erkeklerin büyük bölümünün gelir getiren bir işi var. Gelir getiren faaliyetleri olanların büyük bir grup oluşturması, toplumun şiddet uygulayanların "işşiz, bir baltaya sap olamamış" erkekler olduğuna dair ön yargısını geçersiz kılıyor. 

Şiddet uygulayanlar mühendis, doktor, mali müşavir ve sanatçılar; döviz bürosundan lokantaya, pazarcılıktan market işletmeciliğine, tesisatçılıktan marangozluğa, küçük imalatçıya kadar çok değişik işte çalışan, esnaflar, polis, bekçi, zabıta gibi kamu kesiminde çalışanlar, büro elemanları, inşaatçılar, muhasebeciler; her meslek grubundan ve her kesimden erkekler.

M. Kerem Doksat – Tarabya – 09.04.2015

ŞARLO KİMDİ

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Canım politika yazmak istemedi ve canım çağlar-ötesi bir dâhiden bahsetmek istedi: ŞARLO

Charlie Chaplin, (16 Nisan 1889, Londra - 25 Aralık 1977), İngiliz sinema yönetmeni, oyuncu ve yazarıydı. Asıl adı Sir Charles Spencer Chaplin olmakla beraber, yarattığı “Şarlo(Charlot) karakteri ile özdeşleşti ve öyle de hatırlandı.

Londra’nın fakir bölgelerinden birinde doğup büyüyen Chaplin, 1913’te gittiği ABD’de sinemaya başlamıştı. 1914’teki ilk filmi Making A Living’in ardından çekilen Kid Auto Races in Venice filminde bol pantolonlu, melon şapkalı, büyük ayakkabılı, sürekli bastonunu çeviren ve sakar hareketleri ile gülünç mizansenler oluşturan “Şarlo” tiplemesini yarattı. Takip eden yıllar içinde aralarında 1917 yapımlı The Immigrant ve The Adventurer gibi filmlerinin de bulunduğu altmıştan fazla kısa filmde oynayarak yeni gelişmekte olan sinemanın da etkisiyle dünya çapında görülmemiş bir üne kavuştu. 1918 yılında çektiği “A Dog’s Life” filmi ile uzun metrajlı filmlere de başlayan Chaplin, Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve D. W. Griffith ile birlikte kurdukları United Artists film şirketinin ortağı olduktan sonra Altına Hücum, Şehir Işıkları, Büyük Diktatör, Asri Zamanlar, Sirk ve Sahne Işıkları gibi başyapıtlara imza attı.

Filmlerinde dönem şartları için imkânsız görülebilen mizansenlere, koreografilere ve akrobatik hareketlere yer veren Chaplin, komedi sinemasının bütün örneklerini sonuna kadar korumakla birlikte, heyecanın ve hareketin asgarî seviyeye çekildiği sahnelerinde ise dramatik yapısını sergileyebilmiştir.

Popülist yaklaşımlara, hiçbir zaman benimsemediği bâzı yönetim biçimlerine ve teknolojiye yönelik ağır eleştirilerini ise yine bu komedi tarzının içinde eritmiş ve sessizce seyirciye ulaştırmayı bilmiştir.

Yarattığı modern palyaço, Şarlo ile dünya üzerinde filmlerinin gösterildiği her ülkede insanların hayranlığını toplamasına rağmen, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlığını reddetmesi sebebiyle bu ülkede kendisine yönelik olarak başlatılan karalama kampanyası; kendisinden bir hayli genç olan kadınlarla yaptığı dört ayrı evlilik, bir dönem kendisine açılan babalık davası, The Immigrant filminde bir ABD memurunu tekmelediği sahne ve son olarak Altına Hücum filmindeki bazı sahnelerin komünizm propagandası olarak yorumlanması gibi olayların etkisiyle Chaplin'in ABD'ye girmesi yasaklandı.

Bunun üzerine karısı ve çocuklarıyla birlikte hayatının sonuna kadar yaşayacağı İsviçre’ye yerleşen Chaplin, ancak 1972 yılında Oscar Özel Ödülü’nü almak için yıllar sonra ABD'ye geri döndü. Takip eden yılda City Lights adlı filme bir kez daha Oscar ödülünü kazanmıştır. 1975 yılında 86 yaşında iken İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından şövalye unvanına layık görülmüştür.

HAYATI

Charles Chaplin (Şarlo), 16 Nisan 1889’da Londra’nın fakir semtlerinden biri olan East Lane, Walworth'ta doğdu.

Henüz o üç yaşına bile gelmeden ayrılan annesi ve babası müzikhollerde ve çeşitli tiyatrolarda çalışan profesyonel sanatçılardı. Sahne adı Lily Harley olan annesi Hannah Harriet Pedlingham Hill (1865-1928) profesyonel olarak sahneye ilk kez 19 yaşında çıkmıştı. Annesi ve -başka babadan doğma- kardeşi Sydney Chaplin ile birlikte Londra'nın fakir semtlerinde çeşitli evlerde büyüyen Chaplin' in yaşamı ruhsal dengesizlikler yaşayan annesinin durumunun kötüye gitmesi ile zorlaştı. Anne Hannah, 1894'teki bir sahne performansı sırasında sesini kaybetmiş ve hemen ardından yaşadığı ekonomik zorlukların da etkisiyle psikolojik sorunları artmıştı.

Onun bir rehabilitasyon merkezine yatırılmasının ardından çocukları Charlie ve Sydney, metresiyle birlikte yaşayan babaları Charles Chaplin Sr.'nin yanına yollandı. Charlie ve Sydney bu dönemde Kennington Road School’a gönderildiler. Charles Chaplin Sr, henüz 37 yaşındayken üstesinden gelemediği alkolizm nedeniyle, oğlu Charlie henüz on iki yaşındayken, hayatını kaybedecekti. Rehabilitasyon merkezinden çıktıktan kısa bir süre sonra Hannah’ın hastalığı yeniden nüksedince çocuklar bu sefer genel olarak workhouse olarak adlandırılan ve oldukça kötü koşulları ile bilinen bakımevlerinden birine yollandılar. Londra'nın doğusundaki Lambert adlı bölgede bulunan bu bakımevindeki günler annesi ve kardeşinden ayrı kalan ve yaşı bir hayli küçük olan Charlie için hayli güç geçmişti. Chaplin'in Walworth ve Lambert'te geçirdiği bu yoksulluk günleri onda derin izler bırakacak ve ileriki yıllarda filmlerinde seçtiği mekân ve konularda sık sık kendini gösterecekti.

Sydney ve Charlie daha sonra aileden gelme yetenek ve alışkanlığın da etkisiyle tiyatrolarda ve müzikhollerde çalışmaya başladılar. Chaplin ciddi anlamdaki ilk sahne tecrübesini “The Eight Lancashire Lads” adlı grupta çalışırken yaşadı.

Hannah çocukları tarafından ABD’ye götürüldükten yedi yıl sonra 1928’de Hollywood’da vefat etti. Babaları farklı olan Charlie ve Sydney’in, anneleri Hannah üzerinden 1901 doğumlu Wheeler Dryden adlı bir kardeşleri daha vardı. Dryden, annesinin psikiyatrik rahatsızlıkları nedeniyle babası tarafından Hannah'dan uzak tutulmuş ve Kanada'da yetiştirilmişti. 1920 ortalarında annesini görmek için ABD’ye giden Dryden, daha sonraları kardeşleri ile film projelerinde çalışmış ve Chaplin'in asistanlığını yapmıştır.

Sydney Chaplin'in 1906’da dönemin ünlü Fred Karno kumpanyasına katılmasının ardından Chaplin de, 1908'de onu izleyerek bu topluluğa katılmayı başardı. Chaplin gezici Karno kumpanyası ile 1910 - 1912 arasında ABD'de turneye çıktı.

İngiltere'ye dönüşünden sadece beş ay sonra yine Karno ile birlikte 2 Ekim 1912'de yeniden ABD'ye gitti. Bu seferki turda, daha sonra Laurel ve Hardy ikilisinden Stan Laurel'i canlandıracak olan Arthur Stanley Jefferson ile birlikte çalıştı ve aynı odayı paylaştı. Bir süre sonra Stan Laurel İngiltere'ye dönerken, Chaplin ABD'de kaldı ve Karno ile turneye devam etti. 1913'teki bir gösteri sırasında Mack Sennett’ın dikkatini çekince onun sahibi olduğu Keystone Stüdyoları ile bir anlaşma yaparak onun ekibine katıldı. Böylece 2 Şubat 1914'te Henry Lehrman yönetmenliğinde sessiz bir film olan Making a Living adlı tek makaralık filmde rol alarak yeteneğini tam anlamıyla gösterebileceği sinemaya adım atmış oluyordu. Chaplin iddialı tavırları ve bir İngiliz olmasından kaynaklanan “yabancılığı” ve bağımsız karakteri nedeniyle başta Mack Sennett tarafından şüpheyle karşılansa da kısa süre içinde yeteneğini kanıtlayıp yerini sağlamlaştırdı. Keystone ile birlikte çalıştığı bir yıl boyunca 35 filmde rol alan Chaplin hızla ünlü oldu.

Chaplin, 1916’da, Mutual Film Corporation film şirketiyle bir seri komedi yapımı için anlaştı. On sekiz aylık süreçte on iki film imal ettiğibu dönemde yaptığı filmler, sinemanın en etkili komedi filmleri arasında yerini almıştır.

Chaplin, daha sonra, Mutual ile geçirdiği dönemin kariyerindeki en mutlu dönem olduğunu söylemiştir.

1918’de Mutual ile anlaşmalarının sona ermesi üzerine, Chaplin kendi film şirketini kurdu. Sesli film döneminden sonra kendisinin en büyük filmi kabul edilen 1931 yılı yapımlı City Lights (Türkçesi: Şehir Işıkları) filmini yaptı.

Chaplin, filmlerinde her zaman sol görüşe sempati duyduğunu hissettirmiştir. Sessiz filmlerinde “Büyük Depresyona” yer vererek yoksulluğa karşılık Tramp’ın kötü yönetim politikasına gönderme yapmıştır. Modern Times filminde işçilerin ve fakir halkın kötü durumlarına dikkat çekmiştir. "Büyük Diktatör" filmiyle Nazi Almanya’sını çok sert biçimde eleştirmiştir ve o dönem ABD resmî olarak Almanya ile hâlâ barış içinde olması, filmin ABD'de Chaplin'e karşı karalama kampanyası başlatılmasına sebep olmuştur.

Chaplin, hayallerinin ve yaratıcılığının sezgisel boyutta düşünüp de oluşturduğu tüm filmlerin sinema dünyasına yeni heyecanlar katmıştır. Hiçbir zaman ekranın tamamen kapanmasına biranda izin vermemeyi geliştirdi. Filmlerinde diyalogları yazılı olarak farklı bir ekrana geçiş yaparak gösteriyordu ancak teknolojik gelişmelerden yararlanıp bu işin de üstesinden gelmeyi başardı.

Sağlam duruşu 1960’lardan sonra yavaş yavaş bozulmaya başlamıştı, onunla iletişim kurmak güçleşmeye başlamıştı. 1977’de tekerlekli sandalye ile hayatını devam ettiriyordu. Chaplin 1977’nin Noel’inde İsviçre'de uykusunda hayatını kaybetti. 1 Mart 1978'de naaşı küçük bir İsviçreli grup tarafından fidye istenmek üzere kaçırılmaya kalkışıldıysa da hırsızlar amaçlarına ulaşamadan yakalandı. Chaplin'in naaşı 11 hafta sonra Cenevre Gölü’nde 1.8 metre suyun altından çıkartılıp tekrar mezarına defnedildi.

Hani demem o ki, Yahudi olup da değilmiş gibi davranması ona şan ve şöhret sağlamıştı, çok sıkı bir mizah ustasıydı.


Bunu tesadüfen yakaladım, elçiye zeval olmaz!

Toprağı bol olsun…

Hayırlı bir Pazar diliyorum.

Bu arada, röportajlara dikkat bu aralar, yayınlamayabiliyorlar da...

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 12.04.215

CANAN KARATAY KRİTERLERİ GELİYORMUŞ!

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Sağlık Bakanlığı, televizyon programlarının müdavimi olan ve söyledikleri büyük ilgi gören ünlü isimlerin “sıra dışı” sağlık ve beslenme önerileri üzerine harekete geçmiş. Bakanlık, sağlık ve beslenme konusunda yorum yapanlar için “ekran sertifikası ve akreditasyon” zorunluluğu getirmeye hazırlanıyormuş.


“Kolesterol kalp hastası yapmaz, aksine kolesterolü yüksek olan çok yaşıyor” diyen Prof. Dr. Canan Karatay, tıp endüstrisinin ilaç satmak için hastalık icat ettiğini savunan Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, kendi web sitesindeki özgeçmişinde halk arasında “Türkiye’nin Lokman Hekimi” veya “Bitkilerin Efendisi” olarak tanındığı belirtilen “kozmik bilimci” Ahmet Maranki ve diğerleri...

Uzmanlıklarının yanında, gördükleri rağbetle artık birer “televizyon yıldızı”, sıra dışı önerileriyle de birer ‘tartışma öznesi’ haline geldikleri söylenebilir.

Ancak, “modern tıpçılarla” “gelenekselciler” arasındaki tartışmaların büyümesi ve ekranlarda dile getirilen sıra dışı sağlık-beslenme önerileri üzerine halkın kafasının karıştığını düşünen Sağlık Bakanlığı, çok tartışılacak bir uygulamayı hayata geçirmeye hazırlanıyor.

Sağlığın medyada tartışılmasını “bilimsel temele” oturtmak isteyen bakanlık, özellikle “geleneksel ve tamamlayıcı tıp” konularında televizyonların müdavimi olan ünlü uzmanlara “ekran sertifikası ve akreditasyon” mecburiyeti getirecekmiş.

KALBİ DURDURAN BİTKİLER VAR

Uygulanacak sistemin ayrıntılarını anlatan Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Eyüp Gümüş, sağlıkta bilimsel temele dayanmayan söylemlerden kaçınılması gerektiğini belirterek şunları söyledi: “Ekranlarda birçok isim beslenme konusunda açıklamalar yapıyor". Bunların arasında hiçbir bilimsel kanıta dayanmayanlar var. Deniyor ki, “Kiraz yerseniz prostat kanseri geçer”.


Tamam, da, öyle demekle kanser geçmiyor. Bilmeyen mi kaldı?

"Tavsiye ettikleri bazı bitkilerin fazla alınması sonrasında ölümler bile yaşanabilir. Yahut 'çay yap iç’ diyor. İyi de, çok içildiğinde kalbi durduran bitkiler var”.

Türkiye Halk Sağlığı Kurum Başkanlığı’nın ekranlara çıkan isimlerle ilgili çalışma yapacağını ifade eden Gümüş şöyle devam etti: “Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB) bünyesinde, Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Enstitüsü ile Kronik Hastalıklar ve Halk Sağlığı Enstitüsü” açılacak. Ayrıca bir Kalite ve Akreditasyon Enstitüsü kuruyoruz. Özellikle televizyon programlarına çıkan isimlere bakılacak. O isimler geleneksel ve tamamlayıcı tıp alanında tavsiyelerde bulunuyorlarsa, önce çalışmalarını Kalite ve Akreditasyon Enstitüsü’ne göstererek onay alacaklar. Her önüne gelen kalkıp topluma bir şeyler öneremeyecek”.

Kim olursa olsun, bilimselliği ispatlanmamış, sağlıkla ilgili kesinleşmemiş hiçbir bilginin televizyonlarda açıklanmasına izin vermeyeceklerini söyleyen Prof. Dr. Gümüş, “öneride bulunacak uzmanlar, kendi alanlarıyla ilgili bile olsa, önce bize gelip anlatacaklar. Bilimsel verilerini ve delillerini önümüze koyacaklar” dedi.

Kalite ve Akreditasyon Enstitüsü’nün bu ay sonu açılacağını ve başkanının atanacağını dile getiren Gümüş, sistemin nasıl işleyeceğini ise şu şekilde anlattı: “Oluşturulacak 20 kişilik bilim kurulu, ekrana çıkacak isimler için standartları belirleyecek. Geleneksel ve tamamlayıcı tıpla ilgili topluma önerilerde bulunacak isimler, varsa bilimsel çalışmasını önce o bilim kuruluna anlatacak. Bilim kurulu çalışmaları inceleyecek, uygun bulursa bu kişilere sertifika verecek.

RTÜK ve medya kuruluşlarıyla da protokol imzalanacak, ekranlara çıkması uygun görülen isimlerin listesi sunulacak. Sertifikası olmayan isimler TV’lerde açıklama yapamayacak. Böylece bilimsel temeli olmayan konularda kamuoyu önünde bilgi vermelerini önleyeceğiz”.

Bu karara göre herkes devletin kontrolü altına girecek ve meselâ Aşk Doktoru iseniz, bu aranmayacak (kendisini çok severim ve tıp doktoru değildir).


Mehmet Coşkundeniz

Kastedilen şey tamamen Tıp Doktoru unvanını alanları kapsayacak ve belki de bize, herkese bir nev’î sertifikasyon uygulayacak.

Peki, bu durumda benim gibi zaten binlerce TV programlarında yer alanlara ne olacak?

Benim de blogumda pek çok sağlık yazısı yer almakta…

Demek ki hepimizi Ankara’da ağırlayacak ve kafalarına göre “çıkabilirsin” yahut “çıkamazsın” diyecekler…

Ankara’ya gidip özel bir vesika alıp da hakkımızda bir nevi blokaj mı uygulanacak?

Şaşırdım doğrusu, acaba bu durumda kimler kabul görecek?

Acaba ben mi çok kuşkucuyum yoksa hükumetin bir bildiği mi var?

Ne dersiniz?

Siz gene de fazla kolesterolden kaçının e mi?

Ayrıca, gerek gebeyken, gerekse değilken, 3 saatlik Şeker Yükleme Testi tatbikatı hâlâ en geçerli Gizli Şeker hastalığını anlama yoludur.

Son zamanlarda AKŞ (Açlık Kan Şekeri) yerine 1 saatlik rastgele TKŞ (Tokluk Kan Şekeri) üzerinde de durulmakta…

Hayırlı Salı Günleri…

Bu arada, bize e-mail gönderen herkese, özellikle de BEYKENT'teki öğrencilerimize bir duyurumuz var: Toplam yedi (7) ayrı bilgisayardan sizlere ulaşmaya gayret ediyoruz ve hangisi derken bazen de şaşırıyoruz.

En iyisi, biz geldiğimizde bizimle doğrudan temas edin...

Bu arada, biz Ermeni Soykırımı yapmadık! Onlar, bilhassa bölücü PKK’lılarla işbirliği yapıp bizi arkan vurdular.

Türklük tarihinde hiçbir Jenosid yoktur, âlicenap milletiz biz

Bakın Arjantin işgal edilirken kılını kıpırdatmayan Papa'nın yaptığına:


Demir Lady, o da öldü gitti!

Sayın Büyük Ruhanî Lider, İngiltere Arjantin'de soykırım yaparken neredeydiniz?

Bu arada, Hilâlsiz Türk Bayrağı da dikildi, sabır!

Mesela ben hem Hipnoz hem de Aküpunktür biliyorum, üstelik hem Psikiyatri hem de Psikoloji Profesörüyüm...

Ekrana çıkmak için de mi vize konuluyor?

Sevgili öğrencilerimiz ve bize e-mail yollayan herkes: En iyisi, biz geldiğimizde bizimle doğrudan temas edin veya lütfen sabırlı olun...

Beykent TV 'yi de seyredebiliyoruz:


Kaygılı Günler - M. Kerem Doksat – Tarabya – 14.04.2015

Viewing all 703 articles
Browse latest View live