Sevgili Mekâncılar,
Aklımın elverdiği kadarıyla, dünyanın ve vatanımızın nerelere sürüklendiğinin bir hülâsasını çıkarmak istiyorum…
Bunun için çeşitli portallardaki makalelerden ve kendi izlenimlerimden hareket edecek, her şeyin ayrı ayrı dip notunu vermeyeceğim…
Bölgemizde siyasî haritalar sık sık değişiyor: Önce komşumuz Sovyetler Birliği (SSCB) dağıldı, onu Yugoslavya ve Azerbaycan takip etti. Gorbaçov’a Nobel Barış ödülünü 1990’da aldı… Mihail Sergeyeviç Gorbaçov, koskoca SSCB devlet adamı, değil mi?
Dikkat: Alnındaki karizmatik hemanjiomuyla (zararsız bir damar tümörü) markalaşan Gorbi, Exeter Üniversitesi mezunuydu!
![]()
Eskisi, mutlu ve mağrur
1985’ten 1991’e kadar bu süper gücün hâkimi olan liderdi. Çar enkarnesi gibiydi ama anti-milliyetçi ve emperyalizme hizmet eden bir politika güttü. Onun perestroika (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık) adını verdiği reform çalışmaları Soğuk Harbe son verdi. Ancak bu reformlar SSCB’deki Komünist Partisi’nin itibarını beş paralık etti. Ülkedeki politik üstünlüğünü kaybetmesi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına sebep oldu.
Eh, Batı’nın egemen güçleri hemen kendisine, hem de 1990’da Nobel Barış Ödülünü verdiler (bahsedeceğim). Yâni, aslında vatana ihanetle yargılanması icap eden bu lider, bir de taltif edilmişti!
Hayatına bakalım: 2 Mart 1931’de Kuzey Kafkasya’nın Sivastopol bölgesindeki Privolye köyünde doğmuştu Gorbi...
İlk tahsilini köyünde yapmıştı. 1952 senesinde SSCB Komünist Partisi’ne (SBKP) girmiş, 1955’te Moskova Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmişti. Yâni tipik olarak alttan yükselen, köy kökenli bir devlet adamıdır kendileri.
Stavropol’de Genç Komünistler Birliğinde görev aldı. 1970’de Stavropol teşkilâtı birinci sekreteri oldu. 1971’de SBKP Merkez Komitesi Üyeliğine seçildi. 1978’de Tarım Sorumlusu olarak sekreteryaya girdi. 1979’da Politbüro yedek üyeliğine, 1980’de ise asil üyeliğe terfi etti. Çernenko’nun 1985’teki ölümü üzerine SBKP genel sekreteri oldu.
Politikaları bütün dünyada hayretler uyandırdı. 1988 Ekim ayında da Devlet Başkanlığı görevini de üstlendi. Gorbi, Memleketinin ekonomisinde gözle görülür bir ilerleme sağlayamadığı için SBKP’nin reformcu üyeleri tarafından eleştirilmeye başlandı. Ancak çeşitli ülkelere yaptığı gezilerle dıştaki itibarını arttırdı; arttırıldı da denebilir. İlâhlar öyle istiyordu.
Can düşmanları ve Komünizm ekolündeki en büyük rakipleri olan Çin Halk Cumhuriyeti’ne giderek, bu ülkeyi 30 yıldır ilk ziyaret eden Sovyet lideri oldu.
Kesmedi, Federal Almanya’yı, Birleşik Krallığı, Finlandiya’yı ziyaret etti. Gorbaçov, iktidara gelince, aşırı alkol tüketimine ve yolsuzluklara karşı kampanya açtı. Halk ve Sovyet yöneticileri ile ilişkileri daha sıklaştırdı. Yönetici kadroyu gençleştirdi. Dış siyasette Batı ile daha yakın ilişkiler kurdu. ABD Başkanı Reagan (sonradan Alzheimer olacaktı) ile Cenevre’de zirve toplantısı yaptı. Pek çok alanda (silahsızlanma, bilim, kültür ve eğitim alanlarında) bilgi alış verişi için anlaştı (1985).
1986’da Reykjavik’te yeniden yapılan zirve görüşmesinde, silâhların denetimi görüştüler. Fakat orta zekâlı bir sinema aktörü olan Reagan Yıldız Savaşları projesinden taviz vermediği için, silahsızlanma görüşmesinden bir netice alınamadı.
1987 senesinin başında, yönetimde iktisadî reformlardan, dış siyasete verilecek yeni yönleri açıkladı. Glasnost, Perestroika’ya gidileceği tasarısı yüksek Sovyet Meclisi’nde oybirliğiyle kabul edildi. 1987 Temmuz’unda Avrupa ve Asya’da yerleştirilmiş olan orta ve kısa menzilli füzelerin imha edilmesine onay verdi. 1987'de yayımladığı kitabında reformları geniş açıkladı. Ekim devriminin 70. yıl dönümündeki konuşmasında Stalin’i ve Troçki’yi eleştirdi. SSCB, gittikçe Devlet Kapitalizmine kaymaya başlamıştı!
Başkan Reagan ile orta menzilli füzelerin imhası için antlaşma imzaladı (8 Aralık 1987).
Gorbaçov’un en önemli meseleleri SSCB’ye bağlı cumhuriyetlerdeki milliyetçi hareketler ve bağımsızlıklarını ilan etmeleri ile maden işçilerinin grevleri oldu. Bunlar canını sıktı ama çok ağır müdahalelerde bulunmadı. Akabinde Azerbeycan’da, Gürcistan’da ve Türkistan’da silahlı çatışmalar oldu. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesini de kabul ederek ses çıkarmadı. Dünyanın başına yeni belâlar açılmaktaydı aslında…
George Bush ile 2-3 Aralıkta Malta açıklarındaki bir savaş gemisinde görüştü. 9 Eylül 1990’da Helsinki’de, gene bir orta zekâlı kukla olan George Bush ile tekrar görüştü ve Amerika’dan ekonomik yardım istedi. Bu da ona malum Nobel ödülünü kazandırdı. Artık Kapitalizmin kucağına oturtmuştu ülkesini!
Ancak, Sosyalist rejimi isteyenler ile Kapitalist rejimi isteyenler arasında zor günler geçirmekteydi. 19 Ağustos 1991 sabaha karşı Komünizm rejimini yeniden yeşertmek isteyen KGB ve ordunun desteğini alan en yakın arkadaşı olan Yanayev ve 8 arkadaşından meydana gelen İhtilâl Komitesi, Gorbaçov'a karşı darbe yaptılar.
Yapılan darbe başarısızlıkla sonuçlandı. Darbecilerin bazıları yurtdışına kaçtılar. 22 Ağustos 1991 tarihinde, Gorbaçov Devlet Başkanlığını tekrar eline geçirdi. Daha önce kendisine karşı en büyük rakip olarak bilinen Rusya Federasyonu’na seçilen Yeltsin ise, darbede Gorbaçov’u en çok destekleyenlerden olarak, kısa sürede bastırılmasına yardımcı oldu.
Ancak bu durum Yeltsin’in güçlenmesine, Gorbi’nin gücünü kaybetmesine yol açtı. Bu durum 1991 yılı sonuna doğru hız kazandı. Sovyetler'den ayrılan 11 devlet 8 Aralıkta bir araya gelerek Bağımsız Devletler Topluluğunu (BDT) oluşturdular. Bu durum Gorbi’yi tamamen yetkisiz bıraktı. Bunun üzerine 25 Aralık 1991’de televizyona çıkarak “görevimi kaygı içinde ama umutla bırakıyorum. Herkese iyi şanslar diliyorum” diyerek istifa etti. Bundan sonra emekliye ayrılarak çeşitli basın yayın organlarında yorumculukla meşgul oldu. Hâlen Novaia Gazeta adlı gazetenin sahibidir. Yani aç ve açıkta bırakılmamıştır. Korunmaktadır. Batı Kulübü, özel yetiştirdiği liderleri hep korur, ancak ecelleriyle ölürler!
![]()
Son Hâli: Depresif ve görün işte...
Yugoslavya’dan ayrılan Sırbistan’dan nur topu gibi Kosova koptu. Abhazya’nın fiilî ayrılığıyla şoke olan Gürcistan’ı 2000’li yıllarda bu kez de Rusya’nın desteğiyle Osetya’nın koparılması felâketi bekliyordu. Bu yıl ise Rusya, Karadeniz’den komşumuz Ukrayna’dan Kırım’ı koparıp aldı. Ukrayna’nın Doğu illerinde ayrılık tehlikesi ve iç savaş hâlen devam ediyor...
Ortadoğu ise Balkanlar’dan ve Karadeniz’den daha fena durumda: Suriye ve Irak fiilen bölündü. Suriye’de Esad (veya Esed) güçleri ülkenin sınırlı bir bölgesinde hâkim...
![]()
Esad Esed
Kürtler, El Nusra, IŞİD ve diğer gruplar kendi egemenlik sahalarını ilan ettiler.
Suriye’den en az 4 devletin çıkacağı söyleniyor.
Irak’ta ise Bağdat yönetimi ülkenin tamamının hükumeti olmaktan çıkıyor ve sâdece Şiilerin temsilcisi konumuna düşüyor. Diğer taraftan IŞİD bütün Sünnîler için fiilî (de facto) bir devlet kuruyor. Halifelik de ilan eden IŞİD Irak’taki bölünmeyi bütün bölgeye yaymaya çalışıyor.
Irak’taki üçüncü parça ise Kürtler!
İsrail, hep yaptığı gibi, şimdi de bağımsız bir Kürt devletine destek veriyor. İran ve Türkiye de sessiz sedasız Barzani’ye bağımsız olması hâlinde buna karşı çıkmayacağının işaretlerini gönderiyor. Kısacası Irak’ta en az 3 ayrı devletin kurulması az bir zaman meselesi gibi duruyor.
![]()
Katıksız bir Türk Düşmanı
Ortadoğu’da parçalanma salgınının bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor... Bu sebeple bugünlerde bölge üzerine yorum yapanlar hangi ülkenin kaça ve nasıl bölünebileceği üzerine çeşitli tahminlerde bulunuyorlar. Geçtiğimiz Eylül’de Robin Wright, New York Times’daki makalesinde bölgedeki 5 ülkenin 14 bağımsız devlete dönüşebileceğini yazmıştı.
Irak ve Suriye’nin ardından bölünmeye en yakın ülkeler olarak Libya, Pakistan ve Yemen sayılıyor. Ancak Ürdün, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkeler de muhtemelen bölünecekler arasında. Zaten hepsi ABD’nin kucağında (Libya kısmen değil henüz).
TÜRKİYE DE BÖLÜNÜR MÜ?
Türkiye söz konusu olduğundaysa ilk akla gelen Kürtlerin bağımsız olması... Yeryüzündeki en büyük Kürt nüfusa sâhip ülke olan Türkiye’den bağımsız bir Kürdistan’ın çıkması dış dünyadaki kimseye garip gelmiyor. Özellikle Irak ve Suriye’de fiilî olarak kendi kendilerini idare eden Kürtler arasında yükselen milliyetçi ayrılıkçılığın Türkiye’de sonuç vermemesi uzak bir ihtimal gibi görülüyor; hattâ bence son derecede kaçınılmaz!
Dış tahminler bir yana, içeride PKK’nın hızla terör örgütü sıfatından kurtulup, “meşru müzakereciye” dönüşünü hep birlikte takip etmekteyiz…
Kahrolası “Süreç” çatışmaları durduruyor, belki de öteliyor, ancak bir gerçek var ki bunu hiç kimse reddedemez, o da Kürt milliyetçiliğinin Türkiye Kürtleri arasında hızla kök salıyor olmasıdır. PKK, biraz da çözüm süreçleri yoluyla Kürtlerin ve Kürtçülüğün tek temsilcisi mertebesine yükseliyor ve onun, şiddeti de içine alan ayrılıkçı milliyetçiliği yeni nesillerde her geçen gün güçleniyor.
Milliyetçilik diş macunu gibidir, bir kez dışarıya çıktıktan sonra tüpün içine yeniden sokamazsınız. Bu nedenle Türkiye, şu anki eğilimler devam ettiği sürece, bundan sonraki yıllarda güçlü bir Kürt milliyetçiliği ile yaşamayı öğrenmek zorunda kalacaktır...
PKK-KCK sanıkları hızla salıverilecek, hattâ Bölücübaşı Öcalan dahi uzun sayılmayacak bir sürede dışarı çıkarılacaktır. Zaten kamuoyu böyle bir gelişmeye bir süredir psikolojik olarak hazırlanıyordu... Akabinde de TBMM’ye girecektir, Nobel de verilebilir.
Peki, Yüce Meclis’te nasıl bir yemin töreni olacaktır ve bu câni ne diyecektir?
Tahminim odur ki, kuzu postundaki kurdu oynayacaktır.
![]()
Tıpkı zamanındaki Bolşevik-Menşevik tartışması gibi… Çünkü Kürtler bu hızla çoğalmaya devam ederlerse, önümüzdeki 10 ilâ 20 senede nüfusumuzun ve Ortadoğu popülasyonunun yarısına yakınına ulaşacaklardır.
Bir gerçeği göz ardı etmeyelim: Hâlâ feodal ve Ortaçağ zihniyetindeki Doğu bölgelerindeki Kürtleri zapt edecek tek güç, o da isterse, gene ABD’dir.
BÖLÜNEREK BÜYÜME Mİ?
Kimileri için kâbus gibi gelen bu anlattıklarımız, devlet mahfillerinde dahi etkisini hissettiren bâzı çevrelerde üzülecek değil, tam tersine sevinilmesi gereken bir gelişme… Bu yaklaşıma göre, Türkiye’nin büyük devlet olması Osmanlı’yı yeniden kurmasından geçiyor. Osmanlı’nın kuruluşu ise Cumhuriyet’in hatalarını düzeltmekten, eski millet anlayışını ihya etmekten geçiyor.
Buna göre, Osmanlı’nın dirilmesi ancak federasyon veya konfederasyon sistemi altında pek çok halkın birleşmesi ile mümkün olabilir. Aslında yeni sayılmayacak bu bakış açısı bir ara Özal döneminde de dile getirilmişti ve Türkiye ile Irak ve Suriye arasında üçlü konfederasyon kurulabileceğinden bahsedilmişti.
![]()
Halef Selef Karışık
Türkiye-Irak-Suriye coğrafyasında konfederasyon veya federasyon hayali Osmanlıcılarda hâlâ canlı, ancak bunun ilk aşaması olarak bir Türk-Kürt federasyonunun çok faydalı olabileceğini düşünenlerin sayısı artıyor.
Buna göre Kürtler önce kendi aralarında birleşecekler, sonra ise Türkiye ile federasyon, konfederasyon veya AB modelinde olduğu gibi fonksiyonel temelde birleşik bir siyasî yapı oluşturacaklar. Buna, “bölünerek büyüme” de deniyor. Bu tam bir ütopyadır. Bizler ABD ve Batı Ülkeleri gibi Endüstri İnkılâbını geride bırakamadık. Memleketin Batı’sı ile Orta Anadolu’su ve Doğu’su arasında kapanması âdeta imkânsız uçurumlar var! Sevgili Dostum Bingür Sönmez hep demez mi “bırakın şu ağalığı/feodaliteyi Kürt Kardeşlerim” diye?
Bölünmeci görüşü savunan bâzılarına göre Türkiye, Kürtlerle artık terör ve çatışmayı göze alamaz. Böyle bir çatışma her iki tarafın da sonunu getireceğinden, ayrılık dahi terörden daha makbul sayılıyor.
Kendi içinde belli bir tutarlılığı var gibi görünse de, Kürtlerin daha çok dinî dayanışma ve Ümmet bilinci ile hareket edeceği ve akılcı davranıp Türkiye ile faydadan yana tavır sergileyecekleri varsayımına dayanan bu yaklaşımın fazla iyimser olduğunu söylememiz gerekmez mi?
Bağımsız ve egemen olan hiçbir yapının bir sonraki tercihi kolay kolay kolay tahmin edilemez. Başka bir deyişle, egemen hâle gelen bir yapı Türkiye gibi, İsrail’i, İran’ı veya bambaşka bir seçeneği seçebilir veya tamamen bağımsız kalmayı tercih edebilir.
Bakın, 01 Haziran 2014 tarihli Habertürk gazetesindeki yazısında bu konuya değinen Fatih Altaylı, tabloyu şöyle özetliyordu: “Öyle görünüyor ki, Türkiye önümüzdeki süreçte ‘üniter yapısını bir kenara bırakacak’ ve ‘federatif’ bir yapıya doğru gidecek. Allah ömür verirse önümüzdeki 10 yıl içinde göreceğimiz şudur: Türkiye en az iki, belki de daha fazla parçaya bölünecektir. Bunun sinyalleri her yerden gelmeye başladı… Belli ki, Türkiye artık bu yolda… Bölünecek. Büyük ihtimalle stratejik derinliğimizin bu yeni rotasında bölünerek büyüme gibi bir planlama yapılmış. Kürdistan Irak’tan kopacak, Türkiye’de Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri de içine alarak federatif bir yapıda Türkiye’nin geri kalanıyla birlikte olacak”.
![]()
![]()
Altaylı, Ankara’da her geçen gün daha etkili olan görüşü kısaca özetlemiş. Fakat ben bu hususta hiç de iyimser değilim. Bu bölgenin Orta Avrupa veya Britanya adaları olmadığını, uzlaşma kültürünün son derece zayıf olduğunu da düşünür isek bölünme, sonra yeniden birleşme gibi süreçler son derece kanlı olur ve tüm bunlar kâğıt üzerinde durduğu gibi durmaz...
![]()
Berdel, kan davası, azmettirme, kabilelik bilincindeki, bütün şehirlerin çevrelerini istilâ etmiş ve düşmanca hisler besleyenleri çoğunlukta olan bir toplum…
Kürt Sorunu dendiğinde PKK’yı ve Öcalan’ı tek muhatap sayan bu yaklaşıma göre, Türkiye içinde PKK ne isteniyorsa bunlar karşılanmalı ve ülkenin geri kalanı Kürt Sorunu nedeniyle riske atılmamalıdır. Bu bağlamda PKK ve sivil görünümlü uzantıları “salam taktiği” diyebileceğimiz yöntemlerle Türkiye içerisinde ‘self-determinasyon’ denilen kendi kendini yönetme hakkına kavuşacaktır. Bu kavram ise hatırlanacağı üzere demokratikleşmeden çok sömürge halklarının bağımsızlığına giden yoldaki en önemli kavramdır.
Başka bir deyişle PKK’nın meseleye bakışı Türkiye’nin sömürgeciliğinden kurtulma şeklindedir. Hâl böyle olunca sürecin demokratik bir Türkiye’den ziyade bölünmüş bir Türkiye’ye evrilmek istendiği görülmektedir.
Bu noktada en önemli sorun PKK’nın ideolojisi ve yöntemleridir. Neredeyse tüm bölgenin iç savaşa sürüklendiği bir ortamda PKK’nın Stalinist yöntemleri, yaklaşımı ve kendisi dışında iktidar tanımayan tavrı bir Kürt iç savaşına da yol açabilir. Aynı şekilde PKK’ya terk edilmiş bir sözde Kürt özgürleşmesi Saddam Hüseyin veya Esad tarzı idarelere de neden olabilir.
Bu arada, ABD’nin, işi biten bu feodal liderleri nasıl harcadığını ve harcayacağını da unutmamak icap eder!
Ayrıca bölgedeki dinamikler sadece Türkler ve Kürtlerden ibaret değildir. Mezhepçilik yangını tüm bölgeyi sarıyor ve bunun Türkiye’nin iç dengelerinden Türk-Kürt ilişkilerine dek önemli etkileri olacaktır.
Türkiye içerisinde bağımsızlığı andırır tarzda otonom bir Kürt bölgesinin bir diğer sıkıntısı ise en olumsuz hâliyle Ortadoğu’nun Anadolu’nun içlerine doğru sarkmasıdır. Oysa olması gereken Ortadoğu’nun Türkiye’nin içlerine yürümesi değil, en olumlu hâliyle Türkiye başarı hikâyesinin önüne çıkanı ıslah ederek Ortadoğu’nun içlerinde ilerlemesidir.
Bu ise Irak’ta Türkiye benzeri bir siyasî yapının oluşmasıyla mümkün olabilir. Örneğin Kuzey Irak’ta Kürt, Türkmen ve Araplardan oluşan demokratik, çoğulcu ve serbest pazar ekonomisine dayalı bir devlet Türkiye ile işbirliği halinde Irak’ın içlerine doğru nüfuz edebilir...
NE YAPMALI?
Kanaatimce Türkiye, bölgesinde ve dünyada yeniden güçlü bir devlet olmak istiyorsa, öncelikle evinin içini toparlamak zorundadır. Bunun için gerçek anlamda demokratik bir hukuk devleti hâline gelmek gerekiyor. Öyle bir devlet ki Türk veya Kürt herkes o devlette yaşamak istesin. Bu ise Kürde daha fazla etnik haklar vererek değil, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına daha çok hak, özgürlük, adalet ve refah sağlayarak mümkün olabilir.
İkinci olarak Türkiye, Ortadoğu ile ilgilenirken kendisini aynı zamanda Ortadoğu’dan korumasını da bilmek zorundadır. Yoksa bölge Türkiye’yi kendisine çeker ve bir süre sonra da kendi sorunları içinde yutar. Cehaletin, kan davalarının, iktisadî geriliğin ve çatışmaların bu kadar yoğun olduğu bir bölgede sorunların tarafı hâline gelen bir Türkiye hiçbir formülde güçlenemez.
Kürt Sorununun silahsız hâlli için PKK ile görüşülmesine gelirsek, önemli olan bunun hangi şartlarda gerçekleşeceğidir. Eğer kendi elinizle güçlü bir merkezkaç kuvvet oluşturursanız, eğer Kürt milliyetçiliğinin yaygınlaşmasına ve güçlenmesine bir şeyleri devam ettirebilmek adına onay vermişseniz, böyle bir zemin üzerinde hiçbir formül sağlıklı şekilde işlemez. Demokratikleşme demek etnik ayrılıkçılığı beslemek demek değildir.
Türkiye, federasyon, konfederasyon gibi fantezilerden ziyade, halkları görünmez ama güçlü bağlarla bağlayan yumuşak güç unsurlarına yönelmelidir. Bunlar ise ticaret, yatırım, turizm, eğitim, kültür vs. faaliyetleridir. Bölgede henüz sürdürülebilir siyasi işbirlikleri için yeterince güçlü bir zemin mevcut değildir. Türkiye gönül bağları inşa ederek siyasi işbirliklerinin ve belki de bölgesel bir entegrasyonun zeminini inşa edebilir.
Son olarak, silahlı çatışmaların açık alanı hâline gelen bir bölgede sahada olmayan hiçbir devlet masada kazanamaz. Bu nedenle Türkiye de sahada olmak zorundadır.
***
Buraya kadar olanlar Sayın Fatih Altaylı’nın ve birtakım medya mensuplarının bence fazla iyimser tahlilleri ve temennileridir.
Bir kere, Kürt asıllı ve alenen şehit edilen Eşref Bitlis Paşa’nın dediği, sonradan İlker Başbuğ tarafından da teyiden söylenen bir hazin gerçek var: “Araya kan girmiştir”! Ben bunu ta 1991-92’de Diyarbakır’da gördüm.
![]()
Allah rahmet eylesin Paşam
Turancılığı kuran Ziya Gökalp gibi, Bitlis Paşa pek çok Kürt var; onlar canımız ciğerimiz ama ya diğerleri?
40.000 kişi şehit oldu ve bunu başlatan, kim ne derse desin Türkiye Cumhuriyeti değildi. ABD’nin Yeşil Kuşak Doktrini adım adım yürütülmektedir.
Türk Solu Portalından: Tayyip “evlâtlarımızı seve seve ölüme gönderdik” cümlelerini sarf ettiğinde, yıl 2002’ydi ve Bush’un karşısında oturuyordu. Türkiye-NATO ittifakının üzerinden geçen 50 yıl sonra esas amacın ABD çıkarları olduğu bizzat işbirlikçinin ağzından duyurulmuş oldu. NATO bünyesinde, Türk askeri “ABD’nin güvenliği” için kendisinden kilometrelerce uzaktaki bir ülkede, Kore’de, savaşıyordu.Başımızı ne yöne çevirirsek çevirelim, gördüğümüz manzara Türkiye’nin bir “müttefik kuşatmasıyla” karşı karşıya olduğudur. Bu kuşatmanın da, güvenliği için Kore’de seve seve(!) savaştığı ve öldüğü ABD tarafından yapılması, “müttefik kuşatması” tezinin anlam olarak aslında ne kadar olağan dışı; ama sebeplerine baktığımız zaman, var olan işbirlikçi ve analizden yoksun politika sonucu başarılı bir teze dönüştüğünü görüyoruz.
Türkiye’nin NATO’ya girmeden önce bir millî güvenlik sorunu yoktu. NATO’nun kurulmasının sebebi, ABD’nin karşısında ikinci bir kutup olan Sovyetlere karşı bir ittifak kurma isteği ve kendince bir savunma paktı yaratıp, kendi çıkarlarının devamlılığını sağlamaktan başka bir şey değildi. Türkiye’nin ise böyle bir gerekliliği yoktu ama buna rağmen NATO üyeliği sonrası ABD üsleri, füze krizi ve elini kolunu bağlayan ikili anlaşmalar gerçeği ile tanıştı.
Kısaca söyleyebiliriz ki NATO üyeliği ile başlayan süreçten sonra Türkiye’nin kazancı millî güvenlik sorunları oldu. Strateji tarafına ise zaten gerek yoktu; çünkü tehdit algılamasının değişiminden sonra sıra NATO üyesi Türkiye’ye de gelecekti!
ABD’nin Yeşil kuşak projesi: “Kızıl Tehlikeye Karşı Yeşil Panzehir”
ABD’nin Sovyetlere karşı geliştirdiği Yeşil Kuşak projesi de, McCarthy döneminden bu yana Amerikan basınının tüm dünyaya yaydığı “kızıl tehlike” kavramıyla birlikte, 1977 yılında başkan Jimmy Carter döneminin ulusal güvenlik danışmanı Zbigniev Brzezinski tarafından ortaya atıldı. Sovyetlerin ilerleyişini durdurmak ve petrol zengini körfez ülkelerinde ve bölge üzerinde etkisini engellemek amacıyla ortaya atılan Yeşil Kuşak Projesi’nin ana ekseni komünizme karşı İslam’ın kalkan olarak kullanılmasıydı.Sovyetlerin etrafını çevreleyen ülkeler ve diğer bir komünist ülke olan Çin’le arasındaki bölgeyi tampon olarak kullanmanın amaçlandığı proje, radikal İslam’ı “dinsiz komünizme” karşı kullanmaktan geçiyordu.
Bu tespitte katılmadığım hata, Komünizmin de bir din olduğudur (MKD).
Ancak, hem Sovyetlerin yıkılışıyla birlikte NATO’nun işlevini yitirmeyip yeni bir taktik üzerinde var olmaya devam etmesi, hem de Sovyetlerin yıkılışına kadarki Soğuk Savaş döneminde ABD-SSCB arası çatışmanın yaşandığı bölgelere baktığımız zaman ortaya koyulan tezle yaşanan gerçeklik üzerinde yapılan tespitlerde bir yanılsamayla karşı karşıya kalınıyor.
Soğuk Savaş’a farklı bir bakış
Bahsettiğimiz ABD müttefikliği ve onun Türkiye üzerinde yarattığı kuşatmayı anlatan “Müttefik Kuşatması” kitabının ön-sözünde TÜRKSOLU Başyazarı Gökçe Fırat’ın yazdıkları Soğuk Savaş sürecine farklı bir bakış getirmiştir:“Ancak elli yıl sonra, Sosyalist Kamp dağıldıktan sonra, bu yaşanan elli yıllık Soğuk Savaş dönemi üzerinde yeniden ve daha dikkatlice düşünmek gerekmektedir”.
İki olguyu ortaya koyarak başlayabiliriz.
1- Batı Kampı ile Sosyalist Kamp arasındaki Soğuk Savaş durumuna karşın, bu elli yıl oyunca, iki kampa dâhil ülkeler arasında herhangi bir çatışma yaşanmamıştır.2- Batı Kampı ile Sosyalist Kamp arasındaki Soğuk Savaş dönemi boyunca ve Sosyalist Kamp dağıldıktan sonra, çatışma yaşanan bölgeler, bu iki kamp dışında kalan Üçüncü Dünya ülkeleridir.”
Meseleye bu tür bir bakış iki kampa ait ülkelerin birbirini diğer kamptan gelecek tehlikelere karşı kollamalarından çok, kavga edilecek arenanın Üçüncü Dünya ülkeleri olduğu üzerinde kendi aralarında uzlaşmış olduklarını gösteriyor.
Gerçekten de çatışmanın yaşandığı bölgelere baktığımızda bu saptamanın ne kadar doğru olduğunu görürüz. İlk olarak Balkanlar’da, özellikle de Yugoslavya’da yaşanan etnik çatışma bahanesiyle ABD Avrupa’ya uzanmıştı.Kafkaslar da, özellikle şimdilerde Neo-Kafkas Seddi Projesi olarak “Büyük Ermenistan” ve “Büyük Kürdistanı” gerçekleştirmek için AKP eliyle ABD’nin dâhil olduğu bir başka “istikrarsız bölge” durumunda.Son Rusya-Gürcistan savaşı da bölgede Ukrayna, Çek Cumhuriyeti ve Gürcistan gibi ülkelerin daha da Amerikancılaşmasıyla sonuçlandı. Balkanlar’daki ABD etkisi eski Doğu Avrupa ülkelerine de yayıldı.
Ve Ortadoğu…
ABD’nin vazgeçemeyeceği büyük projesinin esas bölgesi… En büyük “istikrarsız bölge”.Bütün bu bölgelere bir kez daha bakınca bir ülkenin tam anlamıyla kuşatıldığını görüyoruz: Türkiye!
Yeşil Kuşak projesinin mimarı Brzezinski, bu projesini ortaya attığı 1977’den iki yıl önce 1975 yılında şu itirafta bulunmuştu zaten.
“Bugün, uluslararası arenanın, Trilateral demokrasilerle komünist devletler arasındaki çatışmadan çok, ileri dünyayla gelişmekte olan dünya arasındaki çatışmaya sahne olduğunun görüyoruz. Üçüncü ve Dördüncü Dünya’nın birleşme olasılığının uluslararası sistemin ve doğrudan kendi toplumlarımızın doğasına en büyük tehdit olduğunu düşünüyorum. Bu tehdit şirketlerin reddedilmesi tehdididir”.
Yeşil Kuşak Projesi’nin mimarı adam demek istiyor ki, “Üçüncü Dünya tehdit”.
Soğuk Savaş dönemi ABD-SSCB çatışma alanlarının Üçüncü Dünya ülkeleri olduğunu, temel çelişkinin ezen ulus-ezilen ulus olduğunu, emperyalizm için en korkunç tablonun sömürgelerin birleşmesi olduğunu kendi ağzıyla itiraf etmiştir Brzezinski.
Eminiz ki bu tespiti yaparken geçmişin tüm anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu isyanları gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmiştir.“Kampsızların”, yâni ne Kapitalist Kampa ne de Sosyalist Kampa dâhil olanların isyanı emperyalizmin korkulu rüyası olagelmiştir.
Sosyalist kampın yıkılışından sonra da arenada karşı karşıya gelen Üçüncü Dünyacı “kampsızlarla” emperyalizm olmuştur. Sosyalist ekonominin iflas ilanları verilirken, ekonomilerin her tarafa uzanabilen küresel “görünmez ellere” teslim ediliş merasimleri düzenleniyor ve bu merasime Üçüncü Dünya’nın da katılması öngörülüyordu.Ama bu merasim Üçüncü Dünya’da bağımsızlık savaşları, hafızalardaki anti-emperyalizm ve milliyetçilik, piyasaya ve “demokrasiye” uyum sağlayamama gibi kökleri geçmişe dayanan millî bir allerji yaratıyordu.İlk olarak bu hastalığın tedavisi için Batı yine devreye girdi. Tıpkı “Hasta adam” için yaptığı gibi.
Tanzimat, Meşrutiyet, Sevr ve “hasta adamın” ölümü bu gidişin evreleri olmuştu.Bunun için aynı yöntem yine uygulamaya koyuldu. 12 Eylül sonrası Özal’lı Türkiye’de devlet sadece kapitalizmin güvenliği ile ilgilendi ve yaşanan süreç ikinci bir Tanzimat döneminin başlangıcıydı.
“Tarihin sonu” ve “Ilımlı İslam”
Önce bir makale olarak ortaya çıktı, sonra kitap oldu. Sonra da emperyalizmin teorilerine boğulmuş stratejistlerin ağızlarından düşmeyen bir slogan.
“Tarihin sonunun” National Interest dergisinin 1989 yaz sayısında Francis Fukuyama imzasıyla çıkmasından sonra başına bunlar geldi. Fukuyama ünlü oldu. Sovyetlerin yıkılışı ve sosyalizmin mağlubiyetini duyuran makalenin esası tarih tezini kapitalizmin zaferine indirgemesiydi. Artık kapitalizmin zamanıydı ve bilindik tarihin sonu gelmişti. Tarih diye yazılacak olan kapitalizmin hüküm süreceği küresel bir alandı, Amerikan zaferiydi…
Ancak, süreç, “Tarihin sonunun” tahmini gibi gelişmedi. Fukuyama da kendisini ünlü yapan “Tarihin sonundan” sonra gelen 11 Eylül’den sonra gördü ki aslında sonu gelen “Tarihin sonu”.Tabii her zamanın stratejisi olan “yenilmez Amerika” tezi hemen devreye girdi ve bütün dünyaya da pompalandı. Strateji değişmeye başladı. Kafalarda yaratılan bulanıklıkla birlikte yeni nesil “Haçlı Seferleri” Bush’un ağzından dünyaya duyuruldu. Arenada yine karşılıklı rakipler yerlerini aldı. ABD ve onun karşısındaki “şer odakları”… Brzezinski’nin 1975’te belirttiği tehdit, dönüp dolaşmış bir 11 Eylül’de tekrar karşısına gelmiştir. 11 Eylül’ün ABD’nin kendi komplosu olduğundan hâlâ kuşku duyan varsa şaşarım!
Üstelik de olayın mimarı tanıdık bir isimdir. Yeşil Kuşak Projesi’nde ABD’nin kullandığı, koruduğu ve kolladığı Usame Bin Ladin! Brzezinski’yle o dönemlerden kalan fotoğrafı bile varmış.
Fukuyama’nın sonraki söylemleri de ABD’nin gelişen yeni stratejisini ortaya koyar nitelikte oldu.
“İslam reform geçirmeli, liberalleşmeli” diyen Fukuyama bu sözleri söylediği dönemde; Türkiye’de hiçbir resmi sıfatı bulunmayan Tayyip ve AKP ekibi, ABD’de Bush, Wolfowitz, Grossman ve Pearson’dan oluşan ABD ekibi ile gizli bir toplantı yapıyordu. Daha doğrusu pazarlık! Irak’ta Kürt devletini kurma pazarlığı…
Sovyetlere karşı kullanılan Yeşil Kuşak projesinin radikal İslam’ı; bu yeni stratejiyle yerini başında ılımlı halifesiyle Türkiye’de kökten Batıcı hilafete, onların deyimiyle “Ilımlı İslam’a” bırakıyordu.
MKD: Dinin ılımlısı olmaz!
AKP, Üçüncü Meşrutiyet ve Sevr
İşte Tayyip ve AKP’nin misyonu da bu çerçevede gelişti. Bir turuncu devrimle üçlü koalisyon devrildi, yerine AKP geçirildi ve Türkiye’de Özal’la başlayan Tanzimat süreci devam ederek “Üçüncü Meşrutiyet” dönemi “Üçüncü Abdülhamit” şimdi başlamış oldu. Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin ılımlı halifesi olurken, esas oraya getiriliş amacı olan ABD’nin Irak’a saldırısı gündemdeydi.
Yukarıda bahsettiğimiz Sovyetlerin yıkılışından sonraki NATO’da meydana gelen tehdit algılamasındaki değişim, Bush’un “şer odakları”na karşı başlattığı “haçlı Seferi’yle” de örtüşüyordu.
AKP de ABD’nin Irak’a yapacağı saldırının iktidarı olmuştu.
NATO için evlatlarımızı seve seve ölüme gönderdik diyen Tayyip’in, Irak politikasında da tavrı aynıydı; ancak AKP’nin olanca işbirlikçiliğine rağmen Meclis’ten tezkere geçmedi.
1 Mart tezkeresinin reddi tartışılırken hâkim olan hava Türkiye’nin “Irak’ta masada oturma” şansını kaybettiği üzerine gelişti. Tezkerecilerin canla başla savundukları “müttefik Amerika’nın” çıkarları dâhilinde, Süleymaniye’de yaşanan Türk askerinin başına çuval geçirilmesi olayında bile Amerika’nın yanında tavır aldılar.
Yaşanan 1 Mart’ın intikamıydı onlara göre ve normaldi. Yılların müttefikliğini Türkiye bozmuş oluyordu.
1 Mart süreci gerçekten de Türk-ABD ilişkileri açısından bir dönüm noktası oldu. Ama Süleymaniye’de yaşanan olay tezkereye rağmen AKP’nin değil esas olarak Ordunun hedef olarak seçilmiş olduğunu gösteriyordu.
ABD’nin dikkate aldığı konu ona karşı olan Ordu ve ABD’ye tam bağlı AKP iktidarıydı. AKP ABD’nin yanındayken, Türk Ordusu fiilen ABD karşıtıydı.
İşte AKP, kökten Batıcılığının Şeriatçılığını örttüğü ve ABD’nin Ortadoğu’daki planlarına destek konusunda da tam biat konumunda olmasıyla Türkiye’de bir ılımlı hilafet rejimi ve üçüncü bir Meşrutiyet dönemi başlamıştı.
Meşrutiyetin ardından gelecek süreç de ABD’nin Büyük Ortadoğu Planı’nın tarihsel kökeni olan Sevr planıydı. Yani bölünmüş bir Türkiye… İmzalayan da o dönemin Büyük Mason Üstadıydı!
![]()
Rıza Tevfik
AKP iktidarı o dönemki AB uyum yasalarıyla Kürtçülüğün önünün açılıp, ulus-devletin tüm dayanakları bir bir ortadan kaldırırken, ABD’nin Ortadoğu’da ilerleme planlarına da önayak oluyordu. Esasen Tayyip Erdoğan’ın iktidara getiriliş amacı da Kuzey Irak’ta kurulacak ve yayılacak olan kukla Kürt devletiydi.
ABD’nin BOP için adımlarını sıklaştırması da AKP’nin daha baskıcı bir politika üretmeye itti.
Yüzde doksanlara varan ABD karşıtlığının yaşandığı Türkiye’de Amerikancı AKP’nin tavrı tarihî kökeni olan Kürt-İslam’a dönüşünü hızlandırdı.
“Bizi deliği süpürmeyin” yalvarışından sonra da ABD yola onunla devam etti. Ancak kırmızıçizgilerin çoktan silinmesine sebep olan açılımlar sayesinde Kürtçülük hem dağda hem de Meclis’te temsil edilir hâle yine AKP tarafından getirildi. Devlet kendi kendini bitirecek adımları sıklaştırmaya başladı.
Ilımlı İslam balonu patladı: “Büyük Kürdistan” kuruluyor
ABD’nin planları doğrultusunda, “Ilımlı İslamcı” olarak nitelendirilen AKP’nin sadece Şeriatçı yanının ön plana çıkarılmasının, ABD stratejilerine eksik bakmaktan kaynaklandığını ve ona karşı geliştirilecek mücadele stratejilerinin ekseninde de kaymalar yaşandığını belirtmiştik.
AKP için meseleye “İslam’ın liberalleşmesi” olarak bakarken, Kürtçülük konusunda hiçbir politikası yokmuş gibi davranmanın hataları ortaya çıkıyor.
AKP-DTP savaşının aldığı son durum gösteriyor ki Tayyip de kendi yarattığı sürecin karşısında ülke içinde zorlanır duruma gelmiş bulunuyor.
En yakınlarından itibaren tüm liberal çevrenin de tepkisine bakacak olursak Tayyip, “ya sev ya terk etçi” olarak gösteriliyor ve “Kürt sorununda” yanlış ve “milliyetçi” bir tavır almakla suçlanıyor.
Kürt-İslam’ın tüm bileşenleri de özüne, Said-i Kürdi’ye dönüyor. Yâni Kürt devletine, “Büyük Kürdistan’a”!
![]()
Tayyip’in ziyaret ettiği ve DTP’nin yoğun etkisinin olduğu birçok güneydoğu ilinde yaşanan ayaklanma girişimleri, ortaya atılan “soykırıma uğradık” iddiaları, Fethullahçıların PKK’nın tezlerini savunmalarıyla birlikte Türkiye’nin Kuzey Irak’ta ABD’nin kurdurduğu kukla Kürt devletini muhatap alması gösteriyor ki; Apo’nun yalnızlığının tartışıldığı Türkiye’de süreç “Ilımlı İslam’dan” değil Kürt Devletinden yana esmektedir.
Şimdi de ABD Irak’tan çekiliyormuş haberleri gündemde…
Amerika son anlaşmayla beraber Irak’ta kalma süresini aslında uzattı ve bundan sonra da Barzani ile Türkiye’yi görüştürüp, Türk tarafına “Türk uçakları Irak üzerinde uçabilir mi acaba” diye izin talep ettirecek.
Ellili yıllardan bu yana ABD stratejilerine baktığınız zaman görüyoruz ki esas olan ABD’nin çıkarları. Gelen her işbirlikçi iktidar da bu stratejiler dâhilinde kendi üzerine düşen görevi yapıyor ve yapmakta.
Ama esas meselemiz, işbirlikçi iktidarlar bu önde siyaset yaparken, ona karşı politika üretenlerin de başta ABD’li emperyalist fikir merkezlerinin stratejilerini ezberlemeleri, onlara göre politika belirliyor olmaları.
Oysa tüm stratejilerin merkezinde ezen milletin ezme işleminin yapılış tarzı yatıyor. Bu stratejiler, hangi dönem hangi stratejiyi kullanmak lâzım sorusunun emperyalistlerce verilen en uygun cevaplarından başka bir şey değil.
Bugün ortada “Ilımlı İslam” diye bir tehlike yok, bir balon var. Bu balon o kadar şişirilmiş durumda ki birçok Atatürkçünün ağzında AKP Batının taktığı ismiyle anılıyor.
MKD: Bu satırlara zerre kadar katılmıyorum. Bizim komüist arkadaşların işte bu noktalarda basiretleri bağlanıyor! Nasıl yok Yâhu?
ABD Soğuk Savaş ve Yeşil Kuşak’tan sonra bir değişiklikle başına dertler de açan militan İslam yerine, AKP gibi “değiştik” diyen kökten Batıcı, Şeriatçı ve aynı anda da kökenden Kürtçü bir yapıyı yani Kürt devleti için “en uygununu” seçti sâdece.
ABD’nin tüm stratejileri daha önce belirtildiği gibi “Amerika’nın dostu yoktur, çıkarları vardırın” altında gizli.
ABD’nin başında derisinin rengi ne olursa olsun bir Sam Amca olacak ve stratejileri de hep onun çıkarına, bizim zararımıza olacak.
Başında kim olursa olsun, projesinin adı ne olursa olsun “Büyük Kürdistan”ı kurmaya çalışacak.
O yüzden Amerika’nın diliyle, onun stratejisiyle değil kendi dilimizle ve stratejimizle, milletçe savaşacağız!
Abdullah Gül, Gorbaçov ve…
Ortadoğu’ya ajan yetiştiren okul (The University of Exeter) Arap, İslam dünyası ve Kürtler konusunda ihtisaslaşması gereken İngiliz ajanlarının veya sevenlerinin eğitildiği Exeter Üniversitesi, Türkiye’den de birçok bürokrat ve siyasinin de yüksek lisans veya doktora adresi. Bu isimlerin başında Abdullah Gül, Durmuş Yılmaz ve Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu geliyor.
![]()
Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu
İngilizler’in Exeter Üniversitesi'nin internet sitesinde bir gezinti yaparsanız, Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren ve Türkiye’nin pek hayrına olmayan ilgi alanları konusunda bilgi sahibi olabilirsiniz…
The University of Exeter… Adını, bulunduğu şehirden alan üniversite!
Son derece düzenli bir şehirciğin, ağaçlar arasında, Kilise komşusu ilim irfan yuvası! İngilizler’in bu “akademiye” müstehzî baktıkları biliniyor... Araştırmacı Yazar Arslan Bulut, bu üniversite ile ilgili, bizleri ilgilendiren bilgiler aktardı... Mesela şunları yazdı: “İçişleri Bakanlığı, birçok kaymakam adayını Millî Güvenlik Akademisi eğitiminden sonra Exeter Üniversitesi’ne göndermiş ve burada dil eğitimi almasını sağlamıştır. Hâlen Türkiye'de, özellikle Güneydoğu ilçelerinde görev yapan birçok kaymakam ve vali yardımcısı Exeter’de doktora yapmıştır”!
Konuyu dağıtmadan, bu noktada bir saplama yapalım... Elbette, söz konusu vatan toprağında çok kıymetli vatansever devlet görevlilerimiz, fedakârca makamlarını doldurmaktadır... Ancak, son yıllarda, buralarda dikkat çekici faaliyetleriyle ilgi toplayan devlet görevlileri de mevcut. Örneğin, terörle mücadelede, vatan savunmasında, eşkıya çetesi ile boğuşan bâzı subaylarımız, komutanlar, generaller, PKK çetesinin yardakçıları, koldaşları tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne şikâyet edilmişler, haklarında davalar açılmaları sağlanmıştır. PKK’nın açtırdığı davalarda, bâzı kaymakamlar, üst rütbeli Türk subayları aleyhine AİHM’e şahit olarak ifadeler vermişlerdir. Bunlar görevdedir! Tekrar konumuza dönelim. Exeter’de “bulunan” başka devlet görevlileri ile ilgili, Bulut’un yazdıklarını öğrenelim. “Yüksek yargı organlarından da tetkik hâkimleri Exeter Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimine gönderilmektedir”! Exeter Üniversitesi, İngiliz üniversiteleri arasında “Kürt Araştırmaları Enstitüsü” olan tek yükseköğretim kurumudur. Exeter Üniversitesi'nde ayrıca Arap ve İslamî Araştırmalar Enstitüsü de bulunuyor! Başında, Abdullah Gül'e fahri doktora unvanı veren Tim Niblock vardır. Gizli servis İngiliz istihbarat servislerinin, yurtdışı görevlere gönderilecek ajanlarının önemli bir bölümü, Exeter Üniversitesi'nde eğitim görür.
![]()
Tim Niblock
Ayrıca Arap ve İslam Dünyası ile Kürtler hakkında uzmanlaşması gereken İngiliz ajanlar da bu üniversitenin hocaları tarafından eğitilir. Üniversite yayınlarında, Irak'ın kuzeyinden “Irak Kürdistanı” diye söz edilir. Green Peace (Yeşil Barış) örgütü de Exeter Üniversitesi’nde bir laboratuvar sahibidir! Exeter Üniversitesi’nden mezun olan veya doktorasını burada yapan kişileri, daha sonra özellikle İslam ülkelerinde önemli ekonomik ve siyasî kuruluşların başında veya devlet görevlerinde görmek mümkündür. Meselâ İslam Kalkınma Bankası’nın bütün önemli yöneticileri Exeter Üniversitesi'nde yüksek lisans veya doktora yapmıştır! Tabii buraya gönderilecek öğrencileri de kendi ülkelerindeki “İslami kuruluşlar” seçer! İngiliz tarihinde kullanılan işkence aletlerinden biri “Exeter Dükünün Kızı” olarak anılır... Ne kadar heyecan verici değil mi? “İstanbul Milletvekili Nevzat Yalçıntaş, seneler önce İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın kendisini Londra'ya ve güneye Exeter Şatosu'na davet ettiğini, burada medyanın demokrasiyi tahrip etmesi üzerine bir beyin fırtınasına katıldığını bir Meclis konuşmasında açıklamıştır.
![]()
MKD: Nevzat Bey’e küçükken “amca” derdim ve kedisi hâlâ hayatta; geçenlerde Nişantaşı’nda yürürken gördüm. Bu üniversiteye giden ilk “Sağcı Beyaz Türklerdendir” ve Lord gibi de adamdır doğrusu. Babam severdi kendisini…
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Exeter Üniversitesi'nde iki yıl eğitim-öğretim görmüştür. Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da, Abdullah Gül'ün bu üniversiteden arkadaşıdır! Abdullah Gül, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve Prof. Sabahattin Zaim gibi hocalarının teşviki ve sağladıkları Millî Kültür Vakfı bursu ile 1976-1978 yıllarında İngiltere'ye gönderilmiştir. Gül, burada İslam ülkelerinde ileride görev alacak olan doktora öğrencileri ile sıkı bir arkadaşlık kurmuştur. Dönüşte Sebahattin Zaim’in daveti ile Sakarya Üniversitesi'nde görev almıştır. Doktora tezi, “Türkiye ile İslam Ülkeleri Arasındaki Ekonomik İlişkilerin Gelişimi” başlığını taşır. Tez hocası ise Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’tır!
![]()
Abdullah Gül, 12 Eylül'den birkaç gün sonra evinden alınıp götürülür ve İstanbul’da Metris Askeri Cezaevi'ne kapatılır! Çıktıktan bir süre sonra Merkezi Cidde’de olan ve 48 İslam ülkesinin üye olduğu İslam Kalkınma Bankası’nda diğer Exeter mezunu arkadaşları ile birlikte ekonomi uzmanı olarak görev alır. İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğu,
![]()
Exeter Üniversitesi'nde doktora sonrası çalışmalar yapmıştır. Harry Potter serisinin yazarı Joanne Rowling, Exeter Üniversitesi’nde, Fransızca ve klasik edebiyatlar okumuştur! Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Tutulmaz Exeter Üniversitesi'nde kamu yönetimi yüksek lisansı yapmıştır. Exeter Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ian Markham’ın “Said Nursî'nin başarısı: Hakikat ve hoşgörü” başlıklı bir makalesi vardır!
![]()
Yâni bu üniversite “dinlerarası diyalogun” kurgulanmasında da vardır. Markham, Exeter’de ilahiyat dalında öğretim görevlisidir." Bu muhteşem ilişkileri biraz daha geliştirelim… Anlaşılacağı gibi, İngiltere'nin Exeter kasabasından Türkiye'ye, Irak'ın kuzeyine, Arap çöllerine, petrol kuyularına doğru bir mutluluk tablosunu tespit etmek mümkündür... Bir trilyon dolar Şu sıralar, Araştırmacı Yazar Tuncay Mollaveisoğlu’nun kitabı “çok satanlar” arasında yerini aldı…
Mollaveisoğlu, kitabında “Petro-Dolar” imparatorluğu ile de ilgili bilgiler veriyor. Kitaptan aldığımız satırları dikkatle okuyalım. “Bugüne kadar, Amerika ve Avrupa'ya akan petro-Dolarların toplam büyüklüğünün yaklaşık 1 trilyon Dolar olduğu tahmin ve hesap ediliyor. Bunun ise yüzde yetmiş kadarı ABD ekonomisinde, kalanın büyük kısmı da Avrupa ekonomisinde. Bu paralar, ABD ve diğer sanayileşmiş ülkeler, finans merkezleri için güç kaynağına dönüştüğü ölçüde, diğer ülkeler için güç kaybı anlamına geliyordu. Fizikteki birleşik kaplar deneyine benzer bir 'etken-edilgen' ilişkisi yaratıyordu”... Bir trilyon Petro-Dolar…
Yüzde yetmişi ABD’de, kalanı büyük ölçüde AB'de dolaşan muazzam para! ABD’nin dev sanayi kuruluşlarının birçoğunda Arap sermayesi ve yönetimi var. Ancak, Petro-Dolarlar sayesinde yaratılmış olan bu sermaye ve kuruluşlar, yıllardır bir parçası hâline geldikleri, bütünleştikleri ABD'nin gözetim, denetim, kontrol ve yönlendirmesine tabi. Geriye kalan da “sermayenin sınır ötesi hareketlerinin önündeki tüm engelleri kaldırmak”, yâni “Küresel Kapitalizm”.
Borçlanma ve güdümlü demokrasi ilişkilerin Türkiye’yi ne kadar ilgilendirdiğini, daha doğrusu “Küresel Güçlerin” Türkiye’yi ellerinde tutmaya neden ihtiyaç duyduklarını iyice anlamak için, Tuncay Mollaveisoğlu’nun 'satırlarından' yararlanmayı sürdürelim.
“Samuel Huttington, 1992 yılında Medeniyetler Çatışması’nı yazarken, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini ve gelişmeleri gözünden kaçırmış olmalıydı! Neden acaba? Özellikle, soğuk savaş döneminde, sosyalist hareketlere karşı yeşil kuşak (anti-komünist blok) oluşturmak amacıyla diğer ülkelere de 'güdümlü' demokrasi ihraç edilmesi için ortada güzel ve başarılı bir uygulama vardı: Suudi Arabistan. 1973 yılındaki petrol fiyatlarındaki artış sebebiyle, ödemeler dengesi açıklarından kaynaklanan ekonomik krize giren Türkiye gibi ülkelere, “borç politikası” yoluyla güdümlü demokrasi ihraç edilebilecekti. Mekanizma basitti: Suudi petrol gelirleri, ABD tahvillerine yatırılacak, uluslararası para sihirbazları ve yatırım bankaları da bu paraları daha yüksek faiz ile Türkiye gibi ülkelere borç verecekti. Böylece, paradan para kazanma ve finans kapital dönemi de başlayacaktı. Bu projelerde özel fonksiyonlar yüklenen Dünya Bankası ve IMF, borç ve reformlar konusunda akıl vermek, siyasi yönlendirmeler yapmak için hazırdı. Dünya Bankası ve IMF kontrolüne giren ülkeler, borcu ödemek için borç alacak, ama ekonomik kalkınmalarını finanse edemeyeceklerdi.
![]()
Samuel Huttington
Böylece, daha çok bağımlı hâle geleceklerdi. “Pavyonda, genelevde çalışan kadınların rehin alındığı yöntemle aynı durum”! “1973 petrol krizi ve petrol fiyatlarındaki artışlar ile dünyanın petrol faturası büyüdü, refah dağılımı değişti, para ve kredi talebi de arttı. Böylece, arz-talep yâni piyasa kurallarına göre, borç verme ve verilen borçlara yüksek faiz uygulama dönemi başladı. Türkiye'de haşhaş ekim alanlarının sınırlanması, 1974 Kıbrıs Harekâtı’nın yapılmaması gibi siyasî dayatmalar da borç verme şartı oluverdi.
![]()
Bunu borçların yeni borçlarla ödenmesi dönemi izledi. Millî gelirlerin borç faizlerini dahi ödemeye yetmediği noktada, “özelleştirme laboratuvarları” kuruldu. Millî ekonomilerin doğal kaynakları, madenleri, enerji, petro-kimya tesisleri, ağır sanayi, bankacılık dâhil, en kârlı alanları özelleştirme adı altında yabancı sermayeye yok pahasına devredilmeye başlandı. Ancak, ulusal ekonomilere giren yabancı sermaye ve özelleştirme gelirleri dış borçların faiz ödemelerini dahi karşılamıyordu. Bu kez, 'küreselleşme laboratuvarı' kuruldu, sermayenin uluslar ötesi akışkanlığı için adeta sanal otoyollar, hava limanları inşa edildi ve gelişmekte olan millî ekonomiler yabancı menşeli sıcak/spekülatif paraya emanet edildi! Yabancıların sıcak paradan olağanüstü kazanç sağladığını gören ulusal sanayiciler ve iş adamları da üretim ve sermayelerini 'bıyıklı' denilen yerli sıcak paraya dönüştürdüler, kur riskleri, açık pozisyonlar tarihî rekorlar kırmaya başladı. Paradan para kazanmaya dayalı olarak yaratılan Lale Devri, sanayicileri birer kriz tetikçisine dönüştürüyordu...”
Tuncay Mollaveisoğlu’nun çizdiği 'istila' hareketini yürütebilmek için, küresel gücün en büyük ihtiyacı neydi? Cevabı, Arslan Bulut'un Exeter üzerine verdiği bilgilerdedir.
Kürt Enstitüleri
Paris’te 24 Şubat 1983 tarihinde kurulmuş, 1983’te vakıf olmuştur. Brüksel, Almanya ve Paris’te de bunlar mevcuttur.
![]()
Brüksel Kürt Enstitüsü 1978'de kurulmuştur. Enstitünün amacı: Belçika'da yaşayan Kürtleri yüceltmek, Belçika toplumuna güzelce uyum sağlamaları için kendi kimliğini, medeniyetini Belçikalılara, Avrupalılara ve diğer insanlara Kürt tarihi ve medeniyeti üzerinden tanıtmak. Thodoros Koutroubas, Ward Vloeberghs ve Zeynep Yanasmayan’a göre, Brüksel Kürt Enstitüsü, Türkiye'deki insan hak ihlâli ve Güneydoğu’daki Kürt halkının istikrarsız durumuna dikkatlerini çekmek için planlanan basın toplantılar ve gösteriler gibi diğer hareketlerde görev yapmak için belirgin siyasî gündeme sahiptir. Enstitü, 16 Eylül 2000 tarihinde İstanbul Kürt Enstitüsü, Berlin Kürt Enstitüsü ve Stockholm Kürt Enstitüsü ile ortak bir açıklama yaparak, Kürtler arası çatışmaların durdurulmasını ve iç barışın sağlanmasını istedi. İstanbul Kürt Enstitüsü, 18 Nisan 1992 tarihinde İstanbul’da kuruldu. Berlin Kürt Enstitüsü: Almanya Kürt Enstitüsü (2007’de Köln’e taşına kadar Berlin Kürt Enstitüsü) . 1994 yılında araştırma ve bilim için kurulmuştur. Enstitünün derginin adı: Enstitünün kitapları Kürt Enstitüsü Yayınları (Weşanên Înstîtûta Kurdî)ndan çıkmaktadır. Enstitü’nün PKK ile bağlantısının olmadığı yönündeki görüş vardır. Ancak Michael M. Gunter’in aktardığına göre, Berlin Kürt Enstitüsü’nün eski üyelerinden Abdurrahman Durre, PKK tarafından Avrupa’da kurulan Kürdistan İslamî Hareketi’nin sözcülüğünü üstlenmiştir. Stockholm Kürt Enstitüsü: Kürt Enstitüsü, Stockholm’de bulunan Kürt dilini ve kültürünü araştıran toplumsal ve kültürel kuruluşudur. 1996 yılında kurulmuştur.Washington Kürt Enstitüsü (Washington Kurdish Institute) (Washington, 1996).Tahran Kürt Enstitüsü (Tahran, 2001)Kürt Halk Eserleri Enstitüsü (Süleymaniye, 2003).
TOPARLAYALIM
Uzun makaleler genellikle okunmaz, bakalım bu yazımı kaç kişi okuyacak…
Vermek istediğim mesaj çok açık:
Türkiye’nin bölünüp parçalanması, içinde aklınıza gelecek bütün emperyalist ülkelerin, İsrail’in de sessiz sedasız pek sayılmayacak desteği ile çoktan hazırdır.
Her adım en az 100-200 sene önce atılmıştır ve aşama aşama da gerçekleşmektedir.
Her Exeter mezunu ajandır demiyorum tabii ki ama burası Ortadoğu liderleri için bir üstür.
Batı planlarını yapar, “keymens” yâni anahtar adamlar veya “birds’ eggs” yâni zamanında yumurtadan çıkacak civcivler her tarafta hazırlanır ve o Ortadoğu ülkesi berhava edilir.
Unutmayalım ki, Batı’nın en kadim düşmanı, bütün yamanma ve yanaşma çabalarımıza rağmen, Laik ve Demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti’dir.
SSCB, İran, Irak ve Suudiler nasıl “kucağa oturduysa”, bizim için de planlar açıktır.
Sultanlık Sistemi, Büyük Ortadoğu’nun kurulması ve bağımsız Kürdistan demek, Çin’de dahi işkence gören bu mazlum kavmin berhava edilmesi anlamına gelecektir.
Seçimlerdeki oylarınıza çok dikkat edin, lamı cimi yok.
Emevileri kovdular, biz de Anadolu’ya geleli daha 1000 sene olmadı!
Kaçacağımız yer de kalmadı, hepimizi katletmeseler bile, küçük eyaletlerde esir düşmüş azınlıklar hâlinde zulme uğrarız.
Aklımızı başımıza devşirelim.
Seçimler 7 Haziran’da mı ne!
Aman dikkat.
Her şeye rağmen bu işi bir Millî Mutabakat Hükumeti ve Yeniden Millî Mücadele ancak çözer.
Irkçı değil, uzlaştırıcı bir Türklüğün adresi de, Mustafa Kemal Atatürk’ün vasiyetinde saklıdır: “Kendini Türk hisseden herkes, Türk’tür”.
Türkçe bilmese dahi!
Ne mutlu Türk’üm diyene ve diyebilene, dedirtene.
Oylarınızı ona göre kullanın!
Herkese sevgim ve saygımla...
Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 24.03.2015