Quantcast
Channel: Latest blog entries
Viewing all 703 articles
Browse latest View live

DİNLER NE DİYOR Kİ BİZİMKİ NE SÖYLESİN?

$
0
0

Bu yazımı tamamen çala-kalem klavyeye alıyorum.Son hücumlardan ve felâketlerden

sonra (isim zikretmeyeceğim) hemen herkeste “İslâm bu değil” tepkisi başladı. 

Gerek bizimki, gerekse diğer bütün İbrahimî dinlerde ve inanç sistemlerinde, müçtehidlerin tefsirlerinde, hiç tereddütsüz bir şekilde, diğerlerini “ötekileştirmek” ve kutsal addedilen değerler uğruna diğerlerini ortadan kaldırmak vaatleri vardır ve hepsinde de bir Son Nihâî Savaş (Armageddon veya her ne ise) mesajı verilir.

Din isimli, tamamen insan yapısı olan müessesenin bundan arınmış olanları arasında belki de “İlkel” dediklerimiz yer alır ve bunlar arasında da "Animizm, Animalizm, Totemizm” gibiler var.

Bushman denen küçük adalar ki, bunlar insanın ilk doğduğu yerde yaşamaktalar. Çok sevdiğim bir Coca Cola şakası olan filim vardır: "Tanrılar Çıldırmış Olmalı" diye...

Bunu okumalarını sıklıkla da hastalarıma, yakınlarıma okumalarını salık veririm. Konu basittir, küçük siyah adam yâni Afrikalı, en hakiki Öz Atamız, tepesine düşen Cola kutusunun peşine düşer ve hiciv dolu sahnelerde, onun dünyanın uçaktan düşen bu şeyin "kutsal" olduğuna inanarak, başlar peşinden koşuşturmaya. 

Bunlar hâlâ şu yaşlı mavi dünyamızın Doğu denen kısımlarında hükümlerini sürdürmekteler...

Şaşkına dönen Afrikalı bir yere, bir de semâya bakar ve "tanrılar çıldırmış olmalı" diye düşünür.

İlkellikle suçlanan bu kişiler belki de en güzel dine sâhiptir çünkü, tanrıları bir adet Cola kutusudur sâdece!

Tabii, buna bir anlam veremez ve onu mabut olarak idrak eder (algılar) yeni Türkçesiyle...

Zavallı Küçük Siyah Adam tamamen büyüsel düşünmekte ve dünyayı da öyle görmektedir.

Başlar peşinden koşmaya...

Yukarıdaki uçan cismi, pek muhtemelen, bir UFO zanneder, Cola tenekesini de bir "tâltif" yâni hediye...

Aslında Sömürgeciliğin bir simgesidir bu  ve onu tanrı zanneder ve o da, aslında, kendisi bilmeden ABD'nin tepesine attığı bir semboldür.

Tapınılması istenen emperyalizmn teneke kutusudur desem yanlış mı, ne dersiniz?


DİN HAKKINDAKİ SON GELİŞMELERLE İLGİLİ BİR YORUM

$
0
0

Bu yazımı tamamen çalakalem klavyeye alıyorum.Son hücumlardan ve felâketlerden sonra (isim zikretmeyeceğim) hemen herkeste “İslâm bu değil” tepkisi başladı. Gerek bizimki, gerekse diğer bütün İbrahimî dinlerde ve inanç sistemlerinde, müçtehitlerin tefsirlerinde, hiç tereddütsüz bir şekilde, diğerlerini “ötekileştirmek” ve kutsal addedilen değerler uğruna diğerlerini ortadan kaldırmak vaatleri vardır ve hepsinde de bir Son Nihâî Savaş (Armageddon veya her ne ise) mesajı verilir.

Din isimli, tamamen insan yapısı olan müessesenin bundan arınmış olanları arasında belki de “İlkel” dediklerimiz yer alır ve bunlar arasında da "Animizm, Animalizm, Totemizm” gibiler var.

Bushman denen küçük adalar ki, bunlar insanın ilk doğduğu yerde yaşamaktalar.

***

Aklıma hemen Nedim Zenbilci, Ayhan Songar ve eski günler geldi.

Ben asistandım ve "eğiticilerin eğitimi toplantılarına katılırdık"

Çok sevdiğim bir Coca Cola şakası olan filim vardır: "Tanrılar Çıldırmış Olmalı" diye...

Bunu okumalarını sıklıkla da hastalarıma, yakınlarıma okumalarını salık veririm.

Konu basittir, küçük siyah adam yâni Afrikalı, en hakiki Öz Atamız, tepesine düşen Cola kutusunun peşine düşer ve hiciv dolu sahnelerde, onun dünyanın uçaktan düşen bu şeyin "kutsal" olduğuna inanarak, başlar peşinden koşuşturmaya. 


Bunlar hâlâ şu yaşlı mavi dünyamızın Doğu denen kısımlarında hükümlerini sürdürmekteler...

Şaşkına dönen Afrikalı bir yere, bir de semâya bakar ve "tanrılar çıldırmış olmalı" diye düşünür.

İlkellikle suçlanan bu kişiler belki de en güzel dine sâhiptir çünkü, tanrıları bir adet Cola kutusudur sâdece!

Tabii, buna bir anlam veremez ve onu mabut olarak idrak eder (algılar) yeni Türkçesiyle...

Zavallı Küçük Siyah Adam tamamen büyüsel düşünmekte ve dünyayı da öyle görmektedir.

Başlar peşinden koşmaya...

Yukarıdaki uçan cismi, pek muhtemelen, bir UFO zanneder, Cola tenekesini de bir "tâltif" yâni hediye...

Aslında Sömürgeciliğin bir simgesidir bu  ve onu tanrı sanır ve bilmeden ABD'nin tepesine attığı bir semboldür. Ah tabii, bu âlemi de, yâni havsalası da dümdüz, tekerlek gibi şey olarak çalışmaktadır.

Hâlbuki, tapınması istenen, ikisinin de sermaye ortakları aynı olan iki büyük Kapitalist gruptur: Cola'lar...

Bunlara Ülker Cola gibiler de eklendi son senelerde.


Artık öyle bir döneme girmekteyiz ki, Facebook hâttâ twitter dahi tehlikeli.

Herkes gölgesinden endişe eder olmakta!

Bushman için her şey canlı, kutsal de değerli hâttâ kıymetlidir.

Avının her bir zerresine saygı gösterir ve onu sâdece avlamak amacıyla öldürdüğü için de özür diler.

Çünkü o hayvan aslında ölmemiş, ruhlara kavuşmuş, herkese mâl olmuştur.

Ama İslâm adına işlenen bu vahşetin amacı ne: Cihat

En azından ben öyle zannediyorum ve yorumsamaya da açık tabii ki...


Bunların kaynağı ne?

***

Şimdi öğrendik ki, Can Dostumuz ve Sevgili Aksel'in ve biricik Karısı Zeynep Siva bebasını kaybetmiş.

Hemen aradık ve her zamanki gibi dimdikti ama biraz da hüzünlüyü...

Keşke yapabilecek bir şeyler olsaydım ama ecele geldi m, teselli pek güç.

Onların öyküsü de pek güzeldir Cerrahpaşa'da tanışıp âşık olmuş, öyle de evlenmişlerdir.

Nasıl gideceğiz ki cenazeye?

O kadar sevilirler ki, etrafları onları Kardeş muhabbetiyle sevenlerle dolacaktır kuşkusuz

Zeynep benim de hekimim ve çak harbi, hasbi bir dotumdur.

Güneş Kızıltan Meral Kızıltan, Naci Karaağaç ne güzel bir ekiptik.

Aksel de hep ona büyük bir aşkla bağlı kalmıştır. 

İkisi de çok iyi ve dost hocalar, hepsinden önemlisi, insandırlar...

Acaba neredeler? 

Aksel'in ona olan sadakati ve muhabbeti farklıdır. Şimdi bir evde beş başlarına kaldılar herhâlde...

Neslim de konuştu ama bilemezdik ki...

Herkes ölebiliyor. Bunun bir sonu yok ki!

Bir de derlerki "hiç bir şey ölmez, her şey yaşar" diye!

Acaba nerede toprağa verecekler merhumu, yetişebilecek miyiz...

Câmide mi, Kilisede mi yoksa Havrada mı? Ne fark edecek?

Beraber hemen hemen bütün Anadolu'da eğitimler vermiştik.

Tâ yurdun ücra köşelerine uçlarına kadar gitmiştik.


Cihan da yakın dosum ve çok iyi bir Fizik Tedavi uzmanıdır.

Sanırım o da Çapa kökenlidir ve çık gırgır bir adamdır...

Şimdi okunacak bir Ezân-ı Muhammedi, acaba kim velî kim deli kim O2na ulaşmış...

Belli mi?

Yarın tekrar görüşürüz...

Bu arada, Psikanaliz Yanılgısı da yayımlandı, Alter Yayıncılık, Ankara....

Mehmet Kerem Doksat - Tarabya - Hüzünlü bir Gece

Mehmet Kerem Doksat - Tarabya - 17.05.2015

FARK YARATMAK

$
0
0

Eğer fark yaratmak ve medyada daha çok yer alabilmek istiyorsanız, uymanın doğru olacağı kurallar arasında şunlar sayılabilir:

Tabu yıkmak,

Tarih veya tartışma programları sunmak (Murat Bardakçı'nın zaferidir); tabii ki Sevgili dostu Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın da...


Popüler kültürden olmak,

 

Kadın programlarına çıkmak,


İddialı ama bir o kadar da sevimli, hâttâ inceden alaycı olmak,

Özünün sözü kalabilmek kadar, arada zekice manevralarla kıvırabilmek

Yerine göre yırtıcı, duruma göre saldırganca üslûba sâhip olmak

Tarih programı yapmak,

Çok iyi medya gözlemcisi olup, gündemi iyi yakalamak ve ona göre tavır alabilmek.

Bertaraf olanın bîtaraf olabileceğine çok özen göstermek.

İyi bir genel kütüre ve herkesin ilgileneceği şeyleri seçmeye özen göstermek

Olabildiğince fazla programı izleyerek, biraz da fırsatçı davranabilmek

İnsanlara umut, vakit ve nakit vaat eden şeyler sunmak

Hükûmetle ters düşmemeye azami özen göstermek (tartışma programları hâriç)

Mevzuya hâkim ama sevecen üslûplu olmak

Seyircilerle arada alay eden tarz!

Herkese hitap eden ama kırıcı olmayan bir kişilik...

Zamanın rûhunu ve neyin mahzurlu, neyin olmadığını iyi anlayabilmek

Hürriyet, Vatan, Posta, Habertürk gibi çok okunan mercilerde yazmak,

Çok iyi bir şekilde fırsatları değerlendirerek, aradan sıyrılarak ayakta kalmak, bunun için beden dilini çok akıllıca kullanmak...

Devlet ricaliyle arayı iyi tutabilmek ve konformizmden de, âsilikten de uzak kalabilmek.

Olabildiğince çok kişiden fikir alarak makaleleri yayına sokmak yâhut yaymak

Bir gazetede köşe yazarı olmak.

Dinsel konularda nasihat verebilecek kadar yetkin ve etkin olmak.

Billur Kalkavan olabilmek. 

Yürekli ve cesur ama bir o kadar da mütevâzı kalabilmek...

Altan kardeşlerden biri olmak

 

Komünist olmak yâhut arşivlerden asla bir şey atlamadan takip etmek

Yedi yirmi dört hiç uyumadan ayakta kalıp, hiçbir şeyi atlamamak

İyi bir PR'cınızın olması....

Fethullah Gülen ve yandaşı olmak (belli kanallarda veya İnternet TV'de)

Gözü kara olmak ve yeni, çok farklı birşeyleri gündeme getirmek.

Tarihi iyi bilip, bol gazete okumak ve her bir yazılanı didik didik tetkik etmek

Satır altlarını ve metakomünikasyonu iyi okuyabilmek,

Kimselere özellikle nâhoş görünmezken, arayanlarla tatlıdan kafa bulabilmek.

Cesurca tartışmaya da açık bir tavır sergilemek

Önce kendini, sonra başkalarını düşünerek, yâni uyanık ve dikkatli olmak...

Manevraları iyi yapıp, haber atlatarak, kendisine avantaj elde edebilmek

"Meyhâne baskısı" da denen son andaki şeyleri okuyup, yorumlamak,

Gazetelerin hepsini okuyup, herşeyi üç defa gözden geçirdikten sonra inanmak.

Blog yazarıysanız ve tek başınıza bir şeyler yazmaktaysanız, sonuçlarına en azından yeterince tahammül edebilmek...

Argoyu da, ironiyi de, zamanın rûhunu da iyi okuyabilmek,

Önceden Youtube veya Dailymotion gibi kolaylıklara yüklenmiş yâhut yüklenecek materyalden haberdar olmak.

Yaşam koçu, Medyum demeden, herkese program yaptırarak ümit, vakit ve nakit sunabilmek.

Sosyeteden olmak, resepsiyon davetlere sık sık iştirak ederek, isminizi duyurmak...

Bunların hepsinin ABD'den süzülüp, buraya öyle ulaştığının farkında olmak.

Okan Bayülgen'i iyi takip etmek...

Omnipotan (tümgüçlü) olamayacağınızı ve zaman zaman hata yapabileceğinizin farkında olmak...

İnsanlık onur ve gururuna saygı duymak.

Severek ve yıkmak değil yapmak için yazmak yâhut konuşmak...

Çok sık seyahat edip, haberi her tarafta da olsa yakalayabilmek.

Kimsenin ölümsüz olmayacağını hiç unutmamak.

Sevmeki, saymak ve olabildiğince âdilâne paylaşabilmek.

Enayilikle cesaret arasındaki farkın Sırat Köprüsü kadar ince olduğunu iyi bilmek ve dikkatli olmak.

Popülizmden de, vulgarizmde de mümkün olduğunca uzak kalabilmek.

Gerekli e-mailleri ve telefonları beyninizde tutmak.

Hürriyet'i özellikle hem kavram, hem de düstur olarak sevmek.

Etnik ayrımcılığa prime vermeseniz de, mümkün olduğu kadar çok Doğulu tiplemesi oynamak veya Kürt kökenli olmak (hepsi için vâki tabii ki).

Meslek örgütlerinde ve yüksek yerlerde tanıdıklarınızın olması...

Dostların bâzen kara günde dahi arayamayacaklarını hiç unutmamak ve vicdanınızı, sevgiyi hep korumak.

Hem Mac gem de PC kullanmayı iyi bilmek.

Çok çalışmak ve "rızkı Allah verir" düsturuyla hareket etmek.

Ces'i yakinen takip etmek (Sevgili Zeynep'e ve ekibine selâm).

Hâlâ eliniz ayağınız tutup da, sabaha karşı, hem de yeni senede hâlâ kuyruğu dik tutabiliyorsanız, şükretmek.

Bilhassa Cafelerdeki ve umuma açık yerlerdeki sigara ve içki tüketimine zam yaparak, halkın uzaklaşmasını sağlamak pek güzel bir caydırıcı yöntem olacaktır.

Buna mukabil, Hollanda örneğinde olduğu gibi, hayat kadınlarının da, madde kullanımının (iptilâsının) daha fakla görev almaları, erkek genelevelerine de yer verilmesi ve her türü fuhuş hizmetinin çok ciddi şekilde kontrol altına alınması fuhşun denetiminin arttırılmasını ama köy, köy, mezra mezra yaygınlık kazanmasını sağlayabilir (birinci kademe seks hizmeti veya örgün ve yaygın eğitim de denebilir.

Evinizde, kulüplerde ve diğer mekânlarda bol bol görünüp, unutulmamak.

Sevebilmek ve sayabilmek...

İşte bu sabaha karşı aklıma gelenler.

Denebilir ki, hakın nabzını sürekli olarak tutmak ve bilhassa şoförlerin iddialarını dinlemek en zekicesidir...

Tabii, çingeneleri yâni Romanları da unutmama gerek.

Ne de olsa, hapishânelerin yarısı onlarla, yarısı Doğulularla dolu deniyor

Kalın sağlıcakla...

Mehmet Kerem Doksat - Tarabya - 19.02.2015 - Umutlu Omak İstediğim Zamanlar

HAYATTA MISIN?

$
0
0

Yaşayabiliyor musun?

Hani nefes alabiliyor musun? Her neye inanıyorsan inan, her ne senin için kutsalsa, ona şükredebiliyor musun?

Soluk alabiliyor musun veya kim ne derse desin, akciğerlerini şişirebiliyor musun?

Bunu yaparken de şöyle bir gerinip, falanca veya filanca yaştayım demeksizin, hâlâ hayatta olduğunu fark edebiliyor musun?

İşte yolun başındasın dostum.


Unutma ki her şeyin başı önce hayatta kalabilmek ve nefes alabilmektedir.

Yaşamanın verdiği hazzı yaşamanın ve bundan dolayı da bir “oh” diyebiliyor olmanın değerinin farkında mısın?

Neden, niçin, nasıl filân demeksizin, sırf varolduğunu fark edebildiğinden dolayı içinde bir sevgi ve yaşayan, yaşamayan ve hayatın tadını almaya programlanmış her şey veya kişi, nesne için haz duyabiliyor musun?

Yahut kendini aşırıya kaçmaksızın kendini sorguladığında, huzurla nefes alabildiğinde, ölüm hâlâ kapını çalmadığı için umutlu musun?

Damarlarındaki kan hâlâ akmakta mı ve sen de bunun farkında mısın?

Eğer uğruna kendini feda edip, uğrunda maddi manevi her şeyi feda edebilecek kadar vaktin ve nakdin varsa...

Bir bakım evinde veya huzur evinde, kimsesizler mezarlığında son bulamayacaksa ömrün, gereken hazırlıkları yaptın mı?

Sokrates kadar sorgulayıcı, Marks kadar münkir veya Popper gibi kafan karışık olsa dahi…

Düşünmekle var olmak aynı şeydir sanmakta isen hâlâ Descartes kıvamında…

Hele bir de ayarlayabildiysen kefen paranı. Kimselere aman diyemeyecek kadar sağlama almışsan arkanı.

Artık hayatına bir format atmanın, şekil vermenin zamanıdır dostum…

Önce bunların olmazsa olmazlarını (sine qua non) bir özetleyelim:

1.  Tedbirli olmak

2.  Borç takmamak, mevcutsa da vefat öncesi ödemekte iyiysen

3.  Yarın ölecekmiş gibi burası, hiç gitmeyecekmiş gibi orası için çabalayabiliyorsan...

4.  Hayatının bilhassa yaşlılık dönemlerinde ihtiyar (düşünen ve fikirlerine hürmet edilip danışılan birisi) olabilmişsen...

5.  Tevzi edebilmişsen emeğini vârislerin arasında vasiyetinde...

6.  İster bir mozolede yakılacak, ister câmide son duan yapılacak, isterse de havra da yahut bir mezranın kuytu köşesinde toprakla / suyla buluşacaksanız.

7.  Kısacası dostum, ölümsüz olmayı eserlerinle garantiye alabilmişsen…

İşte şimdi sarabiliriz filmi en başa…

***

Sor şunları dostum:

Bir kere, ebeveynini sen mi seçtin?

Planlı ve programlı bir evliliğin mi ürünüsün yoksa evlâtlık mı alınmışsın?

Acaba bir sperm bankasından döl alınarak üretilmişsen ve herkesin beyaz olduğu bir ailedeki tek zenci sen misin?

Bütün bunlara rağmen atılmışsan hayat mücadelesine…

İtibar ve sosyal statünden bağımsız olarak, birey olabilmişsen veya bunun için çabalayacaksan...

Seninle dalga geçen, aşağılayan yahut methedenler arasında bir elmas gibi başın dik dolaşabileceksen,

Kendini aşmak için de emeğini azami derecede kullanabiliyorsan…

İnsansın!

Haydi, çıkalım yola beraberce…

***

Bir yerlerde dünyaya gözlerini açtın; farz edelim ki bu bir doğumhâneydi ve ebenin teki popona şaplak atarken, yorgun bir tabip seni çıkardı, uykulu bir çocuk hekimi de “Apgar …” dedi.

Hımmm…

Belki de prematüre idin yahut sezaryenle terk ediverdin ananın rahmini.

Sonuç olarak artık doğdun bir şekilde ve yaşayamaya devam etmek zorundasın.

Irkını, tanı, milletini ve inançlarını sen tayin etmemiştin başlarda ama zamanla bu irade eline geçecek ve baş kaldırabilen veya munis birisi olmak sana kalacak ve hayatın kendine yatırım yapmakla, kendini aşmakla geçmek zorunda kalacak.

Bir kere hep yalnızsın, bunu bil.

Felsefedeki mutlak-bencilik denen solipsizm değil kastımız; Hakikat yolculuğundaki her kararında ve aşamada, en son karar mercisi sen olacaksın, unutma!

İnsan doğarken ağlar, bu doğru ama tamamen reflekstir ve ağlamasan akciğerlerin havayla dolamaz, birikmiş sümük ve diğer artıkları atamazdın.

Demem o ki, bu romantizm henüz senin şuur sathında değildir ama ebeveynine, aile efradına çok şirin gelir.

Genellikle kutsanırsın bir şekilde; hangi dine veya inanca dair olduğu da senin elinde olmamıştır.

Artık kişisel evrimindeki seyahat başlamıştır.

Eğer etrafta bakıp öğrenecek liderler yoksa (bunlara alfa dominant gibi isimler verilir), yapayalnız ve şaşkın bir maymundan yahut bir kurt çocuktan başka bir şey olamayacaksın.

Dünyada çok örneği var bunların.

***

Daha annenin rahmindeyken başlarsın görmeye ve işitmeye. Bu dönemde sana Mozart’ın huzur verici şarkıları, Sufi müziği dinletilirse ve ebeveynin seninle muhabbete daha o zamanlar başlarsa.

Evet, doğru okudun dostum. Eğer daha rahimdeyken seninle konuşup şakalaşırlarsa, annen ve baban sana huzur verecek hormonları plasenta denen rahim eşi tarafından yollayabildiyse, daha zeki ve hazırlıklı geleceksin bu âleme…

Buna İntrauterin Evre (Dönem) denir.

Sonra da belki de en büyük travmalarından biri gelecektir: Doğum. Hep çekeceksin hasretini ana rahminin ama bunun şuurunda olmayacaksın. Bu da bir travma aslında tıpkı Otto Rank'ın işaret ettiği gibi.

Önce kakanı ve çişini tutmayı öğrenmelisin; yaş doğumdan sonraki ilk bir-bir buçuk sene. Anal Dönem yâni hayatın ilk evresi!

Hiç merak etme; eğer apartmanda yaşamışsan, mutlaka kakanla halıyı boyamışsındır kahkahalar atarak. Mahcup olamayasın diye ailen bahsetmemiş olabilir ama sorarsan gülmekten kırılarak anlatacaklardır.

Neyse, vakti geldiğinde başlayacaksın her bir şeyi ağzına sokup tanımaya.

Buna Oral Dönem denir.

Ağzın en büyük haz organındır ve her bir nesneyi ağzına sokarsın tanımak için.

Her bir şeyi tanımaya çalışmaktasın henüz ve emeklemen de bunu takip edecektir...

Nefes alabiliyor musun?

Her neye inanıyorsan inan, her ne senin için kutsalsa, ona şükredebiliyor musun?

Soluk alabiliyor musun veya kim ne derse desin, akciğerlerini şişirebiliyor musun?

Bunu yaparken de şöyle bir gerinip, falanca veya filanca yaştayım demeksizin, hâlâ hayatta olduğunu fark edebiliyor musun?

İşte yolun başındasın dostum.

Unutma ki her şeyin başı önce hayatta kalabilmek ve nefes alabilmektedir.

Yaşamanın verdiği hazzı yaşamanın ve bundan dolayı da bir “oh” diyebiliyor olmanın değerinin farkında mısın?

Neden, niçin, nasıl filân demeksizin, sırf varolduğunu fark edebildiğinden dolayı içinde bir sevgi ve yaşayan, yaşamayan ve hayatın tadını almaya programlanmış her şey veya kişi, nesne için haz duyabiliyor musun?

Yâhut kendini aşırıya kaçmaksızın kendini sorguladığında, huzurla nefes alabildiğinde, ölüm hâlâ kapını çalmadığı için umutlu musun?

Damarlarındaki kan hâlâ akmakta mı ve sen de bunun farkında mısın?

Eğer uğruna kendini feda edip, uğrunda maddi manevi her şeyi feda edebilecek kadar vaktin ve nakdin varsa...

Bir bakım yahut huzur evinde, kimsesizler mezarlığında son bulamayacaksa ömrün, gereken hazırlıkları yaptın mı?

Sokrates kadar sorgulayıcı, Marks kadar münkir veya Popper gibi kafan karışık olsa dahi…

Düşünmekle var olmak aynı şeydir sanmakta isen hâlâ Descartes kıvamında…

Hele bir de ayarlayabilmişsen kefen paranı. Kimselere aman diyemeyecek kadar sağlama almışsan arkanı.

Artık hayatına bir format atmanın, şekil vermenin zamanıdır dostum…

Önce bunların olmazsa olmazlarını (sine qua non) bir özetleyelim:

1   Tedbirli olmak,

2.  Borç takmamak, mevcutsa da vefat öncesi ödemek,

3.  Yarın ölecekmiş gibi burası, hiç gitmeyecekmiş gibi orası için çabalayabilmek şiarın olmuşsa!

4.  Hayatının bilhassa yaşlılık dönemlerinde ihtiyar (düşünen ve fikirlerine hürmet edilip danışılan) birisi olabilmişsen,

5.  Tevzi edebilmişsen emeğini vârislerin arasında vasiyetinde,

6.  İster bir mozolede yakılacak, ster câmide son duan yapılacak, isterse de havra da yahut bir mezranın kuytu köşesinde toprakla / suyla buluşacaksan,

7.  Kısacası dostum, ölümsüz olmayı eserlerinle garantiye alabilmişsen…

İşte şimdi sarabiliriz filmi en başa…

***

Bir kere, ebeveynini sen mi seçtin?

Planlı ve programlı bir evliliğin mi ürünüsün yoksa evlâtlık mı alınmışsın?

Acaba bir sperm bankasından döl alınarak üretilmişsen ve herkesin beyaz olduğu bir ailedeki tek zenci sen misin?

Bütün bunlara rağmen atılmışsan hayat mücadelesine…

İtibar ve sosyal statünden bağımsız olarak, birey olabilmişsen veya bunun için çabalayacaksan...

Seninle dalga geçen, aşağılayan yahut methedenler arasında bir elmas gibi başın dik dolaşabileceksen,

Kendini aşmak için de emeğini azami derecede kullanabiliyorsan…

İnsansın!

Haydi, çıkalım yola beraberce…

***

Bir yerlerde dünyaya gözlerini açtın; farz edelim ki bu bir doğumhaneydi ve ebenin teki popona şaplak atarken, yorgun bir tabip seni çıkardı, uykulu bir çocuk hekimi de “Apgar …” dedi.

Hımmm…

Belki de prematüreydin yahut sezaryenle terk ediverdin ananın rahmini.

Sonuç olarak artık doğdun bir şekilde ve yaşaya devam etmek zorundasın.

Irkını, ten rengini, milletini ve inançlarını sen tayin etmemiştin başlarda ama zamanla bu irade eline geçecek ve baş kaldırabilen veya munis birisi olmak sana kalacak ve hayatın kendine yatırım yapmakla, kendini aşmakla geçmek zorunda kalacak.

Bir kere hep yalnızsın, bunu bil.

Felsefedeki mutlak-bencilik denen solipsizm değil kastımız; Hakikat yolculuğundaki her kararında ve aşamada, en son karar mercisi sen olacaksın, unutma!

İnsan doğarken ağlar, bu doğru ama tamamen reflekstir ve ağlamasan akciğerlerin havayla dolamaz, birikmiş sümük ve diğer artıkları atamazdın.

Demem o ki, bu romantizm henüz senin şuur sathında değildir ama ebeveynine, aile efradına çok şirin gelir.

Genellikle kutsanırsın bir şekilde; hangi dine veya inanca dair olduğu da senin elinde olmamıştır.

Artık kişisel evrimindeki seyahat başlamıştır.

Eğer etrafta bakıp öğrenecek liderler yoksa (bunlara alfa dominant gibi isimler verilir), yapayalnız ve şaşkın bir maymundan yahut bir kurt çocuktan başka bir şey olamayacaksındır. Dünyada çok örneği var bunların.

***

Daha annenin rahmindeyken başlarsın görmeye ve işitmeye. Bu dönemde huzurlasana Mozart’ın huzur verici şarkıları, Sufi Müziği dinletilirse ve ebeveynin seninle muhabbete daha o zamanlar başlarsa.

Evet, doğru okudun dostum. Eğer daha rahimdeyken seninle konuşup şakalaşırlarsa, annen ve baban sana huzur verecek hormonları plasenta denen rahim eşi tarafından yollayabildi ise, daha zeki ve hazırlıklı geleceksin bu âleme…

Buna İntrauterin Evre (Dönem) denir.

Sonra da belki de en büyük travmalarından biri gelecektir: Doğum. Hep çekeceksin hasretini ana rahminin ama bunun şuurunda olmayacaksın.

Önce kakanı ve çişini tutmayı öğrenmelisin; yaş doğumdan sonraki ilk bir-bir buçuk sene. Anal Dönem yâni hayatın ilk evresi!

Hiç merak etme; eğer apartmanda yaşamışsan, mutlaka kakanla halıyı boyamışsındır kahkahalar atarak. Mahcup olamayasın diye ailen bahsetmemiş olabilir ama sorarsan gülmekten kırılarak anlatacaklardır.

Neyse, vakti geldiğinde başlayacaksın her bir şeyi ağzına sokup tanımaya.

Buna Oral Dönem denir.

Ağzın en büyük haz organındır ve her bir nesneyi ağzına sokarsın tanımak için.

Her bir şeyi tanımaya çalışmaktasın henüz ve emeklemen de bunu takip edecektir...

Hâlâ bir daktilon veya taş plakları çalabilen bir gramofonun var mı -ki cızır cızır da olsa- dinleyebilsen Safiye Ayla'yı?

Münir Nurettin’den (Kahveci Güzeli rumuzlu) Kalamış'ı dinleyebiliyor musun nostalji için?

 

Atatürk’ü put değil, büyük bir lider olarak hâlâ hatırlayıp, saygıyla anabiliyor musun?


Evlât acısı çekenlere kahrolsan da, sen bunu tatmadığın için şükredebiliyor musun?

Hâlâ erkenden kalkıp güne başlayabiliyor ve işine gidebiliyor musun, kaç yaşında olduğuna aldırış dahi etmeden...

Medyada hâlâ her gün baş gösterenlerin bunu nasıl başardıklarını hiç takıntı yapmadan...

Cinsel hayatının sırlarını açıklamaksızın, hâlâ sürdürebiliyorsan.

İnadına işine gidip, vatanını da terk etmiyorsan!

Gitsen dahi yâdellere, unutmamayı başarabiliyorsun ülkeni, insanını, halkını...

En büyük hediye olan beynini kullanabiliyor musun ve çok da huzurla bekleyebiliyor musun ölmeyi, daha ona çok vakit de varken...

Ortalarda gözükmekten kormadan dostlarını veya akrabalarını ziyaret edebilecek misin?

Tabii ki edeceksin çünkü daha vakit çok erken bu dünyadan göçmek ve gitmek için.

İstediği kadar tabiat olayları olsun, nehirler kabarsın veya gökyüzünde şimşekler çaksın, çalışabiliyor musun sana bahşedilmiş en güzel şeyi, yâni muhitini ve onunla başa çıkabilecek beynini...

Yeni muhabbetlere açık mısın mütemadiyen ve hiç bıkmaksızın?

Unutma ki dost zaten vardır ama çevre bir şekilde kurulur. İtibar ve şan şöhret tantanası içine düşmeksizin çıkabilecek misin insan içine? 

Klavyenin veya kaleminin kudretini kimselerin emrine vermeksizin, durabiliyor musun dimdik ayakta?

Kongrelerde, dünyanın her bir yerinde kendini de, sevdiklerini de görmeye devam edebilecek misin?

İçerken ölçülü, severken sevdalı, mahcubiyetin makûl sınırlarında kalarak koşturabiliyor musun barlarda gece kulüplerinde veya en şöhretli şarkıcı, türkücü veya şov dünyasının tanınmış kişilerinin yanında boy gösterebiliyor musun? 

Üniversitenin "evrensel adam yetiştiren merkez" olduğunun farkında olarak, devam edecek misin sabırla, inatla hâttâ bitmek tükenmek bilmez bir enerjiyle?

E-maillerini okuyup, onlara cevap yazabiliyor musun ve bunun saadetini sosyal bir hayvan olmaktan da öte, sosyabilitesi en üst düzeyde evrimleşmiş insan, yâni bir Homo Sapiens Sapiens olarak dimdik durabiliyor musun kâinatın her zerresinde?

Telefonlarına cevap vermeyenlere küsmeksizin, önce sen arayıp gönül alabiliyor ve bundan gocunmamayı başarabiliyor musun? 

Bakarsın senin Beykent'te veya başka bir yerde jüri üyesi olup, doğmuşsun tekrardan akademik hayatın içine.

Fena mı olur arkadaşım.

Bir kapı kapanırken mutlaka yenisi de açılır.

Ne der Amerikalılar? "Asla bıkma ve tekrar, tekrar başla ama "don't shoot before asking why": Ne olduğunu bilmeden ateş etme!

Bakarsın attığın kurşun dönüp obüs gibi döner sana!

Sen, bir insan yâni Âdemoğlu olarak, kendini aşmaya mecbur hâttâ mahkûm olan tek varlıksın. En yakın filogenetik ve ontogenetik akrabaların dahi bu açıdan yeterli değildir.

Amaca yönelik konuşabilen ve Afrika'dan göç ettiğinden beri yaratarak uzaya da, yıldız kümelerine de, ta Andromeda Galaksisine kadar ışık ışınlarıyla ulaşabilen, Stephan Hawking'in söylediklerini dahi tartışabilen (aklıma Can Dostum Alper Kaya geldi, selâm olsun İzmir'e) bir konuma gelebiliyor ve kitaplar yazabiliyorsan...

Kütüphâneni herkese açabiliyorsan sebil gibi ama ancak lâyık olanlara tevzi edebiliyorsan malûmatını...

Kitaplığında Saidi Nursi'nin de, Eric Kandel'in de cilt cilt kitapları bekliyorsa onlardan feyiz olmayı arzu edenleri...

Burası hem benim Tarabya'daki yuvam, hem de bütün dünyaya açılan sevgi ve bilgi rahmim.

İnsanın gönül kâbesi evidir ama havsalası her şeydir, bunun da sınırı yoktur!

Kızının (benimki Cânan malûm) mürüvvetini görmeye, oğlunun düğününde horon tepmeye hasretle bakabiliyorsak muhteşemdir çünkü evlât sevgisi gibisi yoktur!

 

Elbet bütün canlar da, cânanlar evlenir, düğünleri yapılır ve misafirler çağrılır.

Sen de kararlı mısın bu hususta?

Spor yapıp fit yâni sağlıklı kalabiliyor musun yaş baş demeden ve ısrarla?

Bunun için de yaşlanmak değil, "yaş almak" diyebiliyor musun aktif ve dinamik olarak?

Virüslere karşı neden hâlâ ilaç keşfedilemediğini ve nezleyi izah edebiliyor musun?

Nişantaşı - İzmir -  Yabancı ülkeler, Berlin hâttâ Amsterdam gibi pek çok seyahate çıkabiliyor musun?

Nafakanı taştan çıkarmak için inadına tekrar çalışmaya gelip, işinin başına oturabiliyor musun?

Birileri sana , ona veya buna ".... sene ömrün kaldı" dese (çok olur ya yerli eski filmlerde), hemen inanmamayı başarabiliyor musun?

Bütün kovboyların iyi, Kızılderililerin ise kötü olamayacağının farkında mısın?

Bütün medyayı sürekli olarak takip edip, politik ve diğer haberleri izleyebiliyor ve bunca kargaşaya rağmen ayakta durabildiğinden dolayı "oh" diyebiliyor musun?

Çünkü her tarafta terör, kin ve kan var hâlâ!

Gene de huzur içinde dönebilecek misin yuvana ki yeni dostları ağırlayıp, sarılabilesin yürekten...

Evine dönebilecek misin Şoför İbrahim Bey izin verirse (evin imparatoru oldu vallahi).

Rafi Ağabey de aradı, gitara dönmüş ve pek de güzel icra ediyormuş. Çok sıkıntılı günler geçirdi ama dimdik ayakta Gitarın Mütevâzı Profesörü.

Onu ve ailesini de evde ağırlarız.

Belki Doğan Canku da gelir de, üçlü çalışırız benim emektar gitarlardan biriyle.

İşte herkes böylesine hür ise ve eski dostlarla halvet olabiliyorsa bıkmadan, usanmadan, başka ne istenir ki kaderden veya kedersiz olmak ne demekse, işte ondan?

Hâlâ İnek Şaban rolündeki Kemal Sunal'ı seyredebilmek de keyif. Tanışmıştık ben Şişli'deyken. Bu arada sezgilerimde de epey hareketlilik var, Cimbom'da da...

Keza, sekterliğe ve hakemlerin cinsel yönelimine sövmeden tribüne çıkıp da, bir zamanların aristokrat ve hâlis sporu olan futbolu kalkıp da bir savaş arenasına dönüştürmemeyi başarabiliyor musun? İşte buna  da insanlık denir...

Hele son zamanlardaki iğrenç tezahürat, bir zamanların Lefret'lerinin, aldığı kafa darbeleri ve alkol sebebiyle erken yaşta kaybettiğimiz Metin Oktay'ının ve şükür ki hâlâ hayatta olan ve kekemeliğini de yenerek , gelmiş geçmiş en büyük spiker ve sunucularından Halit Kıvanç'ın içlerini karartmasın ve bu asil sporu.

Ayak topunun kökeni İngiltere'dir ve aslında alt sınıftan gelenlerin kendilerini yükseltebilmelerine imkân tanıyan spordur. Ama sloganlarla tribünleri karartıp, insanları bezdirmeyelim.

Zâten bu gibi kişilerin yaptığı şeyde, Anal Döneme regrese olup, içlerindeki öfkeyi yansıtarak, çoğu işinin gücünün başında olan, bir kısmı da bu işten çok iyi paralar kazanan hakemlere yansıtmalarından başka nedir ki?

Çok küçük yaştan beri Fenerbahçe Spor kulübü Üyesiyim. Metin Âşık, Ali Şen ve daha nicelerinin dönemlerine yetiştim.

Bunlar beyefendi zatlardır ve hepsi de tüccar, iş adamı ve benzeri meslek mensubudur. Fatih Terim'i ta Adana'da oynarkenki zamanından bilirim ve çok akıllı bir kadınla atlayarak bugünlere geldi. Hâlen sergilediği duruş ve mensubiyeti beni hiç bağlamaz ama Jup Derwall'den aldığı kıvılcımı da pek güzel taşıyarak, "duble antrenör" yâhut "hem Millî Takım'n hem de Galatasaray'ın gözdesi olması, reklâmlarda yer alması da tamamen kendi tasarrufudur. O Derwall ki, UEFA'da senelerce bizim millî gururumuzu taşıyan çok önemli bir şahsiyet olmuştur. Tek hüznüm, Türkiye'ye gelen bu yabancı hocaların nedense Türkçe konusunda çekinik kalmaları olmuştur.

Bir zamanların efsanevî Fenerbahçe Teknik Direktörü Didi de öyleydi. Böylesine kalifiye insanların adaptasyonlarını kısmî tutup, bu memleketin lisanına vâkıf olamamamaları da düşündürücü bir husustur. Çünkü, hele günümüzde, bu takımlardan birisinin mensubu olmak, neredeye en üst devlet ricaliyle aynı masada oturmakla eşdeğerdir. nitekim Fatih de bunu cumhurbaşkanı ile pekâlâ gerçekleştirebilmiştir. Pror. Dr. Hamzaoğlu vâsıtasıyla Florance Nightintgale'de gittiğim bir konsültasyonda hem de karısıyla karşılaşmıştık. Darba uğramış bir eski futbolcunun karısını (yapan başkasıydı) konsülte etmeye gittiğimde beni şöyle bir süzdü hanımefendi ve sanırım kilolu olmamdan dolayı pek bir yerlere oturtamamıştı.

Kolay değildir Adana'nın varoşlarından yükselip de bugünleri görmek.

Samimi bir hayranıyım ve telefonla aradığımda hemen olmasa da tanıdı, selâmımı aldı. Acar Baltaş da uzun süre her iki takımın mentörlüğünü yapmıştır.

Benim gençliğimde ta bir aristokrat faâliyeti olan bu sporun günümüzde geldiği yer düşündürücüdür...

Erman Toroğlu ve tıp doktoru arkadaşım Dr. Ahmet Çakar Bey (Gürcü'dür yanlış bilmiyorsam ve tepesi attı mı da çakar gerçekten) nice hakemler hem oynayarak, hem de fiilen bu spora gönül vermişlerdir, yorumcu, futbolcu  olarak...

Keza İzmir'in bağrıdan yetişme, tam bir gönül adamı olan Sayın Mustafa Denizli de ahbaplarım arasındadır. O da çok rahatsızlıklar atlattı ve bugünlere kadar ayakta kalmayı bildi.

Meselâ maça gittiğinde berbat sloganlar atanların yaptığı şey de önce Regresyon (gerileme), sonra Yansıtma (Projeksiyon), akabinde de Saldırganla Özdeşleşip - onu Benimseme Ego savunmalarıdır. Yâni sövdükleri kişi aslında hakem değil, kendi şuurdışlarındaki öfkeli adam veya kadındır. Hele minnacık bebeklerin bu ortamları solumaları, sigara ve duman kirliliğine, küfürlere maruz kalmaları pek hazin bir olgudur.

Yarın öbür gün birileri ölürse ve kan akarsa, bunun sorumlusu kim olacaktır?

Sâdece federasyon mu yoksa devletin idarî mercilerindeki eşhâsın yetersizliği mi?

Seneler önce Sevgili Dostum Mansur Beyazyürek'le beraber Feneryum'daki tribünlerde seyrettiğimiz maçı unutamam. Mansur Beşiktaşlı, ben de Fenerbahçeli. Hava da nasıl karlı. Benim kafamda yün bir atkı, Mansur'da bir kulak örten şapka. Sözüm ona kapalı tribündeydik ama mabadımız donmuştu ve kameralar da bir onu, bir beni gösterip durmuştu.

Muhterem Hocam Prof. Dr. Selçuk Erez'e bir sözüm var. Onu da, Neslim'i de, kızımı ve isteyen diğer dostları da Avni Aker'in o muhteşem havasını solutmak üzere götürmek istiyorum...

Bu arada, Sevgili Celâl Şengör'ün kaleminden çıkma muhteşem bir "Dâhi Atatürk" kitabı neşredildi. tıpkı benim Psikanaliz Yanılgısı gibi o da incecik ama muhtevası dopdolu. İlk fırsatta ben de okuyacak ve bir adet de ben yazacağım.

Biliyorum, piyasada bu konuda âdeta bir stagflasyon var ama yapıcı narsisisizmiyle, olağanüstü dehâsıyla, karizmasıyla, bu Ulu Önder'in psikolojik ve psikiyatrik tahliline ben neden yazmayayım? 

Vamık Volkan'dan ne farkımız var bu anlamda, ikimiz de psikiyatri profesörüyüz. "Neyse o tarzında bir tâne de en kısa zamanda klavyeye almam icap ediyor. Fikri babasına söyleyip bana ileten Merve'ye teşekkür ediyorum.

Tabii ki bu kolay değil ve bol dokümantasyon, kaynakların derlenmesi ve ustaca harmanlanması şart. Yaparım alimallah.

Türkiye'de, onu, "O" demeden, yâni peygamberlik dozunda överek abartmadan yazılacak yeni eserlere çok ihtiyaç var. Rozet Atatürkçülüğü yapmadan ve orada burada hava atmadan yazmak, anlatmak şart bu birkaç asırda bir gelen dâhiyi...

Şimdi kütüphâneme indim.

Önümde Yener Oruç'un yazdığı Atatürk'ün "Fikir Fedaisi" Dr. Reşit Galip kitabı duruyor. Oradan başlayabilirim okumaya...

Zâten yarın Sevgili Atâ Sakmar ve Ailesinin davetlisiyiz. Pazar da kızımın evine gideceğim. Ben de regrese olurum (psikoseksüel gerileme) ve duygulanırım kesin ama bu sefer gözyaşı yasak. Hiçbir evlât babasının göz pınarlarının yeisle dolu görmek istemez. Ha, sevinç ve vuslattan yaşarırsa bilemem. Galiba kayınpeder olacağım bir süre sonra...

Belki bu yaz Doksat'a (Doksato) da gideceğiz Selçuk ve Ömür sâyesinde. Karayolu daha kolaymış. Seneler önce Selânik'e gitmiştim WYETH Firmasının davetlisi olarak ama hüzünlü zamanlardı onlar.

Beni hayatımda ilk evliliğin noktalandığı, sonraki karanlık dönemlerimin başladığı zamanlardı.

Atina'ya sonra da gittim ve hep o birkaç milyonluk mağrur adamların hâlâ Mihali-İdea (Megalo- çok doğru değil) ile dolu olduklarını gördüm.

AB'nin bu "şımarık çocuğunun" başkentinde Eski Liman kısmına giderseniz, Uzo hâttâ rakı, Rembetiko ve Boğaz'dan hicret eden Rumların dostluk dolu sofraları bekler sizi.

Oralarda Türkçe konuşarak rahatlıkla anlaşabiliyordunuz son gittiğimde, sanırım şimdilerde de pek fark olmasa gerek...

YENİ BİR PSİKOTERAPİ YAKLAŞIMI: SEZGİ ODAKLI AKILCI TERAPİ

$
0
0

Psikoterapi, bireylerin duygusal ve davranışsal ve davranışsal sorunlarının çözümünü, ruh sağlıklarının geliştirilmesi ve korunmasını amaçlayan tekniklerin genel adıdır. Psikoterapi her zaman sadece tek tek bireyleri konu almaz, zaman zaman incelenen tüm bir ailenin etkileşimsel meseleleri, zaman zamansa incelenen bir çiftin birbiriyle olan ilişkisindeki bazı sorunların ruh sağlığı temelindeki kökleri olabilir. Ruh-zihin sağlığına dair sorunların psikolojik, toplumsal veya bedensel boyutları olabilir.

Terapi kelimesinin kökeninin Tarabya ile akraba olduğunu da hatırlatalım…

Terim psiko ve terapi formlarından oluşur ki, psiko Yunanca “psukhē” ruh yâni zihinden, terapi ise gene Yunanca therapeia” yâni iyileştirmeden” türemiştir.

Psikoterapi, daha olgun ve uygun bir ruhsal denge sağlamak amacı doğrultusunda zihinsel ve duygusal bozukluk gösteren hastalarla düşünce ve duygu alışverişi kurularak yürütülen bir tedavi bilim ve sanatıdır. Psikiyatrlar, Klinik Psikologlar, Psikolojik Danışmanlar ve Sosyal Hizmet Uzmanları psikoterapi yaparlar.

Çok genel bir başlık altında söylemek gerekirse, duygusal çatışmaları çözümleyen, bu çatışmalardan doğan kaygı (anksiyete) ve gerginlikleri (tension), çökkünlükleri (depresyon vs.) azaltan, psişik intibak (uyum) düzeyini artıran, kişilerarası ilişkileri daha olgunlaştıran bütün teknik ve yöntemlere psikoterapi denilebilir.

Psikoterapi sürecinde terapist ile danışan arasında kurulan ilişki temel alınarak danışanın yaşadığı sorunlar üzerinde çalışılır. Sadece psikolojik rahatsızlık yaşayan kişiler değil, hayatının herhangi bir alanında tıkanıklık yaşadığını hisseden ve yaşamını daha anlamlı bir şekilde sürdürmek isteyen herkes psikoterapi sürecine girebilir. Psikoterapi, terapistin danışan adına neyin doğru olduğuna karar vermesi yâhut nasıl değişeceğini söylemesi değildir. Psikoterapist kendi kuramsal bilgilerini ve uygulama becerilerini kullanarak; danışanın kendisini tanıması, hayatına dair farkındalıklar yaşaması, daha sağlıklı ilişkiler kurması ve yeni çözüm yolları geliştirebilmesi için danışana ışık tutar.

Yâni, aslında her terapi, sonuç olarak, telkine (eğindirime: suggestion) dayanır.

Psikoterapi Türleri

Bütüncül Psikoterapi: Bütün psikoterapi tekniklerinin hangi hastaya ne zaman uygulanacağını ve bütünü izah etmeye yönelik bu terapi yöntemi farklı teknikleri entegre etmeyi sağlar. Esneklik sağlayan bu model evrensel uygulamalar için de uygundur ve pratiktir.

Dinamik Psikoterapi: Dinamik psikoterapi, yapı taşı olarak Freud’un klasik Dürtü Kuramı ve sonrasında da, Ego Psikolojisi, Nesne İlişkileri, Kendilik Psikolojisi gibi diğer dinamik ekollerle devam etmiştir. Bu ekoller; psikopatolojilerin temelinde kişinin 0-6 yaş arasındaki dönemde yaşadıklarının olduğunu savunur ve Hipnoz, Serbest Çağrışım ve rüyalar yoluyla bunları irdeler (Doksat R, Hipnotizma, Yağmur Yayınları, Kader Basımevi İstanbul 1962). Klasik Psikanalizden çok daha delile-dayalı olarak işe yaradığı gösterilmiştir. 

Bilişsel Psikoterapi: Bilginin işlenmesi sürecinde; temel kabullerdeki hatalardan kaynaklanan işlevi olmayan şematik kavramlar, zamanla olumsuz otomatik düşüncelere dönüşür. Sonuçta ortaya çıkan düşünsel, duygulanım ve davranış bozukluklarının tedavisi, bilişsel psikoterapinin alanına girmektedir. Kognitif Terapi olarak da adlandırılmaktadır.

Şema Terapisi, düşünsel duygulanımcı davranış terapisi de bilişsel terapiden kaynaklanmıştır (Jeffrey Young 1990; H. Alp Karaosmanoğlu, Nihan Azizlerli, Yayına hazırlayan: Cem Çobanlı 2013).

Davranışçı Psikoterapi: Davranışta otomatik modelleme gibi öğrenmeler sonucunda ortaya çıkan bozukluklarda; duyarsızlaştırma, ödüllendirme gibi çeşitli teknikler yoluyla davranış değişikliği veya davranışın frekansında azalma gibi sonuçlar sağlamaya yönelik terapilerdir (Aaron Beck ve Seligman).

Varoluşçu Psikoterapi: Varoluşçu psikoterapi de önemli olan şimdi ve burada kavramlarıdır. Varoluşçular var olma yolunda kişinin en çok üzerinde durduğu 5 soruyu temel alarak bunlar yoluyla psikoterapiyi yapılandırmışlardır

Sistemik Psikoterapi: Palo Alto’dan Paul Watzlawick ve arkadaşlarının 1970’lerde geliştirdiği, matematik sistem teorileri, iletişim teorileri ve aile dizin çalışmalarının temelini oluşturduğu, 10-15 seans süreli ve bir ekip tarafından uygulanan psikoterapi yöntemidir.

Geştalt Psikoterapi Yaklaşımı: 1940’lı yıllarda Fritz Perls, Laura Perls ve Paul Goodman tarafından geliştirilmiş bir psikoterapi yaklaşımıdır. Geştalt kelimesi Almanca’da kendine özgü bir bütünlüğü olan şekil, örüntü anlamına gelmektedir. Bu yaklaşım, her bireyin, doğuştan var olan potansiyellerini açığa çıkarabilme dürtüsüne sahip olduğu görüşünü benimser. Bireyin kendi özelliklerini ve potansiyelini fark edip, buna sahip çıkabilmesini ve kendisini gerçekleştirmesini amaçlar. Meselâ benin çalışmasında da bu model geçerlidir ve 100 milyarlık bu "ıslak sünger: wetware" gibi yapıdaki bütün yapılar figür-fon ilişkisinde vazife görür. Sıkarsanız eğer, tabii ki sembolik olarak, Gama Amino Bütirik Asid gibi bastırıcı ve Aspartat-Glutamat gibi arttırıcı sistemler arasında bir faaliyet vardır. Serotonin (5 HT), Noradrenalin (NA) ve Dopamin (DA) ancak pek az bulunur. Asetil Kolin (Ach) ise korteksten mezolimbikokortal sisteme kadar her yerde mevcuttur)

Psikoterapi Uygulayıcıları

Günümüzde, özellikle Klasik Analitik Psikoterapi denince, hemen önüne gelen herkesin, belli ve çok da pahalı bir eğitimden sonra ancak öğrenebildiği ve genellikle de fazla işe yaramayan bir yaklaşım anlaşılmaktadır. Freud ve arkadaşlarının geliştirdiği bu çağdaş dinin günümüzde pek çok mezheplere büründüğü de gerçektir: Melanie Klein’cılar (iyi meme-kötü meme gibi)… Bunlara Birinci Dalga Terapileri deniyor (Doksat MK, Psikanaliz Yanılgısı, Alter Yayıncılık, 2014; Doksat NG, Anne Babalar İçin Başucu Kitabı: Kusursuz Ebeveynlik Mümkün mü, Sigma Publishing 2014; Textbook of Psychoanalysis, Glen O. Gabbart, Bonnie E. Litowiz, Paul Williams, Washington, DC, 2012).

Transakiyonel Analiz, Oyun Terapisi, bilhassa çocuklarda çok kullanılan Özel Eğitim Terapisi gibi uygulamalar da ülkemizde geliştirilmiştir ver hepsi de hocaların yardımıyla ancak öğrenilebilen şeylerdir.

Bilişsel - Davranışçı: Klinik uygulamalar ve gözlemler psikoterapi süreci içinde, bilişsel-davranışçı yöntemlerin bir arada kullanılmasının etkin sonuçlar ortaya çıkarttığını görünür olarak göstermektedir. Günümüzde sıklıkla bu iki yöntem bir arada kullanılmaktadır (Aaaron Beck ve Seligman).

Davranışı değiştirince biliş (cognition), bilişi değiştirince de davranış (behavior) değişiyor ve bunlar son on senelerin yaklaşımları aslında…

Bahailik’ten esinlenerek kurulan Pozitif Psikoterapi gibi dinsel kökenli yaklaşımlar bizde de mevcut ve derin meditasyon içerisindeyken akla gelen şeylerin farkındalığının sağlanarak, özel bir farkındalık temin ediliyor bu sayede (Rukiye Hayran ve arkadaşları)

Spiritual Psycologhy (Ruhanî psikoloji) gibi teknikler ise bilhassa ABD’de pek yaygındır ve İsa’nın kanının nasıl olup da şaraba dönüşmesi gibi pek ilginç şeylerle uğraşılar ve dergileri de vardır (Javad Nurbaksh 1926: Bir tarikat lideri ve İranlı).

Öte yandan, çok da atlandığını düşündüğümüz bir yön daha var…

C. G. Jung, Derinlikler Psikolojisi Okulunu kurarken, insanoğlunun başlıca bilgi kaynakları arasında şunları saymıştı:

-Hissetme (sensing)

-Feeling (duyumsama)

-Thinking (düşünme)

-Intuition (sezgi)

Günümüzdeki psikoterapilerin tamamı 400’ü geçmekte olup, hepsi de sonuç olarak telkine dayanan uygulamalardır.

Aralarında Özel Farkındalık Terapisi (Mindfullnes Thehapy) gibi terapiler ise 3. Dalga olarak anılıyor (bizde Kültegin Ögel ilgilenmekte).

Meselâ Beethoven’in 5. Senfonisini öylece dinlemek başka, bahsedilen şeyin aslında merhumun sağır olacağını fark ettiği zaman bestelenmiş olduğunu idrak etmek çok farklı.

Çok atlandığını düşündüğümüz bir başka yöntem var ki, onu da biz gündeme getirdik.

Sezgiler, akılcı ve çizgisel düşüncenin ürünü olmayan, tamamen bilinçdışında çalışan ve birisinin başkasını gördü an devreye giren, kişinin özgür iradesini de kullanmaksızın derhâl bir şeyleri kavrayıvermek, anlayıvermek ve bu sayede bilinç süzgecinden geçmekten çok önce devreye giren bilgi edinme yollarıdır. Sezgi daha ilk görüşmenin ilk anlarında devreye girer ve belki de en güvenilir bilgi kaynağını oluşturur.

Tabii ki Sezgi ile Sezinlemeyi (antipication) de ayırmak gerekir. İkincisi bir Ego Savunma Mekanizması iken, birincisi tamamen doğal bir süreçtir ve daha hayatın ilk dönemlerinde (belki intra-uterin fazda yâni doğum öncesinde) dahi mevcuttur.

Bilindiği gibi, ana rahmindeki çocuk daha beşinci aydan itibaren görmeye ve işitmeye başlıyor ve beyni de gereğinden fazla sinir hücresiyle (nöron) ve gliayla (tutkal) zamk bağlantılarıyla dünyaya gelir ve bunlar sinaptik budama ve apoptoz denen programlı kayıplarla azalır.

Örneğin yeni doğan bebeğin annesini tanıması, onun sütüne yönelmesi ve derhâl tanıması gibi eylemler de, hem evrimsel kökenli, hem de psişede derhâl devreye giren yaşantılar olarak bugüne kadar pek dikkate alınmamış literatüre göre.

İşte, hem Sezgilerin, hem de Rasyonel (Akılcı) düşüncenin beraberce ele alındığı ve bu sayede de diğer bilgi kaynaklarının süratle aşılarak, doğrudan bilgiye ulaşıldığı yeni bir yönteme gerek var.

Biz bu yöntemi POLİMED’de uygulamaya başladık. Hastalarımızı yahut danışanlarımızı önce bir koltuğa oturtup, karşı karşıya konuşarak bildiğiniz anamnezi alıyoruz ve önce bir teşhise varıyoruz kabaca…

Daha sonra da hafifçe transa geçmelerini ve meditasyon içerisinde kendilerinden geçmelerini sağlıyoruz. Tabii ki insanların hepsi hipnoza uygun değil (yaklaşık %7 ilâ %14) ama bunu uygulayarak, daha ilk seanstan itibaren, çoğunluğu bilinçdışında, ekserisi ise bilinçte olan sevgilerini anlatmalarını veya not etmelerini –eğer ev ödevi olacaksa) tavsiye ediyoruz. Gene de en iyi uygulama özel muayenehanede oluyor ve hasta / danışan bize bunları kolayca anlatıp, bir rapport (tam terapötik açılma) ve Allience (Terapötik İttifak) kurabiliyor.

Transa giren hasta (ne kadar girebilirse, bazen de bilinci tam açık olarak ve göz göze bakışarak), bize bu ilk izlenimler de diyebileceğimiz sezgilerini anlatıyor. İsterse kendisi veya biz de bunları not olarak saklayabiliyoruz.

Arzu edenlerin seansları da kaydedilebilir ama bu genellikle etik kabul edilmez. Gerçi pek çok hipnoz ve terapi yönteminin kaydedildiğini de farkındayız ama aslında bunlar pek doğru şeyler sayılmaz ama eğitim amacıyla tabii ki Youtube, Daily-Motion gibi mecralara yüklenebilir… Mevcut da!

Daha sonra bu sezgiler üzerinde tartışıyor ve hasta için özel, bizim için ise pek değerli olan bu ilk izlenimleri tedavide kullanıyoruz.

Sezgi ne bir Ego Savunması, ne de bilinçli bir süreç ve daha doğumla beraber devreye girerek, bebeğin kendi annesinin memesini tercih etmesi, ona yönelmesi gibi süreçler başlayabilmekte bu sayede.

Hastanın uzanması veya yatması hiç şart değil. İster yatıp anlatsın, isterse oturarak bahsetsin, hiç fark etmiyor.

Sâdece loş ışıkta ve karşılıklı konuşarak bu bilgileri öğreniyoruz. Tabii ki ileri derecede Zekâ Özürlülerde ve Gelişimsel Bozukluğu olanlarda (Pervasize Developmental Disorders), ağır şizofreni hastalarında, işbirliği kurmaktan kaçınan kişilerde çok dikkatlice kullanmak gerekir.

Sınırda (Borderline) Kişilik de bir sorun oluşturabilir ama şâhit bulundurma, kayıt yapma gibi yöntemlerle bu da aşılabilir.

Bunların not alınması ve belki de en basit hâttâ birincil bilgi kaynağı olan Sezgilerin öğrenilmesi, tedavinin daha ileri aşamaları için de iyi bir rehber ve kaynak oluyor.

Grup terapisi şeklinde de tatbik edilebilirse de, mahremiyet açısından, terapist, gözlemci psikolog ve diğer hekim gibi azami üç kişi tarafından uygulanması en doğrusu.

İlk seanslarda yeterinde transa gir(e)meyenlere, birer Mantra (Om bara ubda hum gibi), ortaklaşa bilinçdışından yaşantıları çıkarıp alabilecekleri mâlzeme sunuyor ve her hipnozda olduğu gibi, evde de kendilerini transa sokmalarını temin ederek seanslara devam edilebiliyor.

Sezgilerin önemine ilk değinen Jung olmakla beraber, Merhum Ayhan Songar’ın Sinir Sistemi Fizyolojisi kitabında bundan ve “Parapsikolojik fenomenlerin Şuur Anlayışı Bakımından Önemi”; 708-871) paranormal fenomenlerden de Rahmetli Pederim Recep Doksat bahsetmişti. Gene Merhum Eniştem Toygar Akman aynı kitaptaki “Modern Fiziğin Getirdiği Realiteler ve Şuur Problemi” bölümünü de yazmıştı (age. 872-939; Songar A, İstanbul. Kader Matbaası, İstanbul 1959).

Buralarda hem sibernetik, hem de akıl almaz boyuttaki telekinezi, telepati ve benzeri fenomenler yazılmıştır.

Bu eserler ancak sahaflardaki birkaç dükkândan ulaşabiliyorsunuz.

Bilindiği gibi, psikiyatriye ve psikolojiye “tanrı” mefhumunu ilk katan kişi, o da aslen hemen hiç kiliseye girmemiş olmasına rağmen, C. G. Jung’dur (26 Temmuz 1875 – 6 Haziran 1961). O bunu bir arketip olarak görmüş ve geçirdiği psikotik ataklardan bilhassa ikincisinde ise Tanrı’yı görmüş ve onunla konuşmuştu.

Youtube’da ağzındaki piposuyla bunu açıkça söylediğini görebilirsiniz.

Neslim’le geliştirdiğimiz bu yaklaşıma biz Akılcı Sezgisel Terapi (Rasyonel Intuitive Therapy) ismini koyduk ve ilk denemeler oldukça başarılı.

Tabii, işbirliği, empati ve tarafsızlık ilkelerinin korunması ve “önce zarar vermeme” düsturu da çok önemli

Bugüne kadar uyguladığımız bütün vakalar memnun.

Bildiğimiz kadarıyla, böyle bir tedavi (terapi) yöntemini ilk biz geliştirmiş oluyoruz.

Mehmet Kerem Doksat, Neslim G. Doksat – 13.02.2015 – Tarabya – Umutlu Günler 

HIZLI TÜKETİM TOPLUMU ve MUTSUZLUK

$
0
0

Mutsuzluk ve Umutsuzluk günümüzün en büyük sorunlarından biri ve buna mutlaka bir çözüm bulunmalı.

Hamaset ve herkesi ilgilendirmeyen medya demeçleri dışında, insanların daha ciddi ve onları gerçekten oyalayacak kadar güçlü uyaranlara ihtiyacı çok.

En sık rastlanan şeylerin başında ise, modernitenin inanları aşırı hızla tüketmesi yatmakta, bunu inkâr etmek mümkün mü?

Her tarafta Yok Mekânlar dediğimiz ve glokalizasyonu (küreyelleşmeyi), dolayısıyla da insanın diğerlerine, hattâ hemen herkese yabancılaştığı büyük havaalanları, hastaneler ve benzeri yerler var.

Eğer buralara yolunuz düşerse –ki mutlaka düşer, kendinizi bir nev’î deja vu yahut jamais vu içerisinde hissedebilirsiniz çünkü hepsi de aynı.

Pek çok medya programındaki eş bulma ve aradaki paravanı kaldırınca “ayol, ne kadar da zenginmişsiniz” şeklinde cevaplar alınmakta.

Mahremiyetin alenen teşhiri demek olan bu tür şeylere iştirak etmenin ve kendini herkesin karşısına, TV ekranlarında âdeta bir metâ gibi sunmanın bir sonuna gelinebilse ne iyi olur.

En yaygın psikiyatrik bozuklukların başında gelen Depresyon –ki %85’i çok iyi tedavi edilebilir ama demoralizasyonla ve Tükenmişlikle (Burned Out) çok sık karışır, 2050 senesinde belki de dünyada en çok ölüm sebebi olan hastalıkların başında olacak…

Çökkünlük ve benzeri hastalıkların (msl. Bipolar Bozukluk yâni Manik Depresif Hastalık) -ki bu konuda ihtisaslaştım Neslim'le beraber veya bozuklukların en berbatı hâttâ “ruh kanseri” de diyebileceğimiz bu illetin sevk ve idaresinde ise hâlâ antidepresanlar başı çekmekte.

Bipolar Bozukluk için hâlâ en güvenilir ilâç Lityum olup, intihardan %40, Maniden %60 korur...

Bunlar arasında trisiklikler (imipramin ve klorimipramin), tetrasiklikler (mianserin), GABA analogları (bastırıcı esas sinirsel-iletici), parsiyel dopamin egoistleri veya antagonistleri (aripiprazol gibi) en başarılı olanları var…

Elektro Konvülsif Terapi en etkili silahların başı ama artık anestezisiz tatbik eden pek az merkez var. Hâlbuki eskiden ev eve dolaşıp iyi de para kazanırdık. Günümüzde ise reanimayon ve âcil müdahale imkânları yoksa veya mevcut değişe, artık kullanılamıyor. Benim her kongrede ve derslerde söylediğim bir şey vardır "Eğer bir gün 'kafayı yersem' bana 3-5 EKT yapın, sonrasını beraber tartışalım" derim.

Gene Ensülin Koma Terapisi, Elektro-Uyku Terapisi (Rus icadıydı) gibi şeyler de unutuldu.

Hâlâ etkili olabilecek usûllerden birisi de “Kimyasal Şok Terapisi” diyebileceğimiz yöntemdir. Hastaya yüksek doz hâlinde antidepresan, antipsikotik, vitaminler ve oligo-elemanlar (Çinko, Magnezyum, Fosfor vs.) muhtevi şeyleri birkaç gün damardan yavaş olarak verirseniz, ortaya çıkacak yarı-ölüm (koma) benzeri hâlden sonra, hasta pırıl pırıl açılır. Merhum Pederim ve Nedim Zenbilci gibi hekimler bunu tatbik ederdi. Bugün de yapılabilir ama hastahâne şartları altında ve bütün âcil müdahale şartları hazır olmak kaydı ile…  

Düşünün ki bir havaalanında veya benzeri bir mekândasınız ve pasaportunuz yahut maddî gücünüz yok!

Pratik açıdan, sonsuza kadar orada kalabilir ve banklara, sedirlere uzanıp,  geçmek bilmeyen zamanı doldurabilmek amacıyla vaktinizi nasıl geçirebileceğinizi şaşırıp, öylece afallayarak kalabilirsiniz.

Medyadaki bu alenen teşhir ve herkesin başka “ötekilerle” sürekli olarak, neredeyse çiftleşmeye hazır azgın Bonobolar gibi, “ötekilerle” tanıştırılması ve parasının, maddî gücünün ve muhitinin sorgulanmasını müteakip, “efendim, falanca beyefendi, filânca bayana (kadın, hanımefendi) tâlip şeklinden arz edilip, Vahşi Kapitalizmin pazarına sunulması da başka bir husus.

İnsanların, kimin yayınladığı veya yaptığından tamamen ayrı ele alırsak, bu tür şeylere itibar etmelerinin amacı ne olabilir?

Tabii ki, tam bir kısır döngü (daire-i fâside) şeklinde, diğerlerinin hizmetine sunulmasına.

Diyelim ki Ahmet Bey ve Ayşe Hanım (uyduruk isimler tabii ki) böyle bir şeye katılmaya tenezzül veya tevessül etti ve kendinin bütün kanallarda –ki buna çanak antenle ulaşılan hemen bütün dünya dâhildir (komşumuz Arap ve Ortadoğu ülkeleri, İran ve diğerleri de dâhildir, bunları seyrettiler ve müracaat etmeye karar verdiler)!

Ne olacak bu işin sonu? Oraların çoğunda Muta Nikâhı denen kepazelik mevcut!

Başka bir örnek vereyim: Bir yerde hapse düştünüz (Silivri meselâ) ve arayanınız soranınız yok…

Kim size el uzatacak yahut da hâl hatır soracak?

En yakın akrabanız yahut hemşehriniz dahi bir müddet sonra bıkmaya ve arayıp sormaktan kaçınmaya başlamaz mı?

Diyelim ki tâlibiniz çıktı ve pek de memnun oldunuz…

Acaba Arap mı, Acem mi, Suriyeli bir mülteci mi yoksa bir cingâne (Roman, Çingene) mi belli değil.

Malûm, bence vatanımız bir mozaik değil, aşuredir ve Millet (Ulus) olarak çok zengin bir etnisiteye sâhibiz.

Bütün bunların hepimizde husûle getirdiği (ben lehçe-i Lugat-i Osmaniye’yi hâlâ tercihan kullanmaktayım (çünkü tababette ve hukukta, bütün arılık-duruluk çabalarına rağmen, hâlâ bu Selçuklu – Osmanlı – Türk sentezinin teşkil ettiği lisan muteberdir) bu dili (lisanı) kullanmayı da unutursak, “Hâfıza-i beşer nisyanla mâlûldür" misali, bir koskoca Dîvan Edebiyatını veya Osmanlı Türk Musikîsini nasıl anlayabiliriz veya öğretebiliriz?

Meselâ Atatürk’ün en sevdiği eserlerden birisi ola, Merhum Dedem Giriftzen Âsım Bey’in meşhur şarkısı, anlayana göre, bir porno şâheseridir: (Sevgilimin yatak odasına girdim, öyle bir perişanlığını gördüm ki, kendi derdimi unuttum ama sonra da dudaklarımla vücudunda gizlenen şeyleri toparladım vs). Ama sembolik olarak alırsanız, nefsanî aşkın, ruhanî olana delâlet ettiğine hükmedebilirsiniz.

Yûnus Emre’nin öylesine mısraları vardır ki, bunları değme arı - durucu dahi anlayamaz:

Çağırayım Mevlâ’m Seni

Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni

Sular dibinde mâhiyle
Sahralarda âhû ile
Abdal olup yâhû ile
Çağırayım Mevlâm seni

Gökyüzünde İsâ ile
Tûr dağında Mûsâ ile
Elimdeki asâ ile
Çağırayım Mevlâm seni

Derdi öküş Eyyûb ile
Gözü yaşlı Ya’kûb ile
Ol Muhammed mahbûb ile
Çağırayım Mevlâm seni

Bilmişim dünya halini
Terk ettim kıyl ü kâlini
Baş açık ayak yalını
Çağırayım Mevlâm seni

Yûnus okur diller ile
Ol kumru bülbüller ile
Hakkı seven kullar ile
Çağırayım Mevlâm seni

Bunları başka nasıl anlayabilir veya öğretebiliriz şimdiki nesillere (sevmediğim bir tâbir olan “kuşaklara”, çünkü çağrışımı belden aşağı; nesil daha hoş gelir bana”). Kerhen de olsa kullanıyoruz hepimiz çünkü bir galat-ı meşhur oldu…

Bu da hoş ama otatatik hâli daha câzip...

Yâni her yazıp çizdiği Sarı Çiçek’teki kadar kolay anlaşılır değildir.

Aynı şey Mesnevî için de geçerlidir ve öylesine inanılmaz ayrıntıyla doludur ki, eğer sansürsüz tercümelerinden kıraat ederseniz, akla hayâle sığmaz gibi gözükebilecek örneklerle, meselâ hayvanlarla cinsî münasebetten bahseden şeylere rastlayabilirsiniz, çünkü bunlar ibret teşkil etsin diye o dönemde (tabii ki Arapça veya bâzen Farısî, yâni Acemce) kaleme alınmış menkıbelerdir. Merak edenler http://www.erimsever.com/hikayeMesnevi.htm#7 mekânına bakabilirler ama bu da çok yetersiz tabii…

Bu gibi gönül erenlerinin hemen hepsi Alevî ve Bektaşî menşeli (kökenli) olup, Merhum Gazi Mustafa Kemâl’in de mensubiyetinin bu tarikte olduğu ama namazını ve duasını hiç eksik etmediği günümüzde dahi pekâlâ bilinmektedir,

Yâni imansız değildi ama Hasan Âli Yücel, Ziya Gökalp (ki Kürt’tü ama Turancılığın da kurucusuydu).

Bir başka trajikomik örnek de, Merhum Gazi’nin bir gece radyo dinlerken, efkârlanıp da “kapatın şunu” demesinden sonra, senelerce öz musikîmizin men edilmesidir.

Hâlbuki Safiye Ayla gibi o dönemin büyük icracıları hemen her gece huzura çıkar ve bunları icra edermiş…

Bu “ilga’” işini yapan da, hiç tanımadığı büyük büyük Dayım imiş; dokümanı Murat Bardakçı’nın evinde mevcut. Yapan da, işi mübalağa ile ciddiye alan Musa Süreyya Bey’miş meğer! Bana ailem hiç bahsetmemişti ve evine gittiğimde öğrendim…

Onun makalesinden nakledeyim: Atatürk’ün Alaturka (Türk usulü) musikî yasağıönceki gece yaptığımız Tarihin Arka Odası’na” gelen izleyici sorularından biri, Atatürk’ün Türk Müziği’ni bir dönem yasaklattığı yolundaki söylentilerin doğru olup olmadığı idi. Programda konunun söylenti değil, hakikat olduğunu anlattım ve Atatürk döneminde bu konuda iki ayrı yasak olduğundan bahsettim. Daha sonra bu konuda Atatürk gibi Türk Müziğini seven bir kişi bu müziği nasıl yasaklar” meâlinde bir hayli mesaj geldi. Musikî çevrelerinde çok iyi bilinen ama ayrıntıları eskilerin tabiriyle umuma malûm olmayan bu yasağın, daha doğrusu yasakların nasıl konduğunu kısaca anlatayım: 1926'da, İstanbul’daki Sarayburnu Parkı’nda dinleyicilerinin arasında Reisicumhur Mustafa Kemâl’in de bulunduğu bir konser vardır ve konsere Mısır’ın o senelerdeki meşhur hanım seslerinden olan Müniretü’l-Mehdiyye de katılmaktadır. Mısırlılardan sonra sıra Rebâbî Mustafa Bey’in çalıştırdığı Eyüplü gençlere gelir, onların da programlarını tamamlamalarından sonra Mustafa Kemâl, bir konuşma yapar ve “burada icra edilen musikî, yüz ağartıcı olmaktan uzaktır” der. O günler inkılâp günleridir ve ortalığı birden bir “musikî inkilâbı” tartışması kaplar. Tartışmalar birkaç gün içerisinde resmiyet kazanır ve zamanın “Maarif Vekâleti Sanayi-i Nefise Encümeni” yâni “Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Komisyonu”, resmî belgelerde “Alaturka” diye geçen Tük Müziği'nin eğitiminin yasaklanmasına karar verir. Resmî açıklama, kararı Tâlim ve Terbiye Heyeti’nin de kabûl etmesinden sonra yapılır. Karara göre biri Ankara’da, diğeri de İstanbul’da olmak üzere iki yeni konservatuvar kurulacak ve bu okullarda sadece Batı Müziği öğretilecektir. İstanbul Belediyesi'ne ait olan “Dârülelhan’ın” Alaturka kısmı bir “icra heyeti” halini alacak, resmî şekilde alaturka öğretimi yapılmayacak, Dârülelhan’ın bünyesindeki bir komisyon da sadece ilmî çalışmalarda bulunacaktır. Kararı, 1926’nın 25 Ekim’inde o sırada İstanbul Valisi olan Muhittin Üstündağ açıklar. Haberi, gazeteler de “Alaturka musikîye elveda! Resmî müesseselerde alaturka musiki ilga' edildi, artık bu musikîden tarih derslerinde bahis olunacaktır” gibi başlıklarla verirler. İlk “Alaturka Musiki yasağı”, işte böyle konmuş ve yasak tam 50 sene boyunca, Süleyman Demirel’in meşhur “Milliyetçi Cephe” hükûmetinin İstanbul’da 1976’da bir Türk Müziği Konservatuvarı açmasına kadar titizlikle uygulanmıştır. Diğer yasak ise, 1934 yılında Atatürk’ün Meclis’i açış konuşmasında musikîden bahsetmesinden hemen sonra gelir, sekiz ay devam eder ve bu müddet zarfında radyolarda alaturkanın icrası yasaklanır. Ancak bu yasak resmî şekilde değil, bir bakanın sözlü talimatıyla konmuş ve daha sonra bizzat Atatürk'ün emriyle kaldırılmıştır. Resmî yazışmaları bir tarafa bırakalım, o günlerin gazete kolleksiyonlarında bile yasaklar hakkında dünya kadar haberin çıkmış olmasına rağmen, konu bugüne kadar maalesef ciddî şekilde araştırılmadı, sosyal hayatımızdaki etkileri hiçbir şekilde ele alınmadı ve hadise bazı söylentilerden ibaret kaldı. Bu gazete haberlerinden birini, hâttâ en önemlisini, bu köşede yayınlıyorum: İstanbul Valisi Muhiddin Bey, 1926 Ekim'inde “Alaturka musiki ilga' edildi” diyor. Musikî nasıl “ilga'” edilirse (02.02.2010, Habertürk)...

***

Murat çok haklı, olmadı ve tutmadı bu yasak, sansür.

Günümüzde, Alâeddin Yavaşça gibi pek çok üstat bunun zirvesindeler.

Ben kendisini, eski asistanlarımdan ve Türk Musikîsinde de ustalaşan Adnan Çoban sayesinde ve medyada dinledim, seyrettim. Bu dâhi evlâdımız, eğer benim müdahalem olmasaydı, belki psikiyatriyi de bırakabilirdi. Şimdilerde şirketleşti arkadaşlarıyla ve pek güzel şeyler yapmakta…

Kendisinin şimdiki hâlini http://www.adnancoban.com.tr/biyografi.html adresinden okuyabilirsiniz...

Bekir Sıdkı Sezgin’i sâdece bir kere İstanbul’daki bir vapur seyahatinde görmüş ve kendimi tanıttığımda da büyük hürmet göstermişti. Onu da mel’ûn sigara iptilâsı aldı bizden!


Şimdilerde epey gazelhan ve tekkelerden çıkan (her ne kadar yasaklanmışsa da, fiilen mevcutlar) kişi yanı sıra, konservatuvar mezunu pek çok icracı da bunlardandır.

Yeşim Salkım da konservatuvar mezunudur ve istediği vakit çok güzel Alaturka icra eder…

Bundan sonrası için de en umutlu olduğum şeylerden birisi, hızlı tüketim ve zorla hâlis musikimizi polifonize (çoksesli) etmeye zorlamadan, aynen muhafaza edilmesi ve böyle öğretilmesi.

Bizim musikimizdeki koma sesleri (1/9'luk nüansları) sâdece Flamenko'da ve Ortodokslar, Musevîler gibi cemaatlerin  gibi ilâhilerinde görebilir, dinleyebilirsiniz...

Yoksa mutsuzluk ve umutsuzluğa daha da kapılırız.

Gene bu "eş bulma" programlarına da (kimiz yaptığından bağımsız olarak) RTÜK bir el atsa iyi olabilir kanaatindeyim...

İstikbâl bizi çok daha güzel, yasaksız ve baskısız günlere taşısın dileğimle...

Geçmiş "Sevgililer Günü" de herkese kutlu olsun.

Mehmet Kerem Doksat - Tarabya - İstanbul - 15.02.2015

 

KISA ÖYKÜ

$
0
0

Çok sevinçliydi Genç Yarbay,

Ne de olsa kızın babası, çok zengin bir armatör olan Hulûsi Bey, kızını Genç Yarbay'a verecekti.

Genç Damat Adayı öylesine heyecanlıydı ki, henüz terhis olmasına da az olmasına rağmen çoktan abayı yakmış ver âşık da olmuştu.

Damat Adayı  ve ekibi geminin kıç tarafıyla bodoslamadan yanaştılar ünlü armatörün yatına.

Armatör çok zengin bir adamdı ve kızı da hemencecik vermeye hiç niyetli değildi.

Ha, hikâyenin geçtiği yer Ege Sahillerindeydi ve bu adam da çok muhteris bir âşıktı.

Ne yapsın genç adam, ikinci el aldıkları BMW’de hemen bütün ailesini kaybetmişti ve bunun için yapabileceği bir şey de yoktu.

 

Ailesinin tamamı da trafik kazasında vefat ettiğinden olacak, alkollü içkilere de hemen hiç merakı yoktu ama bütün amacı, hâttâ emeli de âşık olduğu güzel kadına kavuşmaktı.

Ne yapabilirdi, memleket kan, ateş, Molotof ve barut kokuyordu ama hayat da devam ediyordu.

Hayattaki tek yakını, akrabası olarak gördüğü Komutanı Ahmet Bey’le beraber usulca filikayla yanaştılar.

Armatör pek çatık kaşlı ve aptal da hiç olmayan bir adamdı ama damat adayı kızı sevmişti bir kere...

Ne yapabilirdi ki?

Kolay mıydı zengin kızı kapmak.

Tam da terhis olmasına iki ay ya vardı, ya da yoktu ama pek azimliydi.

Oradaki genç, yaşlı, bütün ahali güvertedeydi, nedense yavuklusu pek yoktu ortada.

Yanaştılar çok zengin adamın yatına ama hiçbir tereddüdü de yoktu çünkü kafayı koymuştu kızı almak konusunda.

Kanca atarcasına yanaştılar tam da armatörün yatına ama kıza abayı yakmıştı bir kere ve fena hâlde âşık olmuştu.

Yeni psikiyatr olmuştu ve mesleğine de âşıktı.

Komutanı belki de tek hayatta kalan akrabasıydı.

Çatık kaşlı komutanın da rütbesi Yarbaydı ama bunu mutlaka anlatmalıydı sevdiği kıza.

Çapayı atarak yanaştılar zengin adamın gemisine, genç adam, karnında bir tuhaflık olduğunu sezinledi.

Sanki fenalık geçirmekteydi ve çok da garip bir hâlet-i ruhiye içerisindeydi.

Usulca komutanına döndü ve "haydi, çıkalım şu geminin ortasına" dedi ve hemencecik atladılar oraya.

Tabii ki ilk görüşteki aşklar çok câzipti.

Bütün armatörler gibi, zengin adam da müstakbel damadına çok sıcak bir gözle bakamıyordu.

Damat adayı "ne olacak şu memleketin hâli", "herkes de çok öfkeli" diye geçirdi içinden ama mutlaka bir bildiği vardı memleketi idare edenlerin.

Güvertede topu toplu beş altı kişi vardı ama çok fena hâlde tutulmuştu kıza...

Güverteye çıkar çıkmaz, kayınvâlide adayı fenalaştı ve yere düştü. 

Zaten aşkı için ölümü de göze almıştı çoktan genç aday.

Fırladılar güverteye ve dünyalar güzeli gelin adayı olan Fisun da oradaydı.

Fisun müstakbel kocasını görünce önce afalladı ama sonra da koşup ona sarıldı.

"Sana çılgın gibi âşığım" diye düşüverdi sözler ağzından.

Emel  ismindeki eşinin yanında mahcup olmak istemeyen zengin armatör, hiç de tâviz verecek gibi değildi.

Kızını vermek istemeyen Hulûsi Bey de pek nazlıydı ama yıldırım aşkı da asla sınır tanımazdı...


1993'te vefat etmişti Merhum

Küpeşteye çıkar çıkmaz sarıldı Fisun'a. Gencin gözleri çakmak çakmaktı çünkü  hayatta kalan kimsesi yoktu.

Ne bir akraba, ne bir hısım, ne da başkası.

Aniden fenalaşmış olan kayınvalide için acemi psikiyatrın teşhisi hazırdı: "Histeri".

Kadıncağızın hâlini görünce, derhâl bacaklarını havaya kaldırdı ve beynine Oksijen gitmesini sağladı.

Meşhur Valsalva Manevrasıydı yaptığı (burnunu tıkayarak nefes almasını sağladı) esasında ama kimseler farkında değildi bunun öneminin.

Çapayı Ege'nin mavi sularına salmalarının akabinde anında müdahale ederek, kadıncağızın hayatını kurtardı.

Kadıncağızın ağzına kendininkini yaklaştırdı ve hemen yandaki hücumbottakilere seslendi: "Bize derhâl âcil yardım için personel gönderin" diye kükredi ve yapıştırdı dudaklarını kadıncağızın leblerine.

Derhâl sakinleşen Hulûsi Bey de yumuşadı.

Akabinde kendisine hitap eden Hulûsi Bey "gel evlât, birer kadeh şampanya içelim" dedi ama genç adam bu çeşit meşrubat veya içki içmek hususunda çok müşkülpesentti ve "hatırınız için bir iki kadeh alayın efendim" dedi.

İçtiler kadehleri ama gözü hep nişanlısındaydı.

Müstakbel Kayınvalidesinin fenalaşmasının aslında histerik değil de, şiddetli bir postüral hipotansiyondan ortaya çıktığını idrak etmesi, kayınpederin nabzını tutmasına yetmişti. 

Sonra hemşireler ve diğer yardımcı personel geldiğinde de bunu teyit ettiler çünkü kalbi 62-63 civarında atıyordu.

Damar yolunu açtılar ve Serum Fizyolojik vererek, hem nabzını, hem de kan basıncını düzelttiler. Bunların daha tıbbiyenin ilk senelerinde öğretilen şeyler olduğunu hatırladı.

Ayılmıştı kadıncağız. Saadetle baktı ona ve gülümsedi, "gelmiş geçmiş olsun efendim, sizi Allah bize bağışladı" dedi ürkekçe.

Kadın da ona baktı ve "sağ olasın genç adam, sen olmasaydın hâlim niceydi" dedi.

Akabinde de geminin burnuna kadar yürüdüler ve derinden bir "oh" çektiler hep beraber.

Sordu, "hiç intihar etmeyi düşünmüş müydünüz"?

Kadının cevabı sarihti: "Asla, benim canım tatlıdır ve böyle bir şeye tenezzül de, tevessül de etmem"!

Her neyse, devam edeyim anlatmaya...

Genç damat adayının ekonomik sıkıntısı vardı ve kendini kötü hissediyordu.

Zaten ömür boyu iktisat ederek biriktirdiği üç beş bin Lira da suyunu çekmek üzereydi!

Bütün bunlar ona çok eskilerden kalma hâtıralarını hatırlatmaktaydı çünkü o vahim trafik kazasından hayatta kalan hemen hiç kimse yoktu ve tek hısmı da Ahmet Komutan'dı artık.

Eski yerli filmleri hatırladı ve Hulûsi Bey karakterinin nasıl da Hulûsi Kentmen'e benzediğini hatırladı.

Denizaltında çalıştığı için, Nusret Gemisi ile yapılan kahramanlıkları da biliyordu.

Neyse, hemen hayat öpücüğünü de kondurmuştu ve kadıncağız mütebessim bir çehreyle gülümsemişti: "Allar râzı olsun yavrum, yaşayabiliyorsam hâlâ, bunu sana borçluyum".

"Nayır, n'olamaz" diye şaka yapmak geçti içinden Cüneyt Arkın kıvamında ama pek mecali de kalmamıştı.

Bir nevi cinnet hâlinde yakmıştı abayı genç kıza.

Bu cinnet kelimesi de aslında câni, cehennem ve benzeri kavramlarla akrabaydı.

Bir zamanlar Marmaris'te yaşayan Zakkumcu Ziya geldi aklına.

"Acaba o hâlâ orada icra-i tababet eyliyor mu"diye aklından geçirdi.

 Zamanında ne gündem olarak kullanılmıştı, hele Turgut Özal döneminde.

 

Onun kabrini de ziyaret etmişti İstanbul'a bir gittiğinde ve şimdilerde bir velî hâline getirilen bu zatın, konfederasyondan bahseden ilk kişi olduğunu hatırladı.

Şimdilerde de memleket eyaletlere bölünmekteydi ama yapabileceği, bir nefer olarak tatbik edebileceği hiçbir şey yoktu.

Uzatılan purodan dahi nefes almak istemedi ve "ben komprador veya patron değil, mütevâzı bir neferim" diye geçirdi içinden...

Aklına eski yerli filmler geldi ve içinden gülümsedi.

"Ben kiiiim, medyadaki karelerde yer almak kim" diye derin bir soluk aldı.

Puronun bir nev'î fetiş ve statüko sembolü olduğunun farkıdaydı ve kanserden, veremden ölmeye de hiç niyeti yoktu!

"Belki de Zakkum Ekstresi artık ilâç olmuştur" diye düşündü. O zamanki moda hâlâ var mıydı, neden öyle bir şey söylenmişti, bilemiyordu. 

Neyse, işimize bakalım...

Puroyu da dudaklarına koymadı genç adam. Daha hayat seyahatinin en başında idi ve erkenden bu dünyadan gitmeyi hiç düşünmüyordu...

Şampanyadan birkaç yudum aldıktan sonra, hemen ağzını çalkaladı ve "bunları kullanmanın anlamı yok ki" diye soluklandı azıcık...

Sonradan yavaşça dudaklarına bir bûse kondurdu Fisun'un  kayınpeder adayının şaşkın, azıcık öfkeli ama aslında perestişkâr ve müsamahakâr bakışlarından hiç çekinmeden...

Devam etti öpmeye ve sonunda ikaz geldi: "Yeter genç adam, daha nikâhı bile kıyamadık... Ne bu acelen?

Mahcubiyet ve hâddini bilme arasında bocaladı. "Aslında ağzının ortasına bir yumruk atsam ne olur, benimle başa çıkamaz ki. Sonuç olarak az buz yakın dövüş eğitimi almadım" diye iç çekti ama çok ayıp olurdu ve örflere de uygun kaçmazdı!

Kick-boks, Taekwon do, Karate....

Ne varsa öğrenmişti ama abayı yakınca bunların hiçbir hükmü kalmıyordu. 

Entellektüel olmanın kime ne faydası var... İki "l" mi yoksa tek mi; aydın olmak nedir?

Aziz Nesin merhumun dediği gibi, bu milletin %60'ı ahmak mıdır diye geçirdi içinden.

Onu da cayır cayır yakmak için neler yapılmıştı ama şimdilerde kocaman bir vakfı vardı ve orada herkese ücretsiz eğitim ve öğretim veriliyordu. Oğlu da çok ünlü bir matematik hocası olmuştu.

Nedense fazla insan içine çıkan birisi değildi ama çiftlik gibi olan arazinin bir yerlerinde gömülüydü merhum.

Kitaplarının da çoğunu kıraat etmişti ve "Namus Gazı" sonrasını okumak içinden gelmemişti çünkü fazla ideolojik hâl almıştı.
Madımak Katliamında şehit olanları hatırladı ve gözleri doldu...


"Hâlâ bu güzelim ülkede insanlar neden birbirini gırtlaklıyorlar" diye hayıflandı ama yapabileceği bir şey de yoktu.

Bir muz aldı ve yedi, yeşil elmayı da ısırdı. Bunlar ezelî ve ebedî aşkın sembolüydüler.

"Bir kere âşık olunca, o hiç unutulmaz" diye iç geçirdi. 

İşimize bakalım dersek, bunun da mutlaka iyi bitmesi şart; farkında olduğumun farkındayım.

İllâki kötüler kaybedecek, iyiler kazanacak...

Aklına Fransız - Belçika mizahını şâheserleri olan Red Kit, İtalyan zevki dolu Asteriks ve Tom Miks gibi çizgi romanlar geldi.

Artık Uzay Yolu da vizyondaydı, yeşil kanlı Mr. Spock hâlâ hizmetimizdeydi ve Atılgan uzay gemisiyle zamanı aşarak seyahat edebiliyorlardı da, geçmişi ziyaret etmek hâlâ imkânsızdı!

Nobel de, Oskar da devam ediyor verilmeye ama eski tadı yok bunların. 

Öyküdeki kahramana dönelim...

Hulûsi Bey pek mağrurdu ama o kadar da yufka yürekliydi...

Hemen geleneksel türküyü söyledi:


Devrim Şehidiydi o!

 Sonra da "Allah'ın izni, peygamberin kavliyle" diye kızı istedi...


Verdiler tabii ki...

Sonunda da onlar evlenip, çoluk çocuğa karışacak tabii ki...

Kalanını o zaman yazarım.

Bu aralar bize kız istemeye gelecekler, kimi mi?

 

 Canım Eski Sekreterim Pakize ve bir minnoş kızcağız, onu değil tabii ki, şaka...

Bu absürt denemenin, kızım Ayşe Cânan Doksat'la bir ilgisi varsa, tamamen tesadüfidir!

Mehmet Kerem Doksat -Tarabya - Helecanlı Günler - 18.02.2015

EVRİMSEL PSİKİYATRİNİN TERAPİYE KATILIMI İÇİN BİR DENEME

$
0
0

Önce kendinizi seveceksiniz ki mutlu olabilesiniz ve sezgilerinizi de iyi kullanacaksınız ki hayatta bir yerlere gelebilesiniz.

Yeni uyanmış bir kediyi veya köpeği düşünün, hemen herkesin evinde veya bahçesinde vardır bunlardan.

Gözle olanları, yaptıklarını tatbik edin...

Sabah uyandıklarında şöyle bir gerinirler ve patileriyle gözlerindeki çapakları temizlerler. Sonra da etrafı kolaçan ederler.

İşte, tabiata uyum gösterip, kendiyle ve hemen herkesle barışık kalmak istiyorsanız eğer, onları taklit edin.

Ne yapar küçük kedi: Önce yalanır, şöyle bir gerinir ve kocaman bir nefes alır. Bunu yaparken de etrafı kolaçan eder. Temel ihtiyaçlar ve Güvenlik Duygusu tatmin edilmiş olur.

Yâni öncelikle etraf güvenilir mi, yoksa düşman var mı diye bir bakınır. Bunu yaparken amigdala denen badem şeklindeki çekirdekleri faaldir beyninde ve doğrudan algılar her şeyi.

Bu yaptığı onun “etrafta rekabet edecek birisi, bana saldırabilecek başka bir hayvan (insan, başka bir kedi veya bir sokak köpeği… olabilir bu) mevcut mu diye bakınır ve temel güvenlik ihtiyacı karşılanabilmiş mi diye bakar.

Gerinmek onun günlük hayata hazırlanmasını sağlayacaktır.

Aynen bizim Sabah Sporu yapmamız gibi hani.

Bu, onun fiziksel sağlığını ve kavgada kazanma gücünü (kapsamlı sağlığını) güne hazırlamasını sağlayan ilk eylemidir.

Tabii ki ilk işi de su ve gıda aramak olacaktır; seks çok sonra aklına gelir. Bizim kalkınca kahvaltı etmemizden hiçbir fenomonolojik farkı yoktur hani…

Hayvanların en küçük olanları tamamen içgüdüsel hareket ederken ve beyinleri kocaman bir Limbik Sistem denen temel emosyonlardan (neşe, keder, öfke, korku, saldırganlık vs.) sorumlu merkezden ibaretken, evrimsel yelpazede daha yükselmiş olanlarda akılcı düşünce bununla iç içe girecektir.

Aynen öyle işte, önce siz de bu “miyavcığın” veya bahsedeceğim “havhavcığın” hareketlerine bakın ve kendinizi öyle hazırlayın gündelik işlere, eylem ve edimlere.

Sabah kalkın ve sıkı bir kahvaltı edin. Ekmek, sosis, yumurta ve bal gibi, tercihan da içine GDO (Genetiğiyle Değiştirilmiş Organizma) katmadan, tamamen tabii olanları yeğleyin (bütün bunlar sağlıklı bir insan için öğütlerdir).

İnsanın beyniyle kediciklerinki ve köpekçiklerinki çok benzer, onlarınkinin sâdece hacmi çok daha küçüktür ama pek oyuncu ve kurnazdırlar. Hele çifte renkli bir Van Kedisi bulabilmişseniz, dünyanın en oyuncu ve muzip yaratıklarından birisi emrindedir ve kendiliğinde suya atlayıp yüzmeyi de pek sever.

Meselâ kedigillerin çoğunluğu hipnotize edilemezken, köpeklerde çok kolay bunu yapabilirsiniz.

Kediler gözlerini sağa veya sola neredeyse hiç çeviremedikleri için, bakmak istedikleri yöne kafalarını çevirirler. Göz mercekleri, ışık miktarına göre değişir. Fazla ışıklı ortamlarda göz mercekleri çoğu kedigilde yandan incelir ve dik bir çizgi haline gelir, bazı türlerde ise küçük bir nokta hâlini alır. Karanlıkta göz mercekleri çok büyür. Gözlerinde Tapetum lucidum denilen bir tabaka vardır. Bu tabaka göz merceğinden geçen ışığı bir kere daha merceğe yansıtır ve böylece var olan ışık miktarını ikiye katlayarak geceleri çok rahat görmelerini sağlar. Ayrıca kedigillerin gözlerindeki görme alıcılarının sayısı da insandakinin üç mislidir. Bu sayede de geçleri parlar.

Kedigillerin gözlerine bakılarak keyif durumları anlaşılabilir. Eğer mercekler büyük ise kedi savunma pozisyonuna geçmiştir. Eğer mercekler çok küçükse, kedi mutlu demektir. Bıyıklarını da titretiyorsa (bu algı organları aynı zamanda bir toplumsal sinyalleşmeyi de ifade eder), hem uyanık, hem de keyifli demektir. Hissetme kılları da denilen bıyıklar kedigillerin gece aktif olan hayvanlar olduğunu gösterir ama gündüzleri de emrinize amade olabilirler.

Her bir vibrisin (kedi bıyığının) dibinde kan dolu bir kesecik vardır. Bu keseciğin çevresi çok hassas sinir uçlarıyla kaplıdır. Bıyıklar sâdece bıyık olarak hayvanın ağız bölgesinde değil, kaşlarında ve bacaklarında da bulunur. Miyavcığın hareketiyle birlikte titreşime geçerler ve bunları algılayan hayvan tamamen karanlık bir ortamda bulunsa bile çevresinin görüntüsünü kabaca canlandırabilir ve emin adımlarla hareket eder. Yeni doğmuş yavrularda bile tamamen gelişmiş olması, bu duyu organlarının kedigiller için ne kadar önemli olduğunu gösterir.

Yâni, kediniz sizi gün boyunca empati (eş-duyum) ve sevecenlikle seyredebilir. Tabii ki aslanlar veya jaguarlar gibi değil de, basit sokak kedilerini tercih edin evinizde arkadaş. Yalnız, huysuzlaşabilen ve canı istemezse de oyun oynamak yerine, elinize yahut bacağınıza çizik atabilir (Siyam kedileri müstesna) o masum yaratıklar ve Kedi Tırmalaması Hastalığı olabilirsiniz. Aşılarının (bütün evcillerde) yapılması da hayati önem taşır tabii ki… Kimse kudurmak istemez!

Kedigiller müthiş bir duyma kabiliyetine sâhiptir. İşitme frekansları 65.000 Hz’e kadar varabilir, bu da insandakinin yaklaşık üç mislidir.

İki kulaklarını birbirinden bağımsız şekilde farklı yönlere doğru hareket ettirebilirler. Böylece tamamen karanlık bir ortamda bile, avladığı hayvanın bulunduğu noktayı ayrıntılı bir şekilde belirleyip, isabetli bir sıçrama ile yakalayabilir. Kulaklarında büyüyen kıllar yabancı maddelerin kulaklarına kaçmasını önler.

Evinizin tabii “fare kapanı” da emrinizdedir yâni.

Bir kedinin kulaklarını yatırmasından, kendini savunmaya hazırlandığı anlaşılır. Kuyruğunu sallıyorsa öfkelidir (köpekte ise bu tam aksidir ve konforu yerinde demektir). Bu da İşaretleşme Sisteminin iyi anlaşılmasını sağlar. Gerçi, beraber büyüyenlerde barış tam olarak sağlanabilir.

Kediler çiğnemeden yuttukları için, ağızlarına aldıkları şeylerin tadını ve yenilir veya yenilemez olduğunu çok çabuk ayırt edebilmeleri gerekir. Zımpara gibi olan dillerindeki küçük dikenlerin uçları hayvanın kendisine doğru dönüktür. Bu dikenlerle tüylerini tararlar ve yedikleri hayvanın etini kemiğinden ayırırlar. Dilin ön kısmındaki dikenlerde bulunan tat alma dokusu ile ekşi, tuzlu ve acı tatları ayrıt edebilirler ama tatlı (yâni şekerli) tadı hissetmezler. Su içerken dillerini kıvırarak kepçe olarak kullanırlar.

Kedigillerin ağızlarında otuz tane diş ve bir diastema (dişler arası boşluk) vardır. Bu mesafe, hayvan ağzını kapatırken altta ve üstte bulunan yan dişlerin birbirine değmeden yan yana durmalarını sağlar. Yan ve tutma dişleri avladıkları hayvanı tutabilmelerini sağlar. Koparma dişleri ile büyük et parçalarını koparıp çiğnemeden yutarlar.

Kedigiller ayak parmaklarının uçları ile yürür. Ön patilerinde beş ve arka patilerinde dört parmakları bulunur.

Çita, balıkçı kedi ve yassıbaş kedi (Güneydoğu’da rastlanır) hâricinde bütün kedigiller tırnaklarını parmaklarından dışarı uzatıp tekrar geriye çekebilirler. Yürürken kendiliğinden çıkmamaları ve böylece boş yere, yıpranmamaları için tırnaklarını çıkarmak için özel kasları vardır. Tırnaklar kullanılmadıkları zaman, derinin içinde saklı şekilde durur. Böylece kedigiller hiç ses çıkarmadan kurbanlarına usulca yanaşabilirler.

Hepsinin kuyrukları vardır. Dengelerini sağlamak ve kendi aralarında işaretlerle anlaşmak için kuyruk önemlidir. Bâzı türlerde, örneğin vaşaklarda kuyruk çok kısadır. Tabii ki evinizde kesinlikle bir vaşak beslemeniz salık verilmez.

Çoğu kedigil yalnız yaşar ve yalnızca çiftleşmek için eş arar, çiftleştikten sonra ayrılır. Yalnızca aslanlar büyük gruplar oluşturur ve erkek çitalar küçük bir grup içinde yaşar. Kaplanlar ise şizoiddirler. Ev için gene uygun değil!

Bahçelerinde aslan yetiştiren, sirklerde gösteri amaçlı kaplan besleyenlerin, bu hayvanın çok belirsiz mizacına güvenmemeleri gerektiğini pek çok örnek göstermiştir çünkü bakıcılarını yiyebilirler.

Diğerleri ise en fazla tırmık atarlar, o da sorun değil; değil mi?

Kedigillerin Evrimi

Kedigillerin en küçükleri 30, en kocamanları 200 cm olurlar. Ev veya sokak kedileri genellikle 30 ilâ 50 cm’yi geçmez.

Günümüz bilim adamlarının görüşlerine göre kedigillerin ilk ataları 50-60 milyon yıl önce Eosen çağında (37 ilâ 55 milyon sene önce), Viverridae familyasından (Misk Kedigilleri) koparak türemiştir. İlk kedigillerin ortaya çıkmasından sonra, 50 milyon önce Nimravidae evrimleşmiş ve böylece bu aile eski fikirlere göre kedigillerin ataları değil sadece kedigillerle akraba olan bir kardeş ailedir.

Kedigillere ait en eski kalıntılar Oligosen Çağından kalmış (28 ilâ 38 milyon sene önce) 34 milyon yıllık fosillerdir. Bu fosillerde kedigillerin en eski atası olarak proailurus türü görünmektedir. Bu ev kedisi büyüklüğündeki kedi, tropik ormanlarda avlanmıştır. Proailurus cinsinden iki büyük kol oluşmuştur; Kılıçdişli kediler (Machairodontinae) ve kediler (Felinae). 10.000 yıl önce Homotherium ve Smilodon cinslerinin en son temsilcileri de ortadan kaybolmuştur. Kedinin (Felis silvestris) 9 milyon yıl önce ortaya çıktığı düşünülür. En eski kalıntıları Felis lunensis türü olarak Asya’da bulunmuştur.

Aslında, ilke olarak, rüya gören her hayvan hipnoza girebilir (kendiliğinden veya birisi tarafından).

Örnek mi?

Bir tavşanı bakarak veya bir araba farına gözlerini dikmiş vaziyete yakalarsanız, öylesine felç olup kalır ve kılını kıpırdatamaz.

Yakaladıktan sonra ister besleyin, ister etinden yararlanın, hiç fark etmeyecektir.

Sabah sabah tavşan eti de hoş olabilir tabii. Bu hayvancıklar her mevsimde ve her ortamda yetişip gelişebilirler.

Çok da hızlı üredikleri ve sayıları epey arttığı için, evde beslemeleri sıkıntı verebilir ama dikkat et: Önce havuç yer. Çünkü içgüdüleri ona karoten (A Vitamininden zengin) alması gerektiğini söyler.

Havuç da hemen her zaman manavlarda bulunur. Ilıman bölgelerde yetişen bir bitkidir

Demek ki menüye havuç da ilâve edilerek, görme keskinliğiniz artar ve A, B, C, D ve vitaminlerini de almış olursunuz.

Eğer köpek varsa, ona bakın. O da gerinir, bıyıklarını oynatır ve güne hazırlanırken etrafı kolaçan eder. Kedigillerden biraz daha zekidirler ve insanın en eski dostlarıdır. Hipnoza çok kolay girerler ve okşayıp teskin edici şeyler mırıldanmak dahi yeter.

Bir kedi mırıldanıyorsa mutludur, köpek ise tedirgin, hattâ öfkelidir (İşaretleşme Sistemi farkı).

Zaten ilk evcilleşenler de, kurtlardan evrilen köpeklerle, öküzler olmuştur. Kurt köpekleri, Kangallar muhteşem dostlardır ama genetiğiyle oynaya oynaya perişan etiğimiz Pitbullar aslında canavar değildir. Sadece kafataslarının büyümesi erken bittiği için saldırganlaştılar. Bir King ve Golden Retriever yahut fino, cici bir kaniş ise en büyük dosttur.

Köpeklerin 10.000 yıl öncesine kadarki evrimleri normal bir şekilde, tamamen tabii etmenlerin etkisi altında olmuş ve vahşi kurt dediğimiz tür nesiller içerisinde, onlarca bilinen ara basamaktan geçerek evrimleşmiştir. 10.000 yıl öncesinde, insanın kurdu evcilleştirme merakıyla birlikte Yapay Seçilim başlamıştır. Yapay Seçilim aşırı güçlü bir Evrim Mekanizmasıdır, çünkü çok kısa sürede, tabiatta belki rastlamayacak ihtimalleri bir araya getirir. Hele ki işin içine “zevkler ve renkler” dediğimiz kişisel görüşler girdiğinde ve buna göre Yapay Seçilim uygulandığında, Evrim çok daha hızlanıp ilginç ürünler verebilecektir.

Köpeklerde Koku Alma

Koku alma duyusu iki şekilde kullanılır: Ya bir maddenin koklanarak analizi ya da tat alma duyusuyla ortak: “Köpekler burnuyla görür” deyimi son derece yerindedir, çünkü köpekler, yiyeceklerini seçmenin yanı sıra özel nesnelerin izini sürmede veya kişilerin takibinde, eşya veya kişileri tanıma ve yerini saptamada koku duyulanı kullanırlar.

İz takibinde, özellikle kişilere özgü yağ asidlerinin kokusunu ayırt edebilirler (uzun zincirli yağ asidlerini koklamada erkek köpekler daha yeteneklidir).

Koku ile karşılarındaki kişinin ruhsal durumunu ve niyetini anlarlar.

Canlıların, nesneler üzerindeki kokularını bir hafta, hattâ bâzen haftalar sonra dahi algılayabilirler.

Tek yumurta ikizlerinin kokusunu bile ayırt edebilirler.

Kokuyla bireyleri ayırt etme yetenekleri, eğitimle daha da geliştirilebilir.

Yavru köpeği yalayan anne onunla koku bağı kurar. Erkek hayvanın idrarını koklayan dişiler cinsel olgunluğa daha çabuk ulaşır. Ayrıca koklama, köpekler arası iletişim için son derece önemli bir araçtır. Bütün köpekgiller, iletişim için birbirlerinin idrarlarını, dışkılarını, genital bölgelerini ve ağız çevrelerini koklarlar. Koku alma yeteneğinin davranış üzerine bir etkisi de, köpeğin eğitimi sırasında görülür. Bloodhound gibi iz sürme yeteneği yüksek olan köpekler, eğitim alanındaki koku bolluğu nedeniyle, eğitimin ilk günlerinde etrafı koklamaktan kendilerini alamazlar, böylece dikkatleri çabucak dağılarak, eğitim almaları güçleşebilir. Bu nedenle, böyle köpekler daha izole şartlarda, hattâ deterjanlı sularla yıkanabilen alanlarda daha kolay eğitilirler.

İşitme: Belirli frekanslara kadar, insan ve köpekler rölatif olarak iyi duyarlar, ancak köpekler insanların duyamayacağı yüksek frekanstaki sesleri de duyabilirler. Bu özelliklerinden dolayı köpekler, piyasada satılan, insanların işitemeyeceği ultra dalga-düdük seslerine cevap verebilmekte ve eğitilebilmektedir.

Büyük şehirlerde yaşayan köpeklerin duyma yetenekleri, yüksek gürültü sebebiyle olumsuz olarak etkilenmektedir. Yüksek gürültü karşısında, duyma hassasiyetini kaybeden köpeğin psikolojisi de olumsuz etkilenir. 

Kulağın şekli her köpek ırkında, o ırkın özelliklerine uyum sağlayacak şekilde gelişmiştir. Bu şekil farklılıklarının duyma yeteneği üzerinde ne gibi etkiler yaptığı yeterince aydınlatılmış değildir. Köpeğin kulaklarının olduğu gibi kalması veya estetik açıdan kesilmesi konusunda, her iki görüşü savunan taraflar arasındaki kavga uzun süredir devam etmektedir. Acaba insanoğlu, her ne kadar dünya üzerindeki varlıklara hükmetse de, bu üstünlük köpeğin kendine has estetiğini bozmaya haklılık kazandırır mı bilemiyoruz. Çünkü bâzı kişilere göre köpeği güzelleştirmek gayet olağandır ve neticede onun, sâhibi tarafından daha fazla sevilmesini sağlar. Ancak kulak veya kuyruk kesiminin, köpeğin ruhsal durumunu etkilediğini savunanlar da vardır. Son yıllarda, bâzı Avrupa ülkelerinde kulak kesimi yasaklanmıştır. Bırakın, tabii hâliyle kalsın dostum!

Görme yeteneği, köpekler arasında ırktan ırka farklılık gösterir, zira gözlerin kafadaki yeri, ırka göre değişir. Geniş görme açısına sâhip bir köpeğin, etrafı çok rahat görebileceğinden dolayı, kalabalık ortamlarda çabucak dikkatinin dağılır. 

Köpekler Geceleri Görebilirler mi?

Köpeğin gözündeki retina tabakasında (burada siyah beyaz görmeden sorumlu olan rodlar/çubuk şeklindeki alıcılar maksimum yoğunluktadır) bulunan ve gözün az ışıkta görebileceği şekilde özelleşmiş olan hücreler insana göre çok daha fazladır. Retinanın hemen arkasında bulunan yansıtıcı hücre tabakası, retinadan geçen ışığın alıcı hücrelere ikinci kez çarpmasını sağlar, böylece ışığın gözde toplanma etkinliği yaklaşık %40 oranında artırılmış olur. Işığın az bir kısmı ise, gözde tutularak sarı-yeşil göz ışıldamasını sağlar. Bu durum, geceleyin köpek veya kedinin gözüne doğrudan ışık tutulduğunda görülebilir. Örtü tabakasındaki bu yansıtma sayesinde geceleri insandan daha iyi görürler ve düşük ışık kaynaklarını daha iyi değerlendirebilirler.

Renkleri Ayırt Edebilirler mi?

Köpekte ışığı algılama eşiği insandan üç misli daha düşüktür, bu nedenle özellikle kısa dalga boyundaki renkleri ayırmada zorluk çekerler. Köpeklerde saldırı eğitiminde kırmızı renkli kollukların daha verimli olduğu söylenmektedir. O halde, kırmızı rengi ayırma yeteneklerinin olduğu düşünülebilir (koniler). Gerçekten de kırmızı gibi uzun dalga boyundaki renklerin köpekler tarafından daha rahat ayırt edilebildiği bildirilmektedir. Ayrıca köpekler, bütün renkleri göremeseler bile, renkleri ayırt etmeyi kolayca öğrenebilirler; zira beyinlerinde, insana göre az bile olsa, dalga boylarını ayırt eden gangliyonlar (sinir havuzları) bulunmaktadır. Bâzı araştırıcılar da, renk bilgisinin davranışlarda kullanılmadığını, bu nedenle, köpeklerde renk ayırım yeteneğinin önemli olmadığını ileri sürerler.

Geceleri, köpek ve kedilerin renk görüşü insanınkine benzer. Ancak bu hayvanların tapetum (örtü) tabakasında yansıma nedeniyle geceleyin sarı ve yeşil renkleri algılamada hafif bir üstünlükleri söz konusudur.

Detayları Seçebilirler mi ve Televizyon İzleyebilirler mi?

Köpekler form ve desenleri ayırt etmede zorluk çeker, desenlerdeki detayları görmezler. Kediler, televizyonu titrek olarak görürler. Köpekler ise bir grup araştırıcıya göre - kısmen hareketli nesneleri takip edebilmeleri ve kısmen de gölgeleri ayırt edebilmeleri nedeniyle - saniyede 625 dotluk Avrupa ve ülkemiz televizyonlarını izleyebilmekte, saniyede 525 dotluk ABD televizyonlarını izleyememektedir. Birçok hayvan sâhibi, köpeklerinin televizyon izleyebildiğini söylese de, bu hayvanların izleme aktivitesiyle ilgili nicel ölçümler yoktur.

Yâni, bizler kadar keyifle (veya tam aksine) seyredemiyorlar!

Köpekler Miyop mudur?

Köpeklerin yakını odaklama (bakışlarını yakındaki bir nesneye yoğunlaştırma) yetenekleri insana göre zayıftır. Kedi ve köpek, 25 cm.’den yakın mesafeleri net göremez. Ancak bu ölçümlerin çoğu ev hayvanları üzerinde yapıldığı için hatalı olabilir; zira ev hayvanları, ev içinde uzak cisimleri odaklama imkânına sahip olmadığı için miyop olma eğilimindedirler, çünkü odaklama yeteneği sonradan gelişir ve küçük yaştan itibaren başlanan egzersizlerle tam seviyesine ulaşabilir.

Dokunma: Köpeklerde en duyarlı bölgeler, ağız ve burun çevresidir. Köpeklerin patilerindeki duyarlılık diğer karnivorlara (et yiyenlere) göre daha zayıftır. Bu tür duyusal özellikler beyin kabuğunun yapısıyla ilgili olup bu bölgede ayaklar için ayrılan alan köpekte %20, kedide ise %30’dur. Diğer karnivorlarda olduğu gibi, duyu sinirleri daha çok burun uçları, bıyık ve bıyık diplerinde bulunur. Bıyıklar katı yüzeylere dokunduğunda, bu maddeler hakkında beyne bilgi iletilir; bu özellik, hayvanın karanlıkta manevra yeteneğini artırır. Ayrıca bıyıklar karmaşık bir madde koklanırken de beyne bilgi sağlar. Bunlar, hareketli nesnelerin titreşimlerini de algılayabilirler. Ancak bu yetenek kedilerde daha fazladır. Köpekler kafalarını iyice yere yakınlaştırmış vaziyette ayak izlerini koklarken, alt çenenin ortasında yerleşen kıllardan ve çene altı koku bezlerinden yararlanırlar, bunlar aynı zamanda kafanın yere çarpmasını önler. Kediler bu kıllara sahip olmadıkları için kafalarını yerden yukarıda tutarlar.

Tat Alma: Köpekler, insanınkine benzer bir tat alma duyusuna sâhiptir. Bu duyu, alınan gıdanın tadıyla kokusunun bileşimidir. Tat duyusu, dil yüzeyinde pütürler halinde bulunan ve papilla adı verilen alıcılar tarafından algılanıp, sinirler yoluyla beyne iletilir. Bu alıcıların hangi tip tatları algılayabileceğini araştıran araştırıcılar, bunların sonucunda algılamanın hayvanın evrimsel kökeni, besin ihtiyaçları ve yemek kaynaklarıyla ilgili olduğu kararına varmışlardır. Köpekte, şekere duyarlı olan ve bazı aminoasidlerden de kuvvetli şekilde etkilenebilen tat alıcılarının sayısı, diğer alıcılardan daha fazladır. Bu aminoasidlerin çoğu, bu alıcılarda şeker tadı uyandırdığından tatlı aminoasid adını alır (özellikle L-sistein, L-pirolin, L-lizin ve L-lyösin). Bu maddelerin çoğu insana acı gelir. Köpekler, bu grup maddelerden olan L-triptofanı sevmez (serotonin öncüsüdür bu madde). Kedilerle köpekler arasındaki en önemli farklardan biri olan, şekerli gıdaların sevilip sevilmeme nedeni de bu alıcılar arasındaki farklılıklardır.

Memeli sinir hücrelerinde uyarı iletişimini yavaşlatmak için görev alan monofosfat nükleotidleri, ölümden sonra vücutta birikir. Bu madde kediler tarafından sevilmediği için kediler leş yemezler. Ayrıca kediler, dillerindeki tat tomurcuklarının özellikleri nedeniyle şekeri, tatlı olarak algılayamazlar ve bu nedenle tam karnivor yani etoburdurlar. Kediye kıyasla daha fazla omnivor (hem ot hem et yiyen) olan köpek, şeker ve meyve gibi yüksek enerjili materyalleri yeme avantajına sâhiptir. Köpekgiller ise leş yiyebilir. Gene de siz evinizdeki arkadaşınıza özel mamalar verin!

Köpek ve kedinin diğer memelilerden bir farkı da, tuza duyarlı tat alıcılarının azlığıdır. Çoğu herbivor (bitki yiyen) ve omnivor (her şeyi yiyen), boşaltım ve sinir sistemi işlevleri için tuza ihtiyaç duymaları nedeniyle, tuz içeren besinlerle beslenir. Kedi ve köpekler, bu tür hayvanlarla beslendiği sürece tuz ihtiyaçlarını giderebilirler, insan gibi vücut yüzeyine yayılmış, tuz atmada rolü olan ter bezlerinin olmayışı nedeniyle, fazla tuz aldıklarında (hazır mama ile beslenmeyen ev köpeklerinde genelde böyledir) böbreklerin tuz yükü fazla olur. Bu durum, köpekte böbrek hastalıklarına sık yakalanmada önemli role sâhiptir. Terleyememeleri de buna etkili olur. Sıcak havalarda bacaklarını serin bir yere yayıp, dillerini çıkararak solumalarının sebebi budur.

Bu arada, köpekgillerin terleyemediklerini de unutmamak gerekir. Bundan dolayı, fazla ısındıklarında, serin bir yere uzanıp dillerini çokararak, ısı kaybetmeye çalışırlar. Gene havlamasının üslûbuna göre, memnun  mu yoksa saldıracak mı… gibi nüansları fark edebilirsiniz.

Köpekte şekerden sonra en fazla, asidlere duyarlı alıcılar vardır. Bu alıcılar, fosforik asit, karboksilli asidler, nükleotid trifosfatlar ve histidin gibi maddelerin yanı sıra L-taurin ve L-sistein gibi aminoasidler tarafından uyarılır, inosin monofosfat ile de yavaşlatır. 

Hangi aileden olursa olsun, Dobermanlar bile çok sâdık dostlardır.

Hiçbir eş, karısını veya kocasını her eve gelişinde tekrar sevinçle öpüp yalamaz ama köpekler yapar.

Sizi korumak için canlarını da verebilirler (kedi bunu yapamaz çünkü davranış portföyünde yok).

Şimdi, kahvaltıya bu örneklerle başlayın dostlar. Birkaç yumurta da ekleyin ama dengeli beslenin. İşe gidecekseniz ağır baharatlı bir şeyler (meselâ çılbır) yemeyin; her tarafınız kokar. Akşamdan kalmaysanız da, kalan alkolü atabilmek için bol su için ve tuvalete yeterinde zaman ayırın.

Önce dişlerinizi fırçalayın. Bunu bilinçli yapan tek tür biziz. Gerçi bir şebeğe (köpeksi maymuna) veya gorile de bu öğretilebiliriz ama şartlı refleks olarak beslenmezse, bir süre sonra vazgeçer. Biz de öyleyiz. Tercihan da sabah kalkar kalkmaz, öğle ve akşam yatmadan önce bu işi yapın. Daha sık olursa ağızdaki flora (mikrop dengesi) bozulur. Dilinizi de fırçalayın bilhassa sabahları ama öğürmemeye özen gösterin. Dil pasında çok fazla zehirli madde ve mikroorganizma barınır.

Konuşmak, öpüşmek, gıda almak için kullandığımız ağzımız, bir yandan da vücudumuzun en pis bölgesidir. Ona iyi bakın!

Hâfızanızın güçlü kalmasını istiyorsanız, filleri örnek alın. Asla unutmazlar ve çok inatçıdırlar!

Fillerin Evrimi

Fil, hortumlular takımının filgiller (Elephantidae) ailesini  oluşturan memeli bir hayvandır. Geleneksel olarak Asya Fili (Elephas maximus) ve Afrika Fili (Loxodonta africana) olmak üzere iki türü tanınır; ancak bâzı delillere dayanarak, Afrika Savan Fili (L. africana) ile Afrika Orman Filinin (L. cyclotis) de iki ayrı tür olduğu öne sürülür. Filler, Sahra altı Afrika ile Güney’de ve Güneydoğu Asya’da evrimleşmiştir ama dünyanın her yerindeki hayvanat bahçelerinde rastlayabilirsiniz. Sahra altı Afrika ile Güney ve Güneydoğu Asya’da bulunurlar. İçlerinde mamutlar ve mastodonlar gibi nesli tükenmiş türleri de barındıran bu hortumlular takımından günümüzde soyunu sürdüren bir tek filler kalmıştır. Karada yaşayan en büyük hayvan olan Afrika filinin erkeği 4 m boya ve 7.000 kg ağırlığa ulaşabilir. Fillerin dikkat çekici ve ayırt edici özellikleri arasında, nesneleri yakalamak gibi çeşitli amaçlar için kullanılan uzun burunları (hortumları) başta gelir. Çok uzun ve sivri olan kesici dişlerini nesneleri taşımak, yeri kazmak için kullanırlar.

Fildişinin kaynağı olan bu kesici dişler aynı zamanda dövüşürken silâh olarak da kullanılır. Filin büyük ve geniş kulakları vücut ısısını kontrol etmeye yarar. Afrika fillerinin kulakları daha büyük olur ve sırtları içbükeydir. Asya fillerinin ise kulakları daha küçük olur ve sırtları dışbükey veya düzdür.

Otçul (herbivor) olan filler savan, orman, çöl ve bataklık gibi tabii hayat alanlarında bulunur. Genellikle su kenarlarında kalmayı tercih ederler. Çevrelerinde bıraktıkları etki yüzünden kilit taşı (evrimsel yapıyı koruyan) türlerden biri sayılır. Diğer hayvanlar fillerden uzak durur ve aslan, kaplan, sırtlan ile yabani köpekler gibi yırtıcılar, yalnızca yavru fillere saldırabilirler. Dişi filler, genellikle bir dişi ve yavruları veya akraba dişiler ve yavrularından oluşan aile grupları hâlinde yaşar. Birkaç dişi ve yavrularından oluşan grubun lideri (alfa dominant) en yaşlı dişidir; yâni anaerkildirler. Fillerin oluşturduğu aile grupları zaman zaman bir araya gelerek daha büyük topluluklar oluşturabilir. Ergenliğe ulaşan erkek filler aile gruplarını terk eder veya yalnız veya diğer erkek fillerle birlikte bir grup oluşturabilir. Erişkin erkekler çiftleşmek için eş aradıklarında aile grupları ile bir araya gelir. Testosteron salgılanmasının arttığı ve aşırı saldırgan davranışların görüldüğü mest adı verilen durum erkek fillerin dominant olmalarına imkân verir ve üreme başarısını artırır. Aile gruplarında ilgi odağı yavru fillerdir ve anneleri tarafından üç yıl kadar bakılırlar. Filler tabii ortamlarında 70 yıl kadar yaşar; dokunma, görme ve işitme yolu ile iletişim kurar. Uzun mesafelerde, filler insanın duyamayacağı kadar düşük frekanslı sesler ve sismik iletişim (yerkabuğu hareketlerini algılayarak) yolu ile haberleşir. Fillerin zekâsı primatlar (yâni en tepedeki bizler) ve balinalar (denizlerdeki en yakın akrabalarımız; hele şişe burunlu yunuslar) ile kıyaslanacak düzeydedir. Kendilerinin farkında oldukları ve kendi cinslerinden ölmekte olan veya ölmüş hayvanlara karşı empati gösterdikleri gözlemlenmektedir.

Afrika filleri Dünya Tabiat ve Tabii Kaynakları Koruma Birliği (IUNC) tarafından soyunun tükenme riski yüksek olan hassas türler arasında listelenirken, Asya Filleri soyunun tükenme riski çok yüksek olan tehlikedeki türler arasında listelenmiştir. Fil nüfusu için en büyük tehditlerden birisi kaçak olarak avlanan hayvanların dişleri ile yapılan fildişi ticaretidir. Diğer tehditler arasında tabii hayat alanı kaybı ve yerel halk ile olan çıkar çatışmaları sayılabilir. Filler, Asya’da yük hayvanı olarak kullanılmaktadır. Geçmişte savaşlarda da kullanılan filler, günümüzde hayvanat bahçeleri ve sirklerin üyelerindendir. Çok kolay tanınabilen filler sanat, folklor, din, edebiyat ve popüler kültür alanlarında sıklıkla kullanılmıştır. Fillerin hayvanat bahçelerinde tutulması bazı tartışmalara yol açmıştır. Bunu destekleyenler araştırmacıların hayvanlara ulaşımını kolaylaştırdığını ve doğal alanlarını korumak dolayısıyla da türün geleceğini sağlamak için para uzmanlık sağladığı görüşlerini savunmaktadır. Bunu eleştirenler ise hayvanların hayvanat bahçelerinde fiziksel ve zihinsel strese maruz kaldıklarını söyler. Fillerin kendilerini veya hortumlarını ileri geri sallama ve yol izleme gibi stereotipik davranışlar gösterdiği kaydedilmiştir. Bu davranış Birleşik Krallık hayvanat bahçelerinde bulunan bireylerin %54’ünde görülmüştür. Avrupa hayvanat bahçelerinde bulunan fillerin tabiattaki fillere göre daha kısa hayat süresine sâhip olduğu anlaşılmaktadır ancak başka araştırmalar hayvanat bahçelerindeki fillerin doğal hayatlarını sürdüren filler kadar uzun yaşadığını gösterir.

Fillerin sirklerde yer alması da tartışmalara yol açmıştır. ABD’nin en önemli hayvan hakları savunucusu olan Humane Society sirkleri hayvanlara kötü davranmak ve zarar vermekle suçlamıştır. 2009 yılında ABD Federal Mahkemesi’nde yaptığı tanıklık esnasında Barnum ve Bailey Sirki’nin CEO'su Kenneth Feld sirk fillerinin kulaklarının arkasına, çenelerinin altına ve bacaklarına ucu metal ve ankusa (Hinduizm’de de geçen bronz kanca) adı verilen üvendirelerle vurulduğunu kabul etmiştir. Feld bu uygulamaların sirk çalışanlarını korumak için gerekli olduğunu ve elektik şoku veren bir cihaz kullanan bir fil eğiticisinin cezalandırıldığını belirtmiş ancak bu uygulamaların fillere zarar verdiğini kabul etmemiştir. Bâzı eğiticiler filleri fiziksel cezalandırma kullanmadan eğitmeyi denemiştir. 

Fillerin fermante bitkileri yiyerek sarhoş olmaları, inanılmaz derecede güçlü hâfızaları ve insanınkine çok yakın beyinleri, onları gıpta edilecek bir hatırlama sembolü yapmıştır.

Tepeleri atınca saldırganlaşabilirler; keyifleri yerindeyken de bol yük taşıyarak dostluk ederler. Gene de mast hâlindeki ve bir buçuk metreyi aşan penisiyle (ki, üç viteslidir) azmış bir fille inanın ki karşılaşmak istemezsiniz.

Evde besleyemeseniz de, her yerdeki hayvanat bahçelerinde görebilirsiniz.

Onlar kadar hiyerarşiye uyun ve hâfızanızı da güçlendirin.

Bunun için çok okumak, bulmaca veya bilmece çözmek de iyi bir fikirdir.

***

Eğer kolay unutmak istiyorsanız da, akvaryumlardaki balıklara bakın; hemen hâfızaları silinir.

 

 


ESKİLERDEN

$
0
0

Cerrahpaşa’da çalıştığımı uzun seneler boyunca hiçbir hastama kartvizitimi verdirmemişidir. Tam aksi çok vakidir ve muhtaç duruma düşen, bir ilâç firması çalışanının getirdiği veya benzeri pek çok kişiyi hep kliniğe davet etmiş ve beş kuruş almaksızın, üste cepten vermek de dâhil, masraflarını cebimden karşılamışımdır.

Hâlâ unutmadığım bir ana kız vardı ve ilişi de bilâ istisna, kesinlikle şizofrendiler. O zamanlar şizofrene “Şizofren”, Bipolarlara da “Manik Depresif” derdik.

Levent Kayaalp de doçentliğini alıp, Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı Başkanı olmuştu. Arada alt kata inerdik. Şimdilerde Profesör olan Nahit Moldavallı Mukaddes de gelir, beraber sınavlara girerdik.

Anne üniversiteyi bitirememiş ve terk etmek zorunda kalmıştı, o zamanlar hemen her gün medyada boy gösteriyordum. Hem yazılı hem de TV programlarının popüler isimleri arasındaydım Sevgili Esra Ceyhan’la da HBB televizyonunda tanışmıştık ve ilk canlı yayında, iki saati aşkın aşk konusunu konuşmuştuk). Şimdilerde olduğu gibi bir ekonomik kriz filân da yoktu ve bâzen günde on – on beş hasta muayenehâneme gelirdi. Hattâ “bana 100 Marklık Adam” diye takılan bâzı hocalar bile vardı. Şimdilerde sâdece USD ve Avro var! Onların bir kısmı hâlen hayatta, bâzıları ise ya vefat etti, ya da ben izlerini kaybettim. Özcan Köknel Hoca da hayatta şükür ki…


Çünkü o zamanlar Mark hâlâ mevcuttu ve parayı ona göre hesap ederek, peşin alırdım gene.

Gene o zamanlar, evimden ta oralara gitmekten hiç yüksünmezdim ve en büyük keyiflerim arasında da poliklinikte hizmet vermek, asistanları ve bir kısım şimdilerde hoca olmuş zevatı toplayarak hasta tartışmaları yapmaktı Sevgili Ayten Erdoğan, şimdilerde Beykent’e transfer ettiğimiz ama Sedat Özkan Hoca ile de çalışarak koşuşturan Samuray Özdemir, Murat Emül (o zamanlar mütevazıydı ve bana “Allah sizi başımızdan eksik etmesin hocam” derdi, ismi Emil Kraepelin’e çok benzediği için de de Emül Kraepelin” diye takılırdık…) hâlâ da kendisine kızgın değilim. Fuat Beşkardeş (bizim Gezgin doc rumuzlu şeker eski asistanımız) de dâhil gibi nice isimler bunların arasındaydı...

Müfit Uğur, Alaattin Hoca hep profesör olmuştu. Musa Tosun da öyle. Musa Ağabey eski Ülkücü tabanlıdır ve hiçbir zaman aşırıya kaçmamıştır. Daha sonraları, Mustafa Kemal Sayar’la beraber, bir süre muayenehanesinden fedakârlık ederek, Bakırköy’de Başhekimlik yapmıştır.

Alkol – Madde – Bağımlılık – Birimi’ni ilk kurduğunda ki kısaltma AMBETÜ gibi bir şey olduğu için, epey takılmıştık kendisine… 2003 ilâ 2005’te Başhekimlik yaptı.

Gene iç unutamadığım ve günümüzde dahi algoritmasını uyguladığım Nedim Zenbilci de hayattaydı. Nöroloji’deki EEG odasında toplanı ve “evlâdım, şimdi dinleyin. Şu sırayla soracaksınız: Bu kişinin derdi genel tıbbı mı ilgilendirir, yoksa nöropsikiyatriyi mi. Eğer öyle ise, öncelikle psikiyatriyi mi yoksa nörolojik mi” diye. Geçen gün Sevgili Aksel Siva bahsetti. O da aynı minval üzere MS, Baş Ağrısı, Nöro-onkoloji polikliniğini topluyor ve aynı silsile-i mantıkla sürdürüyormuş vaka tartışmalarını…

Hattâ ikinci kattaki demir sütunlarla dolu odam benim için âdeta kutsaldı ve hemen bütün çalışanlar orada toplanı ve vaka tartışmalarını da orada yapardık. Orası bir yandan da Adlî Psikiyatri Bilim Dalı’nın merkeziydi ve orada da transseksüellik için, biseksüalite için muayeneye gelen herkese bakılır ve imkânı olmayandan da, Anabilim Başkanından izin akmak kaydıyla, ücretsiz bakılırdı. Mert Savrun henüz doçent olmamıştı ve klinikteki toplantılara kenardan sessizce iştirak ederdi. Sonradan Adlî Tıp’ta çalışacaktı bir süre ve pek de haklı sebeplerle ayrılacaktı. Karısı Feray da yeni nöroloji uzmanı olmuştu. Şimdi Profesör. Gene Profesör Dr. İbrahim Balcıoğlu da Ankara’dan nokta tayini ile gelmişti ve meşhur “zenci beyaz, değerli değersiz, önemli önemsiz” ayrımlarını yaparak hepimizi kahkahalara boğardı. Bulancaklı ve Ülkücü tabanlıdır. Hacettepe’nin efsanevi kurucusu, zamanında pederimin de çok takıştığı Profesör İhsan Doğramacı’nın özel hekimiymiş. Uzmanlığını Ankara Tıp Fakütesi’nde, Sevgili Ağabeyim ve Hocam Yıldırım Beyatlı Doğan’ın yardımıyla almıştır.

Rektörümüz de, sonradan epey Silivri’de kahır çekecek olan Kemal Alemdaroğlu idi.

Günsel Koptagel İlâl de gelirdi ve hepimiz ayağa kalkardık. Hiyerarşiyi çok sıkı korurdu Ertaç Ağabeyim. Gökhan Oral ve Berrak Ciğeroğlu ile beraber Balint Grubu toplantıları yaparlardı. Bu toplantılarda tek tük kafadan atma hasta örnekleri de sundukları olurdu ama genellikle gerçek hastalar üzerinden analiz yapılırdı. Günsel Hanım da, Ömer Tuncer Hoca ile tam avluya bakan odada oturur, saatlerce gençlik hâtıralarını anlatırdı.

Günsel Hanım hayatta ve müstehzi bir mizacı vardır. Pederimin yerine onu almıştı Ayhan Hoca ama sonradan pek çok üzücü şey de olmuştu. Hâttâ eşyalarını kapının önüne attırmış, sonra da, mukabele-i bir misil misâli, kendininkileri yerde bulmuştu! Pederime de “sen eski Yunan ilâhlarına benzersin” diye takılırmış meğer kendisi anlatmıştı bir kongrede…

Adnan Ziyalar Hoca da hâlen hayatta, kızı Nalan benim Adlî Tıp’ta “Cinsel Sapmalar” dersimde öğrencim olmuştu. Nişantaşı’nda, evde hasta görmekteymiş. O zamanlar Sevgili Dostum ve Meslekdaşım Oğuz Polat daha başkan olmamıştı. Sayın Profesör Sevil Atasoy vardı kurumun başında…

Şimdilerde Nörolog Prof. Dr. Dursun Kırbaş başta. Önceden Ayhan Hoca da burada başkanlık yapmıştı.

Şimdilerde, Ayhan Hoca’nın muayenehânesini Uz. Dr Zekeriya Kökrek idame ettirmekte ve enstitü hâline getirdi. Çok da iyi yaptı bence; çünkü böyle eski hocaların isimlerinin hiç unutulmaması gerekir. İkinci kattaki toplantı odasının adı da ona hasredilmiştir. Reyhan Hanım da hayattaydı o zamanlar. Muayenehanelerinde beraber hasta görürlerdi.

Hiç unutamam o anneyle kızı, isim vermeyeceğim tabii ki. Kadıncağız üniversiteyi terk etmek zorunda kalmıştı çünkü maddî imkânları sıfırlamıştı. Yoktu ödeyebileceği bir meblağ, canını mı alacaktım. Kızı da aynı teşhisle takibimdeydi.

Bir gün bir telefon geldi bir akrabalarından “sıfırı tüketmişlerdi” bu garibanlar, hemen hastaneye çağırdım ve ilâçlarını kendi odamda yazdım.

Hastalıklarının tabiatına pek de uygun olamayacak kadar şükrün dolu bir nazarla bakmışlardı bana ve “çok teşekkür ederiz Hocam, para pul kalmasa da, sizin bizi terk etmeyeceğinizi biliyorduk” dediler.

Anabilim Dalı Başkanı’ndan istirham ettim (sanırım Merhum Ertaç İlkay’dı, (onu da sigaraları ve Kanser aldı aramızdan) ve ücretsiz olarak takip edilmelerini sağladım. Gene Rahmetli Ayhan Songar Hoca ile nedense araları hiçbir zaman iyi gitmemişti. Muhterem lâkaplı Fevzi Samuk da gene hocaydı ve o da yeni profesör olmuştu. Bana nedense “Hz. İsa’nın psikolojisini anlatan makale yaz” derdi. Çok mütedeyyin bir adamdır ve sanırım muayenehânesi de Bakırköy’de şimdilerde…

Yeni Symposium dergisinin editörlüğünü de bana yeni tevdi ettiği zamanlardı (şimdilerde Literatür Symposium oldu adı). Ben de, yeni bir mütehassıs olarak, çok fazla çalışarak, evimi de epey ihmâl ederdim. Cânan pek küçüktü ve evdeki hastalara bakar, elinde pembe iskemlesiyle dolaşarak “size Tofranil mi vermiş babam, o kabızlık yapar ama” derdi. Üst Göztepe’de otururduk ve vapurla gider gelirdim (A 10 otobüsü, sonra da B5 miydi ne, boğaz vapurunu zor yakalardım). Sevgili Dostum Tahir’le de o dönem, evde bu işlemi yaparken tanışmıştık (samimiyetimize vesile olan da Sevgili Kuzenim Murat Lâmi Akman’dı ve beni “ya bende hemofili varsa” diye işletmişti. Hâlâ da aynı muzipliğini korur ve iki tatlı kızın babası. Figen ve o da Cânan’ı kendi çocukları gibi severlerdi, eminim ki hâlen de değişen bir şey yoktur. Ev mahşer yeriydi gibiydi ve bir beyaz Renault arabam vardı. Cânan ona rumuz olarak pek bağlıydı, henüz Jaguar yoktu hayatımda ama Volvo markayla flörte başlamıştım. Birini alıp, üzerine ekleyerek yenisini satın alıyordum. Tırmandığım sosyo-ekonomik sınıfın icaplarıydı bunlar bence.

International Hospital’de hasta görmeye giderdim. Merhum Nedim Hoca, “Turgut Özal’ın hekimi” olarak tanınan pek sevdiğim Nöroşirurji Uzmanı Cengiz Aslan’la orada hasta görürdü. Hâlen de Nöro-Estetik diye bir merkezde icra-i tababet etmekte ve Nişantaşı’nda komşu sayılırız. O da sonrada kendi oğlunun beyim ameliyatına girmek gibi bir bahtsızlık yaşamıştır… Babam da pek takdir ederdi kendisini ve hasta paslaştıkları da olurdu. En son Atabek Ailesi’nin bir davetinde görüşebildik.

Neyse, dönelim hastalara…

Annede hafif derecede Tardif Diskinezi belirtileri de başlamıştı sanki ama hiç de şikâyetçi gibi değildiler. Kız ise suratındaki “ironi morbid” dediğimiz psikotik gülümsemeyle gelip gitmekteydi. İçgörüsü hiç yoktu annesininki ise tamdı ve “ben şizofrenim evlâdım” derdi bana.

Çağırdım personeli ve hemşireleri, tipik tutma pozisyonunda anneyi yatırıp, EKT’yi kendi ellerimle tatbik ettim. O zamanlar EKT’yi kendi ellerimizle yapardık, ev ev dolaşıp iyi para da kazanırdık. Hattâ Pederimin eski bir aletiyle de tatbik ederdik, Faradi için ise artık pek bir şey diyemeyeceğim ama bir TENS veya Akupunktur iğnesi batırarak, hafif dozla eletrik vererek hâlâ en ağır Konversiyonlular açılabilmekte. Hastaların ağzına burnuna kolonya tıkıştırmak veya tokat atmak gibi yöntemlere artık müracaat etmiyoruz.

Anne pek müteşekkirdi, kızı ise mütebessim ve “annemi sağlığına kavuşturdunuz Doktor Bey, minnettarız size” dedi. Gözlerim dolmuştu hafiften.

Kolay mıydı hem anasının hem de kızının bu mel'un hastalıktan mustarip olması.

Hele o zamanlar, şimdilerde olduğu gibi değil, bu meredin asla iyileşemeyeceğini de zannederdik. Çok sonradan bu değişti. Hattâ zamanlar şizofren zannettiğimiz pek çok kişinin aslında Psikotik Bipolar hastalar olduğunu biliyoruz günümüzde. Paradigma öyleydi o zamanlar.

İlâçlarını bizzat yazdım ve üzülmemelerini salık verdim çünkü asla kendimi düşünmek değildi ki amacım. Tek derdim inanlara yardımcı olmaktı. Nitekim öyle de oldu.

Anne ve kızı beraberce geldiler ve o zamanki odamda, üst kattaki, Sekreterlerden Ayşe ile çok gırgır hâtıralarımızın olduğu yerde gördüm. Neşe Pekpak da henüz bekârdı ve ikimizin odaları karşı karşıyaydı. Sonradan Kocabaşoğlu soyadını da aldı evlenince... Onunki ön kattaydı ve tam da avluya bakıyordu. Sevgili Mine Özmen de henüz taze uzmandı ve ilk evliliğini sürdürmekteydi. Şimdilerde o da muayenehânesine devam etmekte ve Sevgili Dostum Erol Özmen’le mutlu bir evlilik sürdürmekteler ( o da cinsel terapide uzmandır)... Kuru fasulye muhabbetimize pek güleriz her konuşmamızda. Evlerinde ağırlamışlardı da… Oğlu, Oedipus Kompleksi varsa eğer, onun tipik numunesidir.

Benimki sol arka cenahta, arka taraftaydı. Neşe’ninki tam avluya bakardı.

Psikologlar da arı gibi çalışırdı. Psikologların bulunduğu mekân ise arkadaki, şimdilerde Başhekimliğin bulunduğu kısımdaydı. Şirin de bunlar arasındaydı ve henüz emekli olmamıştı. Aralarında bana ilk Rorschach testini ısrarla yapan Raşel diye bir Musevi arkadaş da mevcuttu…

Bu test sonucunda “adımı ‘tipik bir şizofren’ diye” anmaya başlamışlardı ki, Sevgili Dostum Reha Bayar onu “Kerem’in babası Recep Doksat, bu testi bilmez mi” diye ikaz etmişti. Eh, hâlâ da bana birisi bunu uygularsa, istediği teşhisi koydurtacak kadar âşinalığım vardır. Hangi planşın neye delâlet ettiğini bildikten ve aradan altı ay geçmeden tekrar tatbik ederseniz, herkese kendinizi “şu veya bu hastalığı” var diye kandırabilirsiniz. Bilhassa renkli olanlara uygun cevapları vererek, psikoz veya kişilik bozukluğu” diye yutturmanız pek kolaydır. Daha fazla tüyo vermeyeyim ki, okuyanlar da aynı şeyi yapmasınlar.

Peder de hayattaydı henüz ama Nişantaşı’ndaki muayenehânemizde beraber hasta görmekteydik ve Anacığım da tek göz bir odada çamaşır yıkayarak ona yardımcı olurdu. Dilberler Mağazası’nın üst katındaydık ve 12 Eylül sonrasının sıkıntılı günlerindeydik. Pederim hâlâ Marmara purosunu tüttürür ve tez gözlü bir odada çile doldururduk. Ben bir yandan akupunktur yapar, bir yandan da psikiyatrik hastalara bakardım. O zamanlardan belliydi bu kadim tedavi yönteminin pek çok hastalıkta kullanılacağı Aslında hem Çin, hem de Uygur Türklerinin icadıdır…

Tahirler de, Bağdat Caddesi’ne paralel, 14 katlı bir apartmanda otururlardı ve sık sık görüşürdük ailecek. Henüz Neslim hayatıma girmemişti ama ilk izdivacım sürmekteydi.

Henüz o berbat deprem olmamıştı ve Türkiye Psikiyatri Derneği de kuruluş aşamasındaydı. Prof. Dr. Ayhan Arguner hayattaydı ve onun vizitlerinde de, daha asistanken, çok şey öğrenmiştim. Sonradan vefat edecekti…

Güneş ve Meral Kızıltan da yeni abayı yakmışlardı. Sanırım Meral Doçent, Güneş ise uzmandı.

Gerek Güneş, gerekse Meral EMG ve EEG konularında birer pirdir ikisi de. Ben de EEG’yi çok önemser ve kuşkulandığım her hastadan isterim. Bunun ehemmiyetini de gene Nedim Hoca’dan öğrenmiştik hepimiz. Prof. Dr. Naci Karaağaç, Prof. Dr. Naz Yeni, Prof. Dr. Erbil Gözükırmızı, Prof. Dr. Acar Baltaş… Hep ondan feyiz almışızdır.

qEEG’den pek anlamıyorum ama NP’de veya başka bir yerde yapılmış olanları tabii ki ciddiye alıyoruz Neslim’le beraber POLİMED’de.

Hâlâ da, Aksel’le beraber çalışıyorlar ama muyenehâneleri var mı, bilemiyorum.

Bu ana kızda da para söz konusu değildi. Sağlık Kurulu’ndan sorun olmaksızın rapor çıkarıldı; TD için de Meral beni kırmayarak botoks uyguladı.

Ana kızın yakınlarından birisi beni telefonla aradı bir gün ve “Kerem Bey, bunların hiç parası kalmadı, sâhip çıksanıza” dedi. İçimden” Hanımefendi, neden siz bunu yapmıyorsunuz da, topu bana atıyorsunuz” demek geçmedi desem yalan olur. İnsanlar sorumluluğu havale etmeyi pek severreler nedense.

Anne tamamen toparlandı ve Depo Nöroleptik Tedavisine aldım.

Kız ise asla tam düzelemedi ama hâlâ depo ilâçlarla hayatlarını idame ettirmekteler eminim ki.

Peki, kontrole geliyorlar mı?

Bize değil çünkü hayat çok pahalılaştı ama eminim ki Cerrahpaşa’daki poliklinikte takipleri iyi yapılıyordur.

Numan Konuk da şimdilerde Profesör, ablası da ilâhiyatçı, zarif bir hanımdır.

Neyse, anne tam şifa bulmuş gibiydi, kızı ise hep kısmî salâh (Parsiyel Remisyonda kaldı).

Günümüzde bu ilaçların bir kısmı ortadan kayboluyor, bâzısı bir anda piyasaya tekrar sürülüyor.

Daha sonra, en son yüz yüze görüşmemizde, ikisi de bana el salladılar ve bir daha görüşemedik.

Artık pek çok nöropsikiyatrik rahatsızlık başarıyla şifa olmasa da, salâh bulabiliyor. Dilerim bu böyle olmaya da devam edecektir çünkü her 1000 kişiden birinde Şizofreni hâlâ mevcut.

Bipolarite % 2 ilâ 30, hangi teşhis sitemini dikkate alıyorsanız.

Demem o ki, Vahşi Kapitalizm yüzünden ilâçlar bir ortaya çıkıp, pat diye kaybolmazsa, pek çok kişi daha çok fayda görecektir.

Ha, fundoskopik ve tam nörolojik muayeneyi de ihmâl etmiyoruz gerek duyulan hastalarda.

Lityum'a bağlı bir yalancı beyin ödemini başka nasıl anlayabiliriz ki?

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – Umut Dolu Zamanlar – 22.02.3015

 

 

 

 

 

 

 

BAZI PSİKİYATRİK HASTALARDA AYIRICI TEŞHİSTE “PÜF NOKTALARI”

$
0
0

Öyle birtakım temel kavramlar mevcuttur ki, bunlar asla eskimeyecek ve nöropsikiyatride, özellikle de Klinik Psikiyatride daima geçerliliklerini koruyacaklar.

Bu makalemi, konuyla ilgili olan hastalar, meraklılar, danışanlar, hasta yakınları… Herkes için klavyeye almaktayım.

Psikonevrozlar (Nörozlar diye de bilinir) denen tablolarda İçgörü yerindendir. Hasta, hastalığının semptom (araz) ve belirtilerini (sign) kendisine yabancı olduğunun farkındadır ve bunlardan kurtulmak ister. Hastalığının belirtilerini kendisinin yarattığının farkında değildir, bunlar bilinçdışından kaynaklanır. Klasik anlamdaki Histeri (Somatoform Bozukluklar, Dissosiyatif Bozukluklar, Vücut Şekline Takma Bozukluğu) vs. de bu gruba dâhildir.

Nevrotik hastalarda, “tamamen normal insanlarda” da görülebilen tek hallüsinasyon tipi Hipnagojik (uykuya dalarken) ve Hipnopompik (uykudan uyanırken) olanlardır. Halk arasında Karabasan diye de bilinen bu tablo genellikle yoğun stres dönemlerinde görülür. İçeri bir cin girebilir, kendisine tecavüz ediliyor gibi gelebilir ama kıpırdayamaz kişi. Ne zamanki bu hâl geçer, aslında saatler gibi gelen şeyin birkaç dakika sürdüğünü fark eder. Hattâ bütün olay süresinde de bilinç genellikle yarı-açıktır. Bazen bu da ciddi bir hastalık şeklini alarak, çok sık tekrarlayabilir. O zaman Narkolepsi’den ayırt etmek için Uyku Laboratuvarında tetkiki ve gerekiyorsa Uyarıcı (psikostimülan) veya REM Bastırıcısı birtakım ilaçlar verilebilir. Ben, ihtisasımın son dönemlerinde ve Pederim de ölüme yaklaşırken, hem aşırı çalışmaktan hem de üzülmekten birkaç kere bunları yaşadım. Üstelik Derealizasyon ve Depersonalizasyon da eklenmişti. Bu gibi Yabancılaşma (alienation) yaşantıları çok can sıkıcı, hattâ ürkütücü olabiliyor! Popüler kültürde ve hacı hoca tababeti diyebileceğimiz uygulamalarda, bunları hemen “içine cin girmiş” diye yorumlarlar.

Örnekler:

-Hipokpondriyak bir hasta bitmek bilmez yaygın ve sürekli değişen yakınmalarla müracaat ediyordu. Yakınları da kendisine ne yapacaklarını fena hâlde şaşırmıştı. Hemen her gün değişen tansiyon, nabız hızı, çarpıntı, mide-bağırsak problemleri ile gelirdi ve her seferinde ikna edici terapötik görüşme ve – çoğu zaman kaçınılmaz olarak da – birtakım ilaçlar verilerek evine yollanırdı. Bunlar tipik “hastalık hastasıdır” ve 24 saat sizi telefonla arayabilirler, soru sorarak zamanınızı ve emeğinizi zorlarlar. Bu durumları ellerinde değildir ve onlara kızmadan, tahammülle bunları dinleyip, yardımcı olmanız gerekir. Bu vaka da hâlen tedavimde ve aşkını, sağlığını, ilişkilerini, nabzını…her şeyini sorarak gelip gitmektedir.

-Monosemptomatik Vakalar:

1) Bir gözünün diğerinden iki milimetre daha küçük olduğunu takıntı (obsesyon) hâlinde, âdeta bozuk plak gibi sorgulayan Beyaz Rus kökenli güzel mi güzel bir kadıncağız, tam altı kere plastik-rekonstrüktif müdahaleden sonra, göz sinirindeki kesiğe bağlı olarak, düşük bir göz kapağıyla dolaşmaya başlamıştı. Aslında, avukat olan kocasıyla tatminkâr olmayan bir cinsel hayatı mevcuttu ve her şeyin sebebi de buydu. İlâçlar ve Hipnoz bir arada kullanılarak kısmen düzeltilebildi ama bir süre sonra tedaviyi bıraktı çünkü yeni arayışlar ve hekimler dolaşmak arzusundaydı. Gittiği bir sonraki hekim de muhtemelen bir psikiyatr değil, cerrah olmuştur ve insafına göre hareket etmiştir umarız. Genellikle bu tipler bütün piyasayı dolaşıp, bir gün tekrar gelebilirler (Karabatak Sendromu derim bunlara).

2) Öyle monosemptomatik vakalar vardır ki, artık, psikoz boyutuna ulaşırlar ve içgörüleri hiç kalmaz ama tek bir konudadır bu. Tipik olarak, genç bir hanım sürekli olarak vücudundan kötü kokular (gaz çıkarma ve büyük abdestle ilgili) çıktığına inanmıştı (hezeyan). Bunun dışında işlevselliği tamamen normaldi ve işine gücüne rahatlıkla gidip gelebiliyordu. Antipsikotik verdim ve psikoterapiye aldım. Böyle hastalarda sosyal kaçınma ve asosyalleşme, sonunda psikotik sürece kayma ve depresyon, hattâ intihar riski vardır. Bir süre sonra toparlandı ve hem antidepresan, hem antipsikotik, hem de psikoterapi üçlemesiyle yola devam etmeye başladı. Böyle hastalarımızda da doktor doktor dolaşma (Dr. Shopping) manzarası tipiktir. Ekseriyetinde de, beraberinde bir Kişilik Bozukluğu mevcuttur (özellikle A veya C grubundan). Meselâ aşırı Bağımlı Kişilik sorunu olan bir kadın, sırf kocasının gözüne girebilmek için, adeta bir “hastalık mucidi” hâline gelebilir çünkü günümüzde İnternet var ve oradan bakarak “bende şu da var, bu da mevcut” diye ikide bir müracaat edebilirler. Bu “obsesif meşguliyet” ise bâzen (hele ikinci ekseni Şizoid veya Paranoid ise) hezeyan hâlini alır ve işi gücü kendine yeni “teşhis imal etmek” hâline gelebilir. Bunlara “Thy should not Google on the Internet” diye esprili bir İngilizce lâf edilmiştir. Çünkü İnternette sörf yaparken, istedikten sonra, herkes, her türlü teşhisi kendisine veya bir başkasına koyabilir ve bu da âdeta “kutsal bir vazife” hâlini alabilir.

-Mütedeyyin bir genç hanım namazının sayısını kafaya takmıştı ve “günde beş miydi yoksa 25 miydi” diye takılmıştı. O derecede ağır bir Obsesif Kompulsif Bozukluk tablosuydu ki, yüksek doz SSGİ grubu ilâçlarla ancak kontrol altına alınabilmiş ve bir de tabloya “günahkâr olacağım, Allah beni cezalandıracak” şeklinde Fobiler eklenmişti. İkide bir abdest alıyordu ve tekrar namaz kılmaktan, ev işlerini dahi yerine getiremez olmuştu. Zamanla düşük doz antipsikotik de ekledik ve kısmen içgörü kazandı da, evliliği kurtulabildi. Bu sefer de oğlunun idrarını biriktirmeye başladı çünkü onun yeterince temizlenemediğine kafayı takmıştı ve orta hâlli bir diş hekimi olan kocasının dünyası da çok kararmıştı. Evde sürekli olarak idrar kokuyordu ve alınan ekmeği dahi sabunla yıkayarak temizlemeye başlamıştı. Daha da fenası, “Allah’a ve diğer kutsal değerlere sövme” tarzındaki Kompulsiyonları da artmış, henüz 6 yaşındaki oğlunu da deterjanla temizlemeye başlamıştı. Zihinsel kompulsiyonlarında ise sürekli olarak ailesini günahlardan arındırma temaları başlamıştı ve zaman zaman hallüsinasyon boyutuna dahi ulaşabiliyordu). Hem antipsikotik, hem SSGI + Antipsikotik verdik ve ayrıca EKT teklif ettik. Kabul etmekte zorlandılar ama 3 taneden sonra da içgörüsünü kazanarak, işlevselliğe döndü. Hâlen takibimizde olan bu vakada bu üçlünün yanı sıra, “İdame EKT” için de ikna edip, ayda bir kocasıyla gitmesini sağladık. Tabii, bıkkınlık, depresyon değil de demoralizasyondan dolayı, böyle vakalar da yeni arayışlara her zaman girebilirler. 4) Birtakım Monosemptomatik hastalardaki şikâyetler artık o derecede şiddetli olur ki, bunlarda aynen bir Şizofreni Hastasındaki kadar ciddi tedavi gerekebilir. Uzun süre solda siyatik ağrısı şikâyetiyle gelen ve usta bir Algolog (Ağrı-Bilimci) tarafından da tatbik edilmemiş tedavi yöntemi kalmamış olan genç ve güzel bir büyük Holding Sekreterindeki solda diz (patella) refleksinin alınamaması gibi nesnel bir muayene belirtisi de eklenince, anamnezi tekrar tekrar aldık ve sonunda, gene üst düzey bir yönetici olan erkek kardeşiyle aralarında hiçbir zaman ispatlayamadığımız ensest ilişki olduğu kanaatine vardık. Zaten her ikisinin de Rorschach testlerinde “yaşanılmış bir travmaya bağlı olması muhtemel ağır suçluluk duyguları” şeklinde rapor gelmişti. MMPI testlerinde ise “Nörotik Sınırlar İçinde ama güvenilirliği düşük profiller” çıkmıştı. Psikolog arkadaşımız “bunlar bir şeyleri, muhtemelen de ensesti (fücur) saklıyor Hocam” diye beni ikaz etmişti. Hiç yüzleştirme yoluna gitmedim ve antidepresanlar ve psikoterapiyle yola devam ettik. Bir süre sonra ikisi de evlendi ama her ikisinin de eşleri, “kardeşler arasındaki garip samimiyetten şikâyet ettiklerini” söylediler. İkisini de boşanmaları birer sene arayla gerçekleşti. Daha sonra ortadan kayboldular.

-Gene bâzı Somatoform Ağrı Bozukluğu vakalarında da iş psikoz boyutuna ulaşabilir. Şiddetli karın ağrısı sebebiyle defalarca Acillere giden, gereksiz yere yüzlerce enstrümantasyon (gereksiz tıbbî âlet kullanımı, skopiler vs.) ve tetkik yapılan bir hastanın ağrılarının tek sebebi Huzursuz Bağırsak Sendromu idi ve hipnoterapiyle birkaç seansta tamamen düzeldi. 1.5 sene kadar da antidepresan (Anafranil - klorimipramin) kullandı. Sonra da Bilişsel Davranışçı Terapiye (BDT) uzun süre devam ederek, bilinçdışı çatışmaları üzerinde çalıştık. Bir buçuk senede tamamen düzeldi ve tedaviyi sonlandırdım.

-Panik Bozukluk denen tablo aslında şimdilerde birkaç bölümde inceleniyor: Agorafobili, Agorafobisiz; Evrimsel açıdan “hatalı bir boğulma alarmıdır”; mide-bağırsak sistemini tutan semptom ve belirtilerle giden tipi de mevcuttur. Psikodinamik açıdan ise İd Anksiyetesi, ölüm fobisi, delirme endişesi gibi şeyler görülür. Aşırı soluk alarak boğulmadan kurtulma tepkisi tipiktir ve bâzen bu “hiperventilasyon” özerklik kazanarak, tek başına bir hastalık oluşturabilir. Seneler önce gördüğüm bir Sınırda Kişilik Bozukluğu vakası olan genç kızda bu o derecede şiddetliydi k, epey zengin olan ailesi, Avrupa’daki bir “Hiperventilasyon Uzmanına” kadar götürmüşlerdi. Ne benim müdahalelerim, ne de Avrupa’daki uzman işe yaramış ve babası da kahrından enfarktüs geçirip ölmüştü! Kesekâğıdına nefes aldırma tekniğinin işe yaradığına hiç şâhit olmadım. Çok kötü ise, yavaş yavaş, İntravenöz yolla Diazem yapılması hâlâ en radikal ama kalıcı ol(a)mayan çözümdür. Bu arada gene vurgulayayım;: Diazem IM (adale içine) yapılmamalıdır. Apse oluşursa sorun değil ama bir anda emilip, solunum depresyonunda dolayı ölüme sebep olabilir. Ayrıca, molekül ışığa çok duyarlı olduğu için, eskiden cehaletten dolayı yaptığımız üzere, Serum karıştırılıp, ışık gören ortamdan uzakta, yavaş yavaş uygulanmalıdır. Akut Migrende Novaljin (novamin sülfon) ve Diazem karışımı çok yaygın uygulanmakta ama bu yapılacaksa, her türlü acil yardım imkânı mevcutken ve IV (toplardamardan ve yavaş) uygulanmalıdır. Novaljin ampulü kırıp içmek Akut Migrende hârikalar yaratabilir.

-Yapay Bozukluk (Factitious Disorder – Düzmece Bozukluk) vakalarında ise, hasta, hastalığını kendisinin yarattığının farkındadır ve bundan bilinçdışı bir menfaati vardır. İçgörü tamdır.

Örnekler:

-Yaşlı Kadın Hasta. Çocukluğunda yeterince sevgi ve ilgi göremediği Tüberküloz ve zatülcenp (akciğer zarı iltihabı) tabloları yaşamış ve bir seneye yakın da sanatoryumda yatarak tedavi görmüştü. İlkokuldan beri spor yapardı ve eski “millî atlet komplelerden” birisiydi. Gençliğinde, o da psikiyatr olan kocasını, sürekli olarak hastalık icat ederek bizar etmişti. Adamcağızın Kanserden vefatından sonra bu hastalık yaratma artan bir ivmeyle devam etti. Her türlü Psikosomatik Hastalığı da (Migren, Yumuşak Doku Romatizması vs.) mevcuttu. Çok gençken yaptırdığı ve aslında gereksiz olan apandisit ameliyatından sonra pek çok kereler gerekli gereksiz hastaneye yatırttı kendisini ve gene psikiyatr olan oğlu dahi zaman zaman dayanamayarak, kendisine sertçe çıkışlar yaparak “yeter anneciğim” diyordu. Safrakesesi alındı, midesi için bir dünya ilâç verildi. Sonra bir gün (dul kaldıktan sonra) “mememden akıntı geliyor” diye aradı oğlunu. Genetik geçişli Yükselen Aort Anevrizması ameliyatını pek zahmet verdirdikten sonra kerhen yaptırtmıştı çünkü her an patlayabilirdi. Zaten böyle hastalar ufak tefek operasyonlara adeta neşeyle giderken, iş ciddiye binince de epey tereddüt ederler. Meme tetkiklerinde habaseti düşük olan meme kanseri çıktı. Onkoloji Profesörü de “merak etmeyin hanımefendi, yaşınız da ileri olduğu için, bu sizi götürmez” deyince aradığını bulmuş oldu. Lenf düğümleri de temizlendi ve tam şifa buldu. Gene de, karnındaki Teflon greft ve mustarip olduğu Hipertansiyon sebebiyle, sabah sporu yasaklanmıştı. İnat etti ve bunları sürdürdü. Bu arada, ikinci kattaki evine rahatlıkla tek başına veya yardımcı olarak tutulan Azeri ve Moldovyalı bakıcıların refakatinde inip çıkabiliyordu. Tabii ki, üst üste maruz kaldığı anestezilerden dolayı Minimal Bilişsel Bozulma de başlamıştı. Artık Psikiyatri Profesörü olmuş oğlu, hem eski bir asistanından, hem de çok iyi bir Nöroloji Profesöründen rica ederek, evde konsülte ettirtti. Fizik Muayenesinde Giridon Karnı denen, pek çok operasyona bağlı yara izleri (skarlar) mevcuttu. Bunlar için de estetik müdahaleden bahsettiğinde, oğlu isyan ederek “Anneciğim, yeter atık. Ne olur dur Allah aşkına” diye yalvardı. O da lâf dinledi bu sefer. Ama ok yaydan çıkmışı bir kere! Oğlunun öğretim üyesi olduğu fakülteden bir Ortopedi Profesörü ile gizlice temas etti (ismi lâzım değil) ve işlevselliği çok iyiyken, gelip gideni de bol olmasına rağmen, bu sefer de dizlerine protez taktırmayı takmıştı kafasına. İlk bahsettiğinde oğlu net olarak muhalefet etmişti ama o “peki evlâdım” diyerek susmuş, akabinde de kadim bir dostu olan, kendisi gibi dul bir arkadaşını (o hâlâ hayattadır) devreye sokarak, Emekli Sandığı hakkını da kullanarak, kendisini ameliyat masasına yatırttı. O profesör de aynı seferde iki dize protezi taktı! Trajedi de böyle başladı ve o zamana kadar hareket serbestisini koruyan, yemeğini pişiren, evine gelenleri ağırlayıp, birkaç kadeh rakısını da içebilen, pilavını ve meşhur köftesini ustalıkla kızartabilen, misafirlerini ağırlayabilen yaşlı kadın tamamen eve bağımlı hâle geldi. Ancak “altın beşik” yaparak iki kat aşağı indirip çıkarabiliyorlardı ve bu sefer de katarakt ve Sarı Nokta Hastalığı için ameliyat olmaktan bahseder olmuştu. Oğlu artık baş eğmişti, onu da yaptırttı bir arkadaşını devreye sokarak. Başarılı da geçti ve televizyonunu seyredebilir, gazetesini okuyabilir duruma geldi. Oğlu da o dönemlerde sıkıntıdaydı ve başka bir daireye taşınmıştı ama hemen her gün aramaktaydı. En az gün aşırı da ziyaretine gider, bazen onda kalır, arada da yeni gelin adayını tanıştırmaya getirirdi. Sonra bir gün telefon acı acı çaldı ve “yavrum, her tarafımda bir şeyler çıkıyor, bir gel hele” dedi. Fırlayıp gittiler karıkoca (artık evlenmişti ikinci olarak) ve bir baktılar ki, 80 küsur yaşına rağmen, o sporların ve iyi beslenmenin hazin hediyesi karşılarındaydı: Her tarafında yumru yumru metastaz tümörleri fışkırmaktaydı. Çaresizlikten ağladı oğlu ve hemen Onkoloji Profesörü dostu olan hanımefendiyi aradı. “Canım benim, henüz ‘kendi hâline bırakılacak vaziyette’ değil ama bu hâliyle de invazif bir kemoterapiyi kaldıramaz, sen karar ver” dedi. Bu bir ölüm fermanıydı aslında! Son demlerinde, yeni karısıyla beraber oğlu ve akrabaları, dostları hep ziyaretine gittiler Dul Kadının. O da hep şen şakrak muhabbet etmeyi sürdürdü. Oğlu, Pederinin vefatı da Akciğer Kanserinden dolayı ve elinde vuku bulduğu için mânen yaralıydı. Karısıyla son uğradıklarında, Türk bakıcısı da çok keyifsizdi, o da hüzünlüydü. Ama gene de gülümsedi Dul Kadın ve “babanı özledim yavrum, bırak artık beni” dedi oğluna. “Hiç öyle şey olur mu, saçmalama” filan diye geveledi oğlan ama sözün bittiği yerdeydiler. Hemen Süreyya Paşa Hastanesinde yer bulundu ve orada bakıma alındı. Dostları “siz biraz gidip istirahat edin” deyince, yeni gelinle oğlu “tamam” dediler, yarım saate kadar geliriz. Döndüklerinde ise çoktan ruhunu teslim etmişti. 20 dakikayla kaçırmışlardı son ânı ama acı çekmeden, etrafa gülücükler saçarak vefat ettiği söylendi. Kalbi ve akciğerleri iflas etmişti. Oğlunun dostları hemen her şeyi yapıyordu zâten; kısaca kefeni aralayıp alnından öptü anasının ve birkaç dakika ağladı. Sonra da câmi, defin ve dualar geldi tabii ki. O, gitmişti artık! Bu kadın Merhume Anam Neclâ Doksat’tı. Hâlâ onun usulündeki köfteyi yapıyorlar evde ve anacığımı yâd ederek yiyorum. Bu tecrübemi, Neslim’le beraber, Dünya Onkoloji (Kanser) Kongresinde de paylaştık gelenlerle…

-İstanbul’daki büyük bir Tıp Fakültesinde hizmetli olarak çalışan Orta Yaşlı Kadın Hastayı Nöroloji Başağrısı Birimi’nden yollamışlardı. Ortaokul mezunuydu. Sık sık gözleri iltihaplanıp akıyordu ve Tekrarlayıcı Herpes Konjonktiviti, Kollajen Vasküler Doku Hastalıları, Oftalmolojide görülebilecek her türlü şey taranmış ama bir şey bulunamamıştı. Amannezi alırken, bu göz rahatsızlıklarının sebebini anlayabilmek için, önce mahrem hayatını sorgulamaya –evlilik, iş ve arkadaş ilişkileri vs. – başladığımda, sıkıntısı gittikçe arttı ve sürekli olarak gözlerini ovuşturmaya başladı. Bir süre sonra ikisi de kan çanağına dönmüştü; bu arada da maaşının yetmediğini, ek gelir için fahişelik yaptığını, “müşterileri arasında personelden profesörlere kadar pek çok kişinin bulunduğunu” itiraf etmekteydi. Bundan aslında “pek de” zevk almadığını ama iki çocuğunun istikbalini düşünmek zorunda olduğunu da ifşa etti. Ayrıca, öz dayısı tarafından da genç kızlık döneminde tavizle tecavüz arası bir fena muamele görmüştü. Konuştukça nasıl ağır bir Travma Sonrası Stres Bozukluğu ve buna bağlı yalancı-fahişelik, bunun rasyonalizasyonu, günahkârlık duygularının İnkârı, Zıt Tepkiler Kurma ve Entellektüalizasyon yanı sıra, Somatizasyon Ego Savunmalarını kullandığı da aşikâr bir şekilde ortaya çıkmıştı. Hiç beklenmeyecek kadar çok kitap okuduğunu, Klasik Müzik dinlediğini, kazandığı paralardan arta kalanıyla konserlere gittiğini öğrenince çok şaşırmıştım. Belirgin bir “Maskeli, Somatoform Depresyonu” ve “Aleksitimisi: kendi duygularının farkında olamama hâli) vardı. Antidepresan yazdım ve düzenli terapiye çağırdım. Hemen akabinde, hiç şaşırmadığım teklif geldi: “Hocam, zahmetinizin karşılığında, ister odanızda, ister başka bir mekânda hizmetinize hazırım”. Buna gerek olmadığını, zaten elindeki sevk kâğıdının yeterli olacağını ve poliklinikte de yeterince zaman ayıracağımı söyledim. Gözlerini çok ovuşturmasının altında, bastırılmış suçluluk duygularının olduğu anlattım. O zamanlar taze uzmandım ve böylesine erken bir Konfrontasyonun (Yüzleştirmenin) hastayı kaçıracağını akıl edememiştim. Nitekim birkaç seans geldi, antidepresan da (fluoksetin (Prozac) vermiştim: hem kiloluydu hem de sıkıntısı çoktu) birkaç haftadan sonra kesti. “Bizim erkekler tombul kadın sever hocam, hem bu ilâç benim cinsel isteklerimi de azalttı” dedi. Biraz beklerse tam aksinin de olabileceğini izah etmem kâfi gelmedi ve bir daha da gelmedi (fluoksetin, uzun vadeli kullanımda spontane orgazmlara dahi sebep olabilir)...

-Vekâleten Munchausen Sendromu çok vahimdir. Hiç unutmam, minnacık bebeğinin idrarına büyük abdest karıştırıp getiren bir anne görmüştüm. Keza aynı şeyi kendi parmağından akıttığı birkaç damla kanla bulaştırarak bebeklerini Acil Servise getirip, büyük bir merakla olup bitenleri seyretmişlerdi birtakım ebeveynler... Böyle kişileri içinizden dövmek gelebilir çünkü o bebeklerin bir kısmı, bu işlemler esnasında, hayvanlar gibi “telef olabilirler”. Gene de bu insanlar hastadır ve şefkatle yaklaşıp, çocuğu o ebeveynin (çoğunlukla kadın) elinden tedavi gerçekleşinceye kadar uzaklaştırmak icap eder.

Kişilik Bozuklukları vakalarında ise, kişi şikâyetlerini kendisinin yarattığının genellikle farkındadır ama bunları yaratan bilinçdışı sebepleri bazen bilir, bazen bilemez. Kişilik bozukluğunun tipine göre bu farklılık gösterebilir. Hallüsinasyon ve hezeyanlara rastlanabilir.

Örnekler:

A KÜMESİ

Şizoid Kişilikli Adamlar ve Şizoid Kişilik Bozukluğu: İyi ki hastam olmadı, Zaman Makinası henüz icat olunmadı ama olsaydı da tedavi etmezdim. Tabii ki Einstein’dan bahsediyorum. Hâlen de öyle. İnsanlık tarihi boyunca büyük icatlara, keşiflere imza atan pek çok dâhinin grubudur bu. Asperger Sendromu (Bozukluğu) da bir örnektir. Eğer Einstein yaşamasaydı, hâlâ aşılamamış ve tam anlaşılamamış olan İzafiyet Teorisi de olmayacaktı. Tarihî açıdan da, Atatürk’e yazdığı mektupla Türkiye’de üniversiteyi kuran bilim adamlarını getirten ta kendisidir. Profesör Nash meselâ, Şizofrendir ama pre-morbid döneminde de Şizotipalmiş (tanıştım ve bal gibi de ilâç kullanıyor). Eğer öyle olmasaydı, Oyun Teorisini kim icat edecekti? Günümüzde de pek çok büyük kâşif ve mucit bu gruptandır. Evrimsel Psikologlara ve Psikiyatrlara göre ise, tarihte din kurmuş bütün büyük adamalar, Peygamberler, Veliler, Ermişler ya Şizofren, ya da Şizotipaldir. Bunlara Charles Darwin, Karl Marks ve Hans Asperger’in kendisi de dâhildir.

Gene de, daha önceki makalelerimde de belirttiğim üzere, bu iddiayı çok abartılı buluyorum ve kendi geliştirdiğim Assosiyatif Dissosiyasyonlar Teorisi uyarınca, İsa, Musa, Buddha, Konfüçyüs, Muhammed ve daha nice seçkin Psişeye sâhip insanların, aslında A Kümesi özellikler gösteren, Âkıl (çok akıllı), Hikmet sâhibi kişiler olduğu kanaatimi koruyorum. Pek çok bilimsel platformda, derslerimde ve Ulusal Kongrelerde bu görüşlerimi dile getirdim. Hiçbir bilim adamından itiraz gelmedi. Onlar da insandı ve mutlaka bu fenomenlerin bir izahı olmalı. Meselâ Muhammed için çok sık olarak “epileptik” derler. Bence hepsi (vahiyler) tamamen dissosiyatifti ve hepsi de Olaya Bağlı (event - related) ortaya çıkan, Ego’ya yabancı, Maddî - Manevî acı veren yaşantılardı. Devesindeyse ondan iniyor, evindeyse uzanıyor ve vahiy yaşantısı bitinceye kadar da ıstırap çekiyordu. Hayatı oldukça iyi bilinen insandır İslâm’ın Peygamberi. Günümüzdeki birtakım benzeri iddialarla ortaya çıkanlardan çok farklı olarak da, bir gün “bitti” dedi ve kesildi. İsa, Musa, hiç vahiy almayan Buddha da derin meditasyon içerisindeyken, birer “İlâhî Vecit ve Hipnotik Trans” içindeyken bunları yaşamışlardı bence. Çünkü böyle bir epilepsi türü olsa olsa Temporo-Limbik olandır (TLE). TLE’deki hallüsinasyonlar tekrarlayıcıdır ve kişi hep aynı şeyi tekrarlar. Meselâ böyle bir hasta vardı: Her nöbet geldiğinde, ilk gördüğü şeyi içiyordu, sonra da küfrü basıyordu. Muhtemelen amigdalaya kadar inen bir biyo-elektrik deşarj yaşamaktaydı. Böyle epilepsi dünya tarihinde görülmemiştir. Yaşananlar Dissosiyatif Trans Hâlleriydi ve “bir assosiyasyonla sonuçlandıkları için de, delilik veya Bozukluk belirtisi değirdiler”.

Marks ve Engels’in ütopyaları da, gene Şizotipal olduğunu düşündüğüm Hegel’den alınarak tersyüz edilmiş birer dinden başka nedir ki? Eflatun (Platon) ve Sokrates’in de bu gruptan olduklarını, daha doğrusu hemen bütün filozofların böyle olduklarını düşünmekteyim. Sanırım, hayatında hiçbir kongreye dahi iştirak etmemiş olan E. Kant’ta kombine A ve C Kümesi özellikleri varmış: Aseksüel ama aşırı dakik yaşamış büyük filozofun sokaktan geçtiği zamanlar, esnaf saatini ayarlarmış. Keza Sokrates de “evleniniz efendiler; karınız iyi çıkarsa mutlu, yoksa filozof olursunuz” diyen adamdır ve ünlü Savunmasında, günümüz politikacıları için de büyük hikmetlerden söz etmiştir…

Karl Popper’in bile en azıdan Şizotipal Çizgiler taşıdığını düşünmekteyim. Jean-Paul Sartre, Martin Heidegger, Anton Schopenhauer, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Friedrich Wilhelm Nistzsche… Hep böyle adamlardı diye kanaatindeyim. Nistzsche zaten Frengiden vefat etmişti ve arada genelevlere gitmişse de, muhtemelen bu illeti de bir homoseksüel ilişkiden kapmıştı.

-Ağır Şizoidler genellikle asosyaldir ve hemen hiç arkadaşları, dostları yoktur. Monoton, belli alışkanlıklarını hiç bozmadan sürdürdükleri, izole bir hayatları olur. Birkaç alan hâricinde pek bir şeyle ilgilenmezler. Yüksek zekâsı olanlarda depresyon, intihar veya varoluşsal sorgulamanın aşırıya kaçması tipiktir ve eğer intihar etmezlerse, filozof olurlar. Cinsel ilgileri de genellikle azdır, olursa da en kolay hedef olan hemcinslerini veya fahişeleri tercih edebilirler. Zâten homoseksüaliteyle filozofik yaratıcılık arasında ilginç bir bağ da var. Leonardo di ser Piero da Vinci (kısaca Leonardo da Vinci) buna güzel bir örnektir. Çırağı ve hizmetkârı Gian Giacomo Caprotti de Oreno ile çok sâdıkane bir ilişkiyi sürdürmüş. Başkalarıyla tensel temas kurmaktan hiç hazzetmez, çok az uyur ve hep çalışırmış. “Üreme faaliyeti ve bununla bağlantılı olan her şey o kadar iğrençtir ki, insanlar hoş yüzler ve duygusal eğilimler de olmasa kısa sürede yok olacaktır” demesi mânidar değil midir? Belli ki heteroseksüaliteden nefret derecesinde hoşlanmamıştı. Ha, tabii ki her filozof böyle değildi kuşkusuz ama dikkat çekici bir bağlantı değil mi (her ne kadar, kendisi panseksüel olan Freud kendisinin “erkek frijiditesi vakası olduğunu” düşünmüşse de)?

Şizotipal Kişilikli İnsanlar:

-Bunlar sıra dışı büyüsel inançlara ve garip davranışlara sâhiptirler. Bol bâtıl itikatları vardır. Dinsel ve politik sektleri kurabilirler. Her mevsimde Ortaköy ve Bodrum’da, Marmaris’te, yurtdışındaki benzeri tatil yörelerinde görebilirsiniz. Garip inançları, acayip düşünceleri vardır. Ruh çağırırlar, reenkarnasyonla, ispritizmayla ve tabiatüstü ne varsa onlarla ilgilenirler. Hippie Kültü (kültürü demek zor; Hollanda’da bir bölgede ve ABD’de pek az yerde hâlâ mevcutlar. Grup seksi, uyuşturucu, her türlü sapkınlık bunlar için makbuldür) buna bir örnektir. Tibet’te hâlâ Poliandri (bir kadının birden fazla erkekle evlenmesi / yaşaması) var. İşlevsel erkek bulamayan kadınlar, ortadaki sıradan bekârlarla evlenmek zorunda kalmaktalar. Rahiplerin hemen hepsi bu gruptandır, yâni Şizotipaldir. Daha doğrusu, yoğun dinsel ve mistik uğraşları olan, mistik yaratıcılıktan nasip almış, alan ve alacak hemen herkes bu gruptandır desek yanılmayız. Üstelik “kutsal olana ulaşabilmek” amacıyla bol miktarda uyuşturucu veya uyarıcı madde de kullanırlar

-Paranoidler

Bunların Paranoid (Hezeyanlı) Bozukluklardan ve Paranoid Şizofreniden tek ciddi farkları, ömür boyu böyle yaşamalarıdır. Stres (zorlanma) dönemlerinde geçici olarak psikotikleşirler, sonra temel işlevselliklerine dönerler.

Genellikle Şizoid olanlarda hem Paranoid, hem de Şizotipal belirtilere rastlanır. Ağır A kümesi kişilik örüntüleri ile C Kümesi çok kolay iç içe girer (Şizo-Obsesifler: eski ismiyle Psikastenikler bu gruptandır: OKB + Fobiler + Paranoid boyuta varan takıntılar vs.).

Çok büyük yaratıcıların bulunduğu gruptan olan bu insanların bilhassa kendisi psikiyatr olanları çok sıkını yaşar ve yaşatırlar.

B KÜMESİ

-Orta yaşlı bir hanım vardı. Çok da sigara içerdi. Zamanında tecavüze de uğramıştı ve illaki bunu ifşa etmek istiyordu. “Yapma, etme” dememe rağmen yaptı ama rahatladı mı? Hayır. Daha kötü oldu ve fırtınalı bir aşk hayatına başladı. Erkekleri âşık edip, sonra da popolarının üzerine düşürmekten büyük bir haz duyardı. İntihar eğilimleri yoğun olduğu için bir kere hastaneye yatırmak mecburiyetinde kaldım. Oradaki görüşmelerimizde kendisinden aslında nefret ettiğini, annesine karşı duyduğu suçluluk duygularını asla unutamayacağını ama tevekküle sığınıp, kendisini işine vermekten de başka çaresi olmadığını anlatmıştı. Daha sonra bana tipik ağır Paranoid Kişilik Bozukluğuna eklenmiş ciddi Depresyonu da olan bir erkek akrabasını yolladı. Üstü başı perişan, kendine bakımı ve ilgisi son derecede bozuk olan bu hastada intihar düşünceleri de mevcuttu bu genç adamın. O hâliyle evine yollayamazdım çünkü hele o yaşta, yapacak oldu mu, kimse engel olamazdı. Antipsikotik ve antidepresan başlayıp, Bilişsel Davranışçı Terapi başladım. Sürekli olarak karşı çıkıcı bir davranışı vardı ve kendisinden hiçbir yakınması yoktu. Yoktu da, bitlenmiş saçlarındaki sirkeleri ayıklayabilmek için, personel saçlarını bahçe makasıyla zor kesmiş ve defalarca yıkamıştı. Antik metinlerdeki Musa’ya benzer bir görünümde dolaşıp duruyordu. Hiç içgörüsü yoktu ve yasal olarak da zorla kendisini alıkoyamazdım. Çok ısrar edince, elinden imzalı kâğıt alarak taburcu ettim ama o dönem yaptığım şey ne kadar doğruymuş ki, hâlâ hayatta ve ortalarda sersefil de olsa, geziniyor. İşte, aşağıda bahsedeceğim kişilik sorunu tipikti…

-Sınırda (Borderline) Kişilik:

-Uzun süre bana tedavi için gelen bir karıkoca vardı ve kadının nörotik gibi gözüken yakınmaları bitmek bilmiyordu. Kocası hani onun kuklası tabiri caizse, emir eri gibi olmuştu ve ne söylese tasdik ediyordu. Hipnozla travma dolu geçmişini düzelttim, uğramış olduğunu anlattığı cinsel ve fiziksel tacizleri katartik (yeniden yaşattırarak açığa çıkarmak) yöntemle boşalttım. Tabii, bunlarda Fantastik Masallar Uydurma diyebileceğimiz “psödologia fantastika” da sık görüldüğü için, hâlâ anlattıklarından pek emin değilim. Her neyse, POLİMED’e son gelişlerinde, yanımda bir eski asistanım da mevcuttu, benden tedaviyi bir kâğıda yazmamı istediler. Ben de buna ikna olmadım. Gidecekleri hekim talep ederse yazabileceğimi söyledim. Kadın âdeta galeyana geldi ve nerdeyse üzerime atlayacaktı. Aklı başında bir insan olan kocası da şaşırmıştı ve karısını sakinleştirdi. Ben de, asistanımın şâhitliği altında, sâdece teşhisi bir pusulaya yazdım ve verdim. Vay ki vay, hızlarını alamadıkları gibi, beni kalkıp Tabip Odası’na şikâyet ettiler. İşimi en doğru şekilde yapmışım, teşhisi de yazmışım ve epikrizi de sonraya, talep üzerine yazmak üzere kendime vakit kazanmışım onlara da kazandırmıştım. Sınırda Kişilik Bozukluğu teşhisinin kayıtlara geçmesini bu insanlarda istemezlerdi sanırım. Peki, ne mi oldu? Tabii ki aklandım ama gerekli gereksiz bir sürü yazışma ve faksla uğraşmak zorunda kaldım. Sınırda Kişilik Vakalarında da Karabatak Sendromuna rastlıyoruz.

Sharon Stone’un oynadığı meşhur Öldüren Cazibe filmi bunlar için güzel bir örnektir. Bugüne kadar herhalde binden epey fazla böyle hasta gördüm ve terapileri pek zordur çünkü kolayca “baştan çıkarıcı” ve “flörtöz” davranabilirler.


-Histriyonikleri tanımak çok kolaydır.

Bunlar seksten başka her şeyi seksüalize ederler ve bir Borderline ile son derecede ayaklarınızı yerden kesen bir aşk yaşayabilirsiniz; Histriyonikler ise genellikle “gösterip de vermeyen” tarzındadır. Bir partide veya resepsiyonda abartılı kırmızı makyajı, süper mini eteği, yırtmaçlı derin meme dekolteli esvabı, iç gıcıklayıcı parfümü ve şuh kahkahaları ile erkekleri etrafına toplamış, yüzeysel takılarak herkese mavi boncuk dağıtan bir kadındır manzara. Eğer arzu ettikleri olmazsa, “Histeroid disfori: Reddedilmeye Karşı Aşırı Duyarlılık” göstermeleri tipiktir. Erkeklerde de benzeri şeyler görülür ama daha azdır. Genellikle derinlikleri yoktur ve bütün B Kümesi gibi, bunlar da “splitter” yâni akçı karacıdır. Grileri yoktur! Yâni eş seçerken B Kümesi Kişilik Bozukluğu olanlardan (genel olarak Bozukluk boyutunda olan hepsinden) kaçınınız. Kişilik Çizgileri (traits) ise hepimizde mutlaka vardır. Bozuklukla çizgiyi ayırt eden şey tamamen işlevsellik derecesidir. Zaten, Evrimsel Açıdan, erkek cinsiyeti Anisosyallikle, Dişilik ise Histriyoniklikle ilintilidir. Bu da türün devamı için olmazsa olmaz (sine qua non) bir temeldir.

-Antisosyaller de yasaların suç, ahlâkın ayıp, dinleri günah olarak gördüğü her şeyi yapabilirler. Yalnız, erkeklerde kadınlardan yaklaşık 3 misli fazla rastlanan bu tablonun asla asosyallikle karıştırılmaması gerekir. Pek çok megalomanyak lider, politikacı, iş adamı, devlet adamı, patron ve nitelikli dolandırıcı… hep antisoyallerden çıkmıştır. Bunlar ilk anlarda çok kandırıcı, parlak ve göz kamaştırıcı şekilde davranabilirler. Buna kanıp da tuzağa düşerseniz, mahvoldunuz demektir. Başınıza gelmeyecek belâ yok demektir. Hitler, Mussolini, Stalin, Lenin, İdi Âmin ve daha nice insanlık suçu işlemiş liderde bunu görürsünüz. Dekompanse bir narsisizmleri de vardır. Bunlarda genellikle, daha önceki makalelerimde bahsettiğim Hubris Sendromu da görülür.

C KÜMESİ

Bağımlı, Pasif Agresif (tartışmalı ama kesinlikle var), Kaçıngan, Anankastik (Obsesif Kompulsif) örüntülerin olduğu grup.

-Bağımlı Kişilik: Kocasının sözünden hiç çıkmayan, bu sebeple de bir türlü hiçbir konuda akılcı kararlar veremeyen bir tıp asistanı vardı. Senelerce tezini veremedi ama bu arada eşi profesör olmuştu. Ne zamanki boşandılar ve özgürlüğüne kavuştu, nihayet ihtisasını bitirdi ve yeni ilişkiler peşinde şimdilerde… Kocası olmadığında, gelen misafirler bir şey sorduğunda dahi şiddetli anksiyete yaşardı. Gene böyle bir evli çift gelmişti; kadın kocasının ağzına bakıyor, adam ise sâhibi olduğu kuaför merkezinde çapkınlık yapıp duruyordu. Bütün bunları sineye çeken kadın, gıkını çıkarmadan onunla yaşıyordu. Çiftler Terapisi için geldiklerinde âdeta “tekerin çomağına taş soktum” ve simbiyozislerini (ortak-hayat) bozup, kadının hür iradesini kullanacağı tavsiyelerde bulundum. Bir süre sonra, tam bir “acting out” ile kocasını boşayan kadın, bu sefer hızlı bir çapkın oldu ama hemen akabinde de ağır depresyona girdi. Hemen Venlafaksin (Efexor: Yeni nesil, güçlü bir triaminoerjik antidepresan) ve Bilişsel Davranışçı Terapi başladım, birkaç ay sonra şiddetli bir Mani Epizodu ile geldi ve derhâl kocasına dönmek istediğini söyleyerek sürekli ağlıyordu (Karma Mani). Kocası lütfedip tekrar evlendikten sonra “remoralize oldu” ve tepkisel olarak gelişen Mani de süratle düzeldi. Sonra ne mi oldu dersiniz? Koca aynı Bohem – Epiküryen hayata döndü ve kadına da parya (köle) muamelesi çeker oldu çünkü ağır bir Narsisistik Kişilik Bozukluğu vakasıydı. Karısının ilâçlarına ve terapisine karışıp, telefonla her dakika arayan bir tavır aldı. Bir süre sonra da, karısının ricalarına rağmen, psikiyatrik yardımı kestirip attı. Narsisistlerin öfkeleri çok yıkıcı olur!

-Kaçıngan Kişilik: Aynı asistanda bu belirtiler de çok belirgindi. Çok kırılgan bir Ego yapısı yoktu ama bağımlı olduğu nesne (ayrıldığı kocası) yanında olmadığı zamanlar, hiçbir kökten veya akılcı karar alamamıştı. Kuaförün karısındaki tablo da “kocasına biât eden, hiçbir şeyine karışmayan bir zavallı” konumuna düşmek olmuştu.

-Anankastik (Obsesif Kompulsif Kişilik ve Bozukluğu-OKKB):Her şeyi sürekli eleştiren, arabasını park ederken bile defalarca saydırtan bir hastam vardı. Aralıklı Patlayıcı Bozukluğu da bulunduğu ve güçlü kuvvetli bir erkek de olduğundan, karısını arada dövüp, sonra da pişmanlık duyuyordu. Sonunda kadının talebiyle boşandılar. Özünde çok yumuşak kalbi olmasına rağmen, adam o kadar yalnız kalmıştı ki, tek çocukları olan oğluna annesini tekrar kendisine döndürmek için yalvar yakar oldu. Daha ergenliği yeni bitiren oğlu pinpon topu gibi arada kalmıştı. Maddî sıkıntılar da ensesine binince epey yalnızlaştı ve Şeker Hastası da oldu. OKKB tablosuna Panik Bozukluğu ve Depresyon da eklendi. Terapilere düzensiz olarak devam ediyorlar, karısı başkasıyla da hiç olmadı ama onda da Distimia (Kronik Majör Depresyon: Müzmin Depresif Nöroz) gelişti.

-Pasif Agresif Kişilik Bozukluğu: Bunların çoğu kadındır ve tipik olarak “vermezler”: Yatakta, sosyal hayatta, beşeri münasebetlerde… Surat asma, sürekli mıymıntılık edip muhataplarını bıktırma, hayatı yakınları azından etme çok tipiktir. Klasik bir espri vardır: Karısının sürekli başının, eklemlerinin ağrımasında bıkmış olan Koca bir gün beklenmedik bir anda evine telefon eder ve karısı da “iyiyim, sağ ol” deme gafletinde(!) bulunur. Kocanın cevabı tipiktir: Aç şarabı ve en baştan çıkartıcı şekilde giyin. Şimdi eve geliyorum”!

BAŞKA TÜRLÜ ADLANDIRILAMAYAN KİŞİLİK BOZUKLUKLARI

Kendine Zulmedici, Sadistik ve diğer hepsinden nasibi olanlar bu grupta toplanır.

Gençliğimde böyle bir kız tanımıştım. İyi bir tahsili vardı ama nedense “fırça yemekten” müthiş keyif alırdı. Meselâ Belediye otobüsüne mi binerdi, mutlaka ters kapıdan inmeye kalkar ve şoförden azar işitince de memnun olurdu.

Sadistik Kişilik Bozukluğu olanlar arasında sırf Cinsel Sadizm yoktur. “Sıfırcı hocalar, takıp da illâki sınavlarda çaktıranlar” gibi “Entellektüel Sadistler” de o kadar fazladır ki.

PSİKOZLAR

Uzun uzun hepsini anlatıp da sizi sıkacak değilim; diğer makalelerimde bunlar var.

-Psikotik Hastalarda, ilke olarak, hasta hastalığının farkında değildir. İçgörü ya hiç yoktur, ya da zaman zaman bilişsel anlamda ortaya çıkabilir ama tam (emosyonel) içgörü, ilke olarak söz konusu olmaz.

Örnekler: Karadenizli bir hastam vardı ve dört başı mamur bir şizofrendi. Zamanında homoseksüel yaşantıları da olmuştu ama herhangi bir pişmanlık emaresi göstermemişti hiçbir zaman. İlkokul öğretmeniydi ve boylu poslu, yakışıklı da bir genç adamdı. Zamanla, ilaçlarını kendi arzusuyla tamamen kesti ve evlendi, iki de çocuğu oldu. “Uşakları” bana göstermek için ziyaretime geldiğinde tam şifa hâlindeydi ve “hap da yutmak” istemiyordu. Sanırım hâlen de iyi durumdadır çünkü gelmiyorlar.

Akut Çocukluk Şizofrenisi teşhisiyle takibe aldığımız bir kızımız vardır; 13 yaşında geldiğinde, bütün Schneider Belirtileri mevcuttu (gaipten ses işitme, düşünce yayınlanması, takip edilme, telepati, kafasının içinde birden fazla sesin yüksek sesle konuşması, kendisini yargılayan konuşmalar işitme, takip edilme, acayip yabancılaşma yaşantıları -déjà vu, jamais vu gibi- vs.) hep vardı. Yoğun antişizofrenik ilâçlar ve psikoterapi başladık. Bir sene içerisinde tamamen düzeldi ve pek de güzel bir genç kız oldu. Bilhassa annesinin ısrarıyla ve babasının da teyidiyle ilaçlarını azaltarak kestik. Bırakın bir nüksetmeyi veya kötüleşmeyi, tamamen şifa buldu ve kendi atı var, ona binmekte. Yurtdışında master yapmaya gitti bu yakınlarda. Son teşhisimiz Psikotik Özellikli Bipolar 1 Bozukluk oldu. Boyle hastalarda doğru teşhisin konması bâzen 10 seneyi geçer. Bu sebeple, karşımıza dört başı mamur “delilik: psikoz” tablosuyla gelen her hastaya bey danışana, önce Manik Depresif (Bipolar) olma hakkını tanımamız şarttır.

Nitekim bir zamanlar Cerrahpaşa’da aynı serviste iki Peygamber, bir de Allah vardı (bu örneği talebelerim hatırlayacak, öğrencilerim ise anımsayacaktır) ve o zamanki paradigma öyle olduğu için, hepsine de Şizofren deyip çıkmıştık. Hâlbuki bu adamlar servisin sevgilisi olmuşlardı ve tavla oynarken etrafı gülmekten kırıp geçiriyorlardı. Hemşireler, hastabakıcılar, hademeler ve bütün diğer personelin sevgilisi olmuşlardı. Bir gün vizitte Peygamberlerden(!) birine sordum: “Dün yeni vahiy aldın mı”? Kahkahalar içerisinde “Evet, tam da…” diye anlatacaktı ki, Allah olan seslendi: “Yalan söylüyor p….nk Hocam, ona hiçbir şey söylemedim”! Bu öbür Peygamber de teyit etti ve herkes gülmekten çatlıyordu. Eh, 2015 itibariyle düşünüyorum da, bu insanlar katiyetle Şizofren değillerdi. Neden mi: 1) Keyifleri bulaşıcıydı, 2) En yüksek Ego Savunmalarından olan Mizah (humor) ve kendiyle dalga geçebilme yeteneğini kullanıyorlardı, İçgörüleri yoktu, o başka. Nitekim hemen hepsi de hem Şizofrenide hem de Bipolar Bozuklukta iyi gelen antipsikotiklerin yanı sıra, özellikle o zamanlar akıl edip de verdiğimiz Duygudurum Dengeleyicilerinden (DDD: Lityum, Valproat, Depakin vs.) fayda görmüşlerdi. O zamanlar Topiramat yoktu daha; hani şu kilo da verdirten DDD…

Temaruz (Malingering, Numara Yapma) Vakaları ise gerçekten sıkıntı veren kişilerdir ve her şeyin taklidini yaparak, hekime zor anlar yaşatmaktan âdeta hoşlanırlar. Her bir şeyin bilincindedirler ve hesaplı, kitaplı davranırlar.

Örnekler: Böyle “sözüm ona hastalara” askerlikte, yatılı okullarda, temerküz kamplarında, hapishânelerde ve bizatihi tımarhânelerde çok rastlanır. Bir insanın akıl hastası olması, numara yapmayacağı anlamına asla gelmez. Gene de en tipik vakalar askerlikte görülür. Arkadaşları düşmanla vatanları için cansiperane vuruşurken, sır nöbete kalmamak veya vardiyaya çıkmamak için hasta numarası yapabilirler, komaya girmiş gibi yapabilirler. Bir kısmı tebeşir tozu içerek vücut ısılarının yükselmesini dahi sağlarlar. Diyarbakır’da gördüğüm bir Antisosyal er bu işin şahikasını sergilemişti: Bilerek kaynatılmamış, pisliğe bulaşmış su içip, Amipli Dizanteri olmuştu. Evine gidip anasının bakımı için yalvarıyordu ama unuttuğu bir şey vardı… Sabah akşam 500 mg Biteral (orinidazol) içince, bu meret ertesi gün geçer! Eh, ben de personelin gözü önünde hapı utturttum, sadece bir günlük revir istirahati verdim, kontrole çağırdım ve bir daha buna tenezzül ederse ve Poliklinik Defterine de “Temaruz” yazarsam, o askerliğin bitmeyeceğini anlattım. Bir daha gelmediler bu tipler!

(Devamı gelecek)

 

 

 

 

KÜRESELLEŞME, MATERYALİZM, BİREYSELLEŞME ve Sonrası…

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Devrimizin belki de en büyük sıkıntısı Küreyelleşme (glokalizasyon) ve sıkıntı. Yani her şey "yok mekânlarda" cereyan ediyor: Büyük havaalanları, oteller, hastaneler ve benzeri yerler. Her tarafta aynıdır bunlar

Günümüzde terörden ve anomiden bunalan insanlar, çareyi yok mekânlarda ve ne yapacağını bilemeden sürekli olarak TV’deki her biri birbirinden sıkıcı, itici tartışma programlarında bulmaktalar.

Her tarafta sürekli birbirini faşistlikle suçlayan kayıkçı kavgaları var ve hani kanalı açsanız karşınıza iktidar güçlerinin nasıl olup da devleti idare etmekte zorlandıklarını görüyorsunuz.


Gün geçmiyor ki bir şehit, bir vatan evlâdının ölüm haberini almayalım.

Bana gelen e-maillerin hemen hepsi ya şiddet ya da kınama dolu. Hemen herkes mevcut politik durumla ilgili bir şeyler yazıyor!

İnsanımız sevmeyi ve sevilmeyi mi unutmaya başladı, bilemiyorum.

Hangi kanalı açsanız, karşınızda aynı zatı, yani Devletlû’yu görüyorsunuz.

Merak ediyorum, bütün Baroyu ve diğer sivil toplum kurumlarının hemen hepsini karşısına alan ve infial içerisinde sürekli olarak hücum edilen bir kadro nasıl olup da hâlâ ayakta durabilmekte.

İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal alenen “Faşizm” diye haykırmakta, diğer hemen bütün kadrolar da muhalif durumda.

 

Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu (tanıştım, çok mütevazı bir insan) daha dikkatli ve ihtimamlı takılmakta ama Devletlû’nun müthiş öfkesini nasıl nezaketle geçiştirip (kendisi henüz Başbakan iken) nazikçe “Kızmayın Sayın Başbakanım” demişti…


Geçen gün Genç Dostum Mustafa Morgül bize yemek ısmarlarken sohbet ettik ve çok ümitliydi memleket hakkında. Bir İnternet gazetesinde iş bulduğunu ve yorumculuğa da başlayabileceğini anlattı. Hattâ beni de çağıracağını ekledi.

Demek ki güzel şeyler de olmuyor değil vatanımızda.

Her yerde sürekli şehitler, baskılar ve zulüm gırla gitmekte.

Bütün bunlara rağmen Ulusal Kanal, Halk TV ve seneler sonra tekrar karşılaşınca pek sevdiğim duayen (kıdemli) isim Cem Özer’in sunuculuğunu yaptığı +1 TV haricindeki yerlerde ve diğer mecralarda insanlara yaşama hakkı tanınmasına, medyada seslerini çıkarmalarına müsaade edilmiyor. Medyaya bakalım: Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, kamuoyunda tartışmalara yol açan Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın maliyetini 1 Milyar 370 milyon Lira olarak açıkladı. Şu ana kadar 964 milyon Lira’nın kullanıldığını, geri kalanın 2015 bütçesinden harcanacağını söyleyen Şimşek, Erdoğan’a alınan uçağın maliyetinin ise 185 milyon Dolar olduğunu belirtti. Türkiye ve dünya medyasının tartıştığı Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın maliyetini Maliye Bakanı Mehmet Şimşek açıkladı. Buna göre, saray için şu ana kadar 964 milyon Lira harcanmış. 2015 yılı bütçesinde ayrılan inşaat harcaması ile toplam maliyet 1 milyar 370 milyon Lirayı bulacakmış. Yine alımı Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde yapılan ve Cumhurbaşkanı seçildikten sonra kullanıma sokulan yeni Cumhurbaşkanlığı uçağı TC-Ana’nın maliyeti ise 185 milyon Dolar. Bugüne kadar sır gibi saklanan devletin iki büyük harcamasının boyutları Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda ortaya çıktı. Ak-Saray’ın maliyetini, Komisyondaki görüşmelere katılan Maliye Bakanı Şimşek açıkladı. Rakamların büyüklüğü muhalefetin tepkisini çekerken Saray’ın maliyeti ile tanesi 250 bin Dolar’a mâl olan 40 kişi kapasiteli 2 bin 462 yaşam odası veya biri 2 milyon liraya mâl olan 24 derslikli 685 okul yapılabiliyor.Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olduğu dönemde inşasına başlayıp, Cumhurbaşkanı olunca taşındığı yeni Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün maliyetinin 1 milyar 370 milyon Lira olduğu ortaya çıktı. Bugüne kadar 964 milyon Lira harcanan Ak-Saray’ın maliyeti inşaat tamamlandığında 1 milyar 370 milyon Lira’ya ulaşacakmış. Yine alımı Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde yapılan ve Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Türkiye’ye getirilerek kullanıma sokulan yeni Cumhurbaşkanlığı uçağı TC-TUR’un maliyeti ise 185 milyon Dolar. Bugüne kadar sır gibi saklanan devletin iki büyük harcamasının boyutları önceki akşam yapılan Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda gün yüzüne çıktı. Ak-Saray’ın maliyetini, komisyondaki görüşmelere katılan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek açıkladı.

***

Bu rakamlara, bir de bu dünya tarihinin en kocaman inşaat abidesinin kaçak olduğu tevatürü eklenmiş durumda!

Ağzını açtığı anda Dolar fırlıyor Devletlû'nun. Rekora koşmakta şu aralar!

Bize de komşular ve herhalde çaya gidersek huzura kabul ederler.

Sevgili Akrabam Can Ataklı dahi öfke ve çaresizlikten gerilmiş ve bu iktidarla mücadele edebilmek için yıpranıyor, dün Ulusal Kanal’da gördüm. Yıpranmıştı Can ve yeni evliliğinin lezzetini dahi alamadığı kanaatindeyim.


Aynı şeyi ta çocukluğumdan beri tanıyıp sevdiğim Uğur Dündar’ın yönettiği Halk TV programlarında da gözlemlemekteyim (kendisi de İstanbul- Ankara arasında mekik dokumakta. Geçenlerde konuğu Müjdat Gezen’di ve çok yüreklice bir çıkışla, her zamanki mizahi gücünü koruyarak “hodri meydan” kıvamında bir espri patlattı ve fıkralar anlattı.

Bakın, o kadar uğraşıp da Legion de Honor almayı başaran büyük bir edebiyat Ustası olan Yaşar Kemal de vefat etti. Nerede mi teslim etti ruhunu?


Çapa Tıp Fakültesindeki mütevazı bir odada. Beklerdiniz ki bu büyük Homerosoğlu (gene Merhum Cemil Meriç’inDemirciler Çarşısı Cinayeti” için kullandığı tasvirdi) şaşaalı ve özel bir hastanenin debdebeli odasında ölsüns işgali yüzünden göç etmek zorunda kalan Halime-Sadık Çiftinin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Nüfus cüzdanına ancak ilkokulda sahip olabilmişti ve doğum tarihi de kayıtlara 1926 olarak geçmişti.

Çocukluğu

Romanlarının ülkesi” Çukurova’da, gerçekten de roman gibi bir çocukluk geçirmişti. Evlerinde Kürtçe, köylerinde ise Türkçe konuşulurdu. Türkmen köyüne göç etmiş Van muhaciri ailesiyle köylüler arasındaki ilişkiyi, yıllar sonra. "Biz de kendimizi onlardan hiç ayırmıyorduk. Bütün köylülerle akraba gibiydik” diye anlatmıştı.

Talihsizce bir olay sonucunda bir gözünü kaybetmişti: Üç buçuk yaşındayken, evlerinin avlusunda koyun kesen halasının eşini izlerken, bıçak derisinden çıkan bıçak sağ gözüne saplanmıştı ve bu gözü görmez olmuştu. Bu olaydan bir yıl sonra da babası cinayete kurban gitmişti.

Babasını, Van’dan göç ederken ölümden kurtarıp büyüttüğü oğulluğu Yusuf, camide namaz kılarken kalbinden bıçaklamıştı. Bu olaya tanık olan Yaşar Kemal, kekeme olmuştu ve 12 yaşına dek konuşmakta zorlanmıştı. Yalnızca türkü söylerken kekemeliği geçiyordu. Babasının ölümüne çok üzülen Yaşar Kemal, uzun süre mezarlıkların önünden dahi geçememişti. Okur-yazar olduktan sonra kekemelikten kurtulmuştu. Babasının ölümünün ardından annesi, evli olan ve Yaşar Kemal’iniyi bir adamdı” diye nitelediği amcası Tahir’in ikinci eşi olurken, aile yoksullukla karşı karşıya kaldı. Yaşar Kemal ise “çocukluğunun krallığında” canının her istediğini yapıyor, âşıkların anlattığı destanları, eşkıya hikâyelerini dinleyip ileride romanlarda anlatacağı bir atmosferde kendisini geliştiriyordu. “Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor” kitabında çocukluğunu “Ben köyden ayrılıp şehre düşünce çocukların çocuk olduğunu anladım. Elbette çocuktuk biz de ama hiç kimse bize küçültücü bir davranışta bulunmadı. Bizim köyde çocuklar da insandı” sözleriyle aktardı.

Küçük yaşlarda ozanların anlattığı efsaneler, okudukları şiirler Yaşar Kemal’i derinden etkilemişti. Yaşar Kemal de küçük yaşına rağmen ozanlara öykünerek türküler, şiirler söylemeye başladı. Kendisiyle atışan görme engelli Âşık Ali’ninSen bu yaşta bu kadarsan sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın” sözleri onu çok mutlu etti.

Yaşar Kemal, Kürtçe konuşulan bir evde büyümesine karşın niçin Kürtçe yaz(a)madığı konusunda eleştirilere maruz kalmıştı. Cevaben de şunları aktarmıştı: “Evde çoğunlukla Kürtçe konuşuluyordu. Evdekiler kırık dökük bir Türkçe öğrenmişlerdi. Biz çocuklara gelince evde de dışarıda da hemen hemen hiç Kürtçe konuşmuyorduk. Evdekiler bize Kürtçe ne söylerse söylesinler biz onlara Türkçe cevap veriyorduk. Bizimkiler de bize hiç kızmıyorlardı. Ben şimdi Kürtçeyi ne konuşulursa konuşulsun anlıyorum. Uzun olmamak koşuluyla da konuşabiliyorum ama bir hikâye anlat derlerse anlatamıyorum. Tabii yazamıyorum da... Yazılanları da öyle pek anlayamıyorum. Türkçeyi ne zaman öğrendim, Kürtçeyi ne zaman anlamaya başladım anımsamıyorum”.

İlkokulu bitirdiğinde önünde iki seçenek vardı: Ya kendisinin ileride Karacaoğlan gibi bir âşık olacağından emin Âşık Rahmi ile Anadoluyu köy köy dolaşmak, ya da ortaokula gitmek... Uykusuz gecelerin ardından ortaokula gitme kararı almıştı. Öğretmenin kendisi için kasabanın zenginlerinden topladığı parayı kabul etmeyen Yaşar Kemal, Adana'nın yolunu tutmuştu. Çırçır fabrikasında çalışıp okuduğu ortaokulu son sınıfında maddi imkânsızlıklar nedeniyle terk etmek zorunda kaldı. Kuzucuoğlu Pamuk Üretme Çiftliği’nde ırgat kâtipliği, Adana Halkevi Ramazanoğlu Kitaplığında memurluk, Zirai Mücadele’de ırgatbaşlığı, daha sonra Kadirli’nin Bahçe köyünde öğretmen vekilliği, pamuk tarlalarında, batozlarda ırgatlık, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı. Çukurova’dan ve Toroslardan derlediği ağıtları içeren ilk kitabı "Ağıtlar", Adana Halkevi tarafından 1943’te yayımlandı. Yaşar Kemal 17 yaşındayken, İstanbul'dan Adana’ya sürgün gelen Arif Dino’nun “eskiyene kadar tekrar tekrar okuman için” diyerek 3 adet hediye ettiği ettiği Don Kişot romanından izlenimlerini, yüreğimde sakladığım birçok gizi açıklamıştı. Bir karanlığa gömülmüş, sonra da içimde bir yücelme olmuştu” sözleriyle aktarmıştı. İstanbul’dan Adana’ya sürgün edilen Ârif ve Abidin Dino kardeşler, onun yaşamında önemli yer tuttu.

Yaşar Kemal, Adana Kadirli’de arzuhalcilik yaparken “Komünizm propagandası suçlamasıyla” karşılaşmıştı. Evi birkaç kez jandarma baskınına uğramıştı. Folklor denemeleri, roman taslakları baskınlarda kayboldu. Hakkındaki bir ifade nedeniyle gözaltına alınıp tutuklandı. O günü, “Adana’da Kadirlili bir çocuk Komünist propagandası yaparken yakalanmış... Çocuğu çok dövmüşler, o da bildiği adların hepsiyle bir olmuş Çukurova’da Komünist Partisi kurmuş, ben de o kurucular arasındayım. Bir sabah candarmalar geldi, şangur şungur kelepçeler taktılar” diye aktardı. Cezaevinde kendisine, “senin ailen bana çok yardım etti, hayatımı kurtardı desem doğru olur ama bu hapishanede tek düşmanın benim. Benden kork. Kaatillikten, hırsızlıktan, ırza geçmekten düşseydin başım üstünde yerin vardı" diyen Eşkıya Hilmi’nin bıçaklı saldırısına maruz kaldı. Bir öyküsünü okuyan ve anlatımına hayran kalan mahkeme başkanının “buralarda durmayın. Sizi öldürürler, yazık olur” şeklindeki sözleri üzerine önce Ankara'ya Ankara’ya, oradan da İstanbul'a gider. İlk olarak 1951-1963 arasında Cumhuriyet Gazetesinde fıkra ve röportaj yazarı olarak çalışan Kemal, burada “Yaşar Kemal” ismini kullanır. Bu arada 1952’de ilk öykü kitabı “Sarı Sıcak’ı”, 1955’te ise bugüne dek 40’tan fazla dile çevrilen romanı “İnce Memed’i” yayımlar. 1962’de girdiği Türkiye İşçi Partisinde genel yönetim kurulu üyeliği ve Merkez Yürütme Kurulu üyeliği görevlerinde bulunur. Yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğrar. 1967’de haftalık siyasî dergi Ant’ın kurucuları arasında yer alır. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikasının kuruluşuna katılır ve 1974-75 arasında ilk Genel Başkanlığını üstlenir. 1988’de kurulan PEN Yazarlar Derneğinin de ilk başkanı olur. 1995’te Der Spiegel'deki bir yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargılandı, beraat etti.

Aynı yıl bu kez Index on Censorhip’teki makalesi sebebiyle 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkûm edildiyse de cezası ertelenir. Roman ve öykülerinde çoğunlukla Çukurova’da yaşanan insan dramlarını işlemiştir. Büyük şöhret kazanan “İnce Memed” romanı 40 dile çevrilirken, büyük dünya yazarları arasında yer alır. “İnce Memed’in” de aralarında bulunduğu 9 eseri filme çekilir. 2. Abdülhamit’in baştabibi Jak Mandil Efendi’nin Torunu Thilda Kemal ile evliliği ona dış dünyanın da kapılarını aralar. Türkçe, İngilizce, Fransızca ve İspanyolcayı iyi bilen Thilda Kemal, Yaşar Kemal’in, 17 eserinin yabancı dillere çevirisini yapar. 50 yıl evli kalan ve bir çocukları olan çifti ölüm ayırır. Yahudi kökenli olan Karısı Thilda Kemal, 17 Ocak 2001’de hayatını kaybeder. Yaşar Kemal, Ayşe Semiha Baban ile ikinci evliliğini yapar. Karısı Tilda Kemal’in vefatı sonrası Tilda ile Yaşar Kemal'in hikâyesini yazan Cengiz Çandar şu satırlarla anlatmıştır: “Onun için miydi, yoksa avlunun köşesinde süzgün bir fidan gibi bir kenara ilişmiş duran, Türk dilinin koca çınarı, dev cüsseli eşi için mi”?

Dünyaya geldiğinde adını Mathilda koymuşlardı. Osmanlı Bankası'nın Genel Müdürü’nün kızı. Padişah Abdülhamit’in Baştabibi Jak Mandil Paşa’nın Torunu. Paşa Torunu Mathilda. Onu tanıyan herkesin, hangi yaştan olurlarsa olsunlar, tek sözcükle seslendikleri andıkları göze batmayan, alçak gönüllü, zekâ kumkuması, zarif kadın: Tilda. Yahudi olarak doğmuştu, Abdülhamit’in baştabibi Jak Mandil Paşa’nın torunu idi ve Abdülhamit’in babası Sultan Abdülmecit’in yaptırdığı Teşvikiye Camii'nden Fatihalarla uğurlanarak, bir Müslüman mezarlığında son yolculuğuna çıkmıştı. 19. Asır Camisinde, 21. Asır başlarında bir hazin ve bir o kadar anlamlı törendi. Tabut, cenaze arabasına doğru omuzlarda yol alırken, neydi acaba o? “Son Osmanlı’yı mı uğurluyorduk; yoksa toplumumuzun harikulâde dokusunun, derinliğinin bugünlere ve yarınlara izdüşümünü mü izliyorduk? Doktoru cüzdanında “Kelime-i Şahadet” bulmuş vasiyet niyetine. Varoluşunda karınca emeği bulunan dev eşi ile sonsuz yolculuğun mekânında da ayrı düşmek istememiş. Mathilda doğdu, Tilda Kemal olarak Teşvikiye Camii’nden kalkıp, Müslüman mezarlığında uykuya girdi. Jak Mandil Paşa’nın Torunu, Osmanlı Bankası Genel Müdürü’nün kızı olarak büyümüştü. Bir gün yolu, Van’ın Erciş'indeki köklerinden fışkırıp, Toroslar'ın eteğinde Kadirli’de kök salan, Çukurova'nın bereketli toprağında yeşeren Yaşar Kemal’le kesişti. Yaşar Kemal, atalarının gözünü kamaştıran Süphan Dağı kadar heybetli, kendi gözlerinin eğitildiği Toroslar kadar vakurdu. Küçücük bir çocukken, kan davası sonucu, babasını bir Cuma namazında gözü önünde vurdular. Anadilini tam bilmeden, öğrenemeden dili tutuldu. Okuyamadı. Çukurova'nın kahrını yaşadı. Dili çözüldüğü vakit, Türk dilinin en yaman ustası olduğunu düşündü. Destanlar coğrafyasının çağdaş trubaduru, Türkiye insanının erişilmez dili o. Bir asırlık çınar gibi gövdesiyle, İnce Memed’in” kendisi. Türkçe'yle çıktığı dünya kulvarlarında bu halkın, bu ülkenin yüz akı. İnsanlığın büyük kültür ustaları ailesinin Türkiyeli yüce ferdi. Yaşar Kemal, Türk dili ile “Rabindranath Tagore'un kandili” ise, Tilda, o kandili tutan el idi.

Yaşar Kemal adını bilen ve sayan herkesin, Tilda’ya, dolayısıyla, teşekkür borcu vardı. Tilda, Türkçe, İngilizce, Fransızca ve İspanyolcanın tamamına her birinin anadili olanlar kadar hükmediyordu. Yaşar Kemal’in, dile kolay, 17 eserinin yabancı dillere çevirisi onun elinden çıktı. Dünya, Türkiye'nin usta lisan kuyumcusunun, bu halkın asırlardan gelen gür bilgelik ırmağının uğultusunu Tilda sayesinde öğrendi. Yaşar Kemal, bu efsunlu efsaneler toprağının içinden akan pınar idiyse de, Tilda ile çağladı. Efsanenin somutu olur mu? Somut olursa, efsane olur mu? Tek bir istisnasıyla olabilir ve oldu: Onunla, Tilda. Yaşar Kemal’in insanlığın dağarcığına kazandırdığı nice efsanenin, yazılmamış yaşanmış hâliydiler. Ne eşsiz bir buluşma. Kürt Yaşar ile Yahudi Tilda. Aşiret Çocuğu ile Paşa Torunu. Cami avlusundaki ayrılık töreni, paradoksal biçimde, bu şahane buluşmanın canlı anlatımıydı bir bakıma. 19. Asır ile 21. Asrın buluşması. Sanki Yaşar Kemal’in geçmişten alıp, geleceğe bırakmak istediği en unutulmaz destanın canlı gösterisi.

Yaşar Kemal, akciğer rahatsızlığı nedeniyle vefat eden hayat arkadaşı Thilda’yı (Tilda) şu sözlerle uğurlamıştı: Thildacığım, Sevgilim. Sana teşekkür ederim. Yaşadığımız bu güzel hayat için sana teşekkür ederim sevgilim. Korkma, sakın korkma. Biz namuslu bir hayat sürdük”. Yaşar Kemal hayatının aşkı Tilda Kemal’in vefatının ardından önce evini taşımış, ardından da hâlihazırdaki karısı eşi Ayşe Semiha Baban ile hayatını birleştirmişti. Yaşar Kemal'in evliliğine gerekçe olarak ise “yalnızlığa dayanamadığı” gösterilmişti. Artık, yeni hayat arkadaşı olan 1946 doğumlu Baban, eski Kültür bakanlarından Cihat Baban’ın yeğeniydi. 1970’te Beyrut Amerikan Üniversitesini bitiren Baban, Boğaziçi Üniversitesi İdarî Bilimler ve Pazarlama Bölümü’nü tamamladı. Ardından Harvard Üniversitesinde eğitim gördü. İyi derece İngilizce ve Fransızca bilen Baban, iş hayatına Boğaziçi Üniversitesi Ön Lisans Öğrenci İşleri Bölümünde başladı. Ardından, Sürekli Eğitim Merkezi Kurucu Müdürlüğü, İstanbul Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Dokümantasyon Merkezi Müdürlüğü, Yabancı Sermaye Derneği Genel Sekreterliği, Sandoz AŞ’de Dış İlişkiler ve İnsan Kaynakları Müdürlüğü, Novartis İletişim Koordinatörlüğü, OPEL’de Dış İlişkiler Koordinatörlüğü görevlerinde bulundu. Baban’ın sayısız dernek ve vakıfta da üyeliği var. Bunların arasında Halkla İlişkiler Derneği, Tarih Vakfı, Avrupa Danışma Kurulu, TESEV geliyor. 

Pek çok kez Nobel’e aday gösterilmesine karşın bu ödül kendisine verilmedi. Yakın dostu Zülfü Livaneli, Nobel ödülünün küçük hesaplar ve kıskançlıklar dolayısıyla Yaşar Kemal’e verilmediğini, “Sevdalım Hayat” kitabının 231. sayfasında şöyle aktardı: “Bir seferinde Yaşar Kemal, Nobel Ödülü'ne çok yaklaşmıştı. En güçlü aday olarak adı geçiyordu ve sonradan öğrendiğimize göre ödülü kazanamaması için hiçbir neden yoktu. Tam o sırada bazı Türkler ve 'Türkiyeli Kürtler' devreye girerek Yaşar Kemal aleyhine bir dedikodu çarkı çevirdiler. İsveç Akademisi’ne, Türk edebiyatını iyi bilmediklerini, aslında Yaşar Kemal’in Türkiye’de beşinci sınıf bir yazar olduğunu, sadece o çevrilmiş olduğu için ödülü ona vermenin haksızlık olacağını söylemişler. Bu arada bazı Kürtler de Yaşar Kemal’in Kürt olduğu halde Türkçe yazmasının Kürt kimliğini inkâr etme anlamına geldiğini öne süren bir kampanya başlattılar. Onlara göre Yaşar Kemal, Kürt halkının masallarını alıp Türklere mal etmekle görevli bir devlet yazarıydı. Lars Gustafson adlı İsveçli romancı Avusturya’da tanıştığı Diana Canetti adlı Türkiyeli bir yazarın Türkiye’de Yaşar Kemal’den daha ünlü olduğunu yazınca dayanamadım ve yazının yayımlandığı Expressen gazetesine bir açıklama gönderdim... Bu tartışmalar, zaten kıl payı dengeler üstünde duran İsveç akademisini ürküttü, Yaşar Kemal’e verecekleri ödülü ertelemeyi uygun görüp Patrick White’a verdiler”.


Çukurova’da başlayan edebiyat hayatında Yaşar Kemal, pek çok ödüle layık bulundu. Ünlü yazarın kazandığı ödüller şöyle: 1955 - Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün adlı röportaj dizisiyle 1955 Gazeteciler Cemiyeti Başarı Armağanı, 1956 - İnce Memed ile 1956 Varlık Roman Armağanı, 1966 - Teneke’den aynı adla uyarlanan oyunu ile 1966 İlhan İskender Armağanı, 1966 - Teneke oyunu ile 1966 Uluslararası Nancy Tiyatro Festivali Birincilik Ödülü, 1974 - Demirciler Çarşısı Cinayeti ile 1974 Madaralı Roman Armağanı, 1977 - Yer Demir Gök Bakır ile 1977 Fransa Eleştirmenler Sendikası En İyi Yabancı Roman Ödülü, 1978 - Ölmez Otu ile 1978’de Fransa’da En İyi Yabancı Kitap Ödülü, 1979 - Binboğalar Efsanesi ile 1979 Fransa Büyük Jüri En İyi Kitap Ödülü, 1982 - Uluslararası Cino Del Duca Ödülü, 1984 - Fransız Legion d’Honneur Ödülü Commandeur payesi, 1984 - TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü, 1985 - Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü, 1986 - Kale Kapısı ile 1986 Orhan Kemal Roman Ödülü, 1988 - TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü, 1988 - Fransa Kültür Bakanlığı “Commandeur des Arts et des Lettres” Nişanı, 1991 - Fransa Strasbourg Üniversitesi Onur Doktorası, 1992’de TÜYAP Kitap Fuarı Onur Yazarı, 1992 - Antalya Akdeniz Üniversitesi Onur Doktorası, 1993 - Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü, 1994 - Mülkiyeliler Birliği Rüştü Koray Armağanı, 1995 - Morgenavissen Jylaand-Pösten Ödülü (Danimarka) , 1996 - Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce Özgürlüğü Ödülü, 1996 - Kanun Sesi ile 1996 Akdeniz Yabancı Kitap Ödülü (Perpignan, Fransa), 1996 - VIII Katalunya Uluslararası Ödülü (Barcelona, İspanya), 1996 - Lillian Hellman/Dashiell Hammett Baskıya Karşı Cesaret Ödülü (New York, ABD), 1997 - Uluslararası Nonino Ödülü (İtalya), 1997 - Kenne Vakfı Düşünce ve Söz Özgürlüğü Ödülü (Uppsda İsveç), 1997 – Norveç Yazarlar Birliği Ödülü, Wole Soyinka ile ortak, 1997 - Frankfurt Kitap Fuarı Alman Yayıncılar Birliği Ödülü, 1998 - Frei Üniversitesi Berlin fahri doktora, 1998 - Bordeaux Yayıncılar Birliği Yabancı Edebiyat Ödülü, 2002 - Bilkent Üniversitesi fahri doktora, 2003 - Z. Homerus Şiir Ödülü, 2003 - Savanos Ödülü (Selanik) , 2003 - Türkiye Yayıncılar Birliği Yayıncılık Emek Ödülü, 2008 - Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, 2011 - Türkiye Gazeteciler Derneği Özel Onur Ödülü, 2011 - Grand Officier dans l’Ordre National de la Légion d’Honneur Nişanı, 2013 -Ermeni Krikor Naregatsi Nişanı. Demirciler Çarşısı Cinayeti romanında “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler, çekip gittiler” diyen Yaşar Kemal, bir süredir tedavi gördüğü hastanede bugün hayata gözlerini yumdu.

Ulu Çınar Yaşar Kemal 2 Mart Pazartesi, Teşvikiye Camisinde kılınacak öğle namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilecek. Gitmeyi düşünüyorum, Arapça bilmediğim için, Türkçe olarak dua ederim arkasından. Herhâlde zılgıtlar ve Kürtçe ağıtlar da gırla gidecektir.

Beklerim ki bütün devlet ricali de orayı teşrif etsin ve Devlet Töreni yapılsın. Hayatı boyunca Kürt kartı üzerinden destanlar, İnce Memed gibi şaheserler kaleme alan bu Koca Çınar kendini nasıl anlatmış, bakalım: Yaşar Kemal, Nigâr Hanım ile çiftçi Sadık Efendi’nin oğlu olarak aslen Van-Erciş yolu üzerinde ve Van Gölü’ne yakın Muradiye ilçesine bağlı Ernis (bugünkü Ünseli) köyünden olan bir aileden dünyaya geldi. Kendi anlatımına göre bir Türkmen köyünde tek Kürt ailenin çocuğu olarak doğup büyüyen Yaşar Kemal, evde Kürtçe, köyde ise Türkçe konuşurdu. Ailesi, Birinci Dünya Savaşından dolayı Adana'nın Osmaniye ilçesine bağlı Hemite (bugün Gökçedam) köyüne yerleşti. Beş yaşındayken, babasının camide öldürülüşüne tanık oldu. Ortaokul döneminde çeşitli işlerde çalıştı. Kuzucuoğlu Pamuk Üretme Çiftliğinde ırgat kâtipliği (1941), Adana Halkevi Ramazanoğlu kitaplığında memurluk (1942), Zirai Mücadele’de ırgat başlığı, daha sonra Kadirli’nin Bahçe köyünde öğretmen vekilliği (1941-42), pamuk tarlalarında, batözlerde ırgatlık, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı.

1978 yılında yaptığı bir söyleşide sanat çalışmalarına ilkokula başlamadan önce şiirle işe koyulduğunu ve okula başladığında “yaşlı halk şairleriyle çakıştığını” hatırladığını belirtti. İlkokulun son sınıfındayken arkadaşı Âşık Mecit, çok iyi saz çalarken kendisi annesinden ötürü sazı “berbat” çalmaktaydı. Bunun sebebini şu sözlerle dile getirmişti: “Benim saz çalamamamın sebebi var, anam âşık olacağım da diyar diyar dolaşacağım diye saza, âşıklığa düşman olmuştu. Onun tek çocuğuydum ve gözünden ayırmıyordu beni. Okulda, düğünlerde bayramlarda beni hep Âşık Mecit’le çakıştırırlardı. Âşık Mecit’le Kadirli’de bir kahvede bir gece sabaha kadar çakıştığımı şimdi iyice anımsıyorum” (merhumun Türkçesine hiç karışmadım, haddime değildir, büyük adamdı).

Ortaokuldan ayrıldıktan sonra folklor derlemelerine başladı ve 1940-1941 yılları arasında Çukurova’dan ile Toroslardan derlediği ağıtları içeren ilk kitabı olan Ağıtlar, Adana Halkevi tarafından 1943 yılında yayınladı. 1944 yılında ilk hikâyesi Pis Hikâye’yi yayınladı. Bunu, Kayseri’de askerlik yaparken yazmıştı. Bebek, Dükkâncı, Memet ile Memet öyküleri 1950’lerde neşredildi.

Kemal Sadık Göğceli adı ile çeşitli yayımlarda yazarken Yaşar Kemal adını Cumhuriyet Gazetesi’ne girince kullanmaya başladı. 1952 yılında yayımlanan ilk öykü kitabı olan Sarı Sıcak’ta da yer alan Bebek Öyküsü burada tefrika edildi.

1947’de İnce Memed’i yazdı fakat yarım bıraktı ve 1953-54’te ancak bitirdi.

Romanı yazma nedeni eşkıya olan ve dağda vurulan amcasının oğlunun vurulması olduğunu 1987 yılındaki bir söyleşisinde belirtti. Ayrıca aynı söyleşide, çocukluğunun eşkıyalığın içinde geçtiğini, dayısının “en büyük” eşkıyalardan biri olduğunu, o çevrede 1936’lara kadar beş yüze yakın eşkıya bulunduğunu ve bunlardan birinin de Kurtuluş Savaşında Kadirli’yi ilk örgütleyenlerden olan Karamüftüoğlu Ailesinden ünlü Remzi Bey olduğunu söyledi. Remzi Bey’in kendisine, ilk İnce Memed hikâyesinde “Çakırdikeni” diye yer alan diken hikâyesini anlattı ve Yaşar Kemal'le “eşkıyalığın felsefesini” yaptı. Dünyada ilk kez yayımlanan eseri, Bebek Öyküsü (semt) idi ve önce Fransızca’ya, sonra İngilizce’ye, İtalyanca’ya, Rusça’ya, Romence’ye ve diğer dillere çevrildi.

17 yaşından bu yana Sosyalist Politikanın içindeydi. 1961 Anayasasından sonra kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne 1962’de katıldı. Emekçi sınıfının tamamen yönetime gelmesini isteyen Kemal, Türkiye İşçi Partisinde sekiz yıl çalışmıştı ve faal yöneticilerden biriydi.

1987’deki bir söyleşisinde Türkiye’de bir Marksist partiye ihtiyaç olduğunu belirtmişti. Aynı söyleşideki “nasıl bir sol modelden yanasınız” sorusuna, şu cevabı vermişti: “Her ülke sosyalist modelini kendisi kurar. Sovyetler'in 70 yıldır yaşama geçmiş modelini kabul edemeyiz. Yüzde yüz bağımsızlıktır sosyalizm. Kişi bağımsızlığı, ülke bağımsızlığı, politik bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık, özellikle de kültürel bağımsızlık... Sosyalizmin başka bir anlamı yok benim için. Bu çağa gelinceye kadar kültürler birbirlerini beslemişlerdir, yok etmemişlerdir. Oysa çağımızda, kültürler kültürleri yok etmek için, bilinçli olarak kullanılmışlardır, emperyalistler tarafından. Benim için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir; bir çiçeğin bile yok olmasını, dünya için büyük bir kayıp sayarım”.

TİP’ten ayrılan yazar, sebebini partinin niteliğini yitirmesine, bürokratların eline geçmesine ve emekçilerden kopmasına bağladı. Sovyetler Birliği çökmesinin, sosyalizmin de çökmesi değil, tam tersine dünya sosyalizminin zaferi olduğunu 1993’teki bir söyleşisinde dile getirmiştir.

Usta Yazar Yaşar Kemal, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Yaşar Kemal, solunum güçlüğü ve kalp ritmi bozukluğu sebebiyle hastaneye kaldırılmıştı. Hayatını kaybetmesinin ardından konuşan doktoru, Prof. Dr. Mehmet Akif Karan, “günlük olarak basınla paylaştığımız bilgiler vardı. Her gün bilgi veriyorduk. Organ yetmezliği vardı. Üzerine eklenen bozucu faktörlerin etkisiyle kalp, akciğer ve diğer organların etkilenmesiyle ortaya çıkan bir durum. Yapay solunum desteği veriliyordu. Yarım saat önce kendisini kaybettik” şeklinde açıklama yaptı.

2014 Kasım ayında Bilgi Üniversitesinin kendisine “fahrî doktora” unvanı vermek için düzenlediği törene sağlık sorunları nedeniyle katılmayan Yaşar Kemal’in gönderdiği mesaj, adeta okurlara bırakılmış bir vasiyetti: “Bir, benim kitaplarımı okuyan kaatil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükumetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar”.

Türk edebiyatının en önde gelen yazarlarından biriydi. İlk öykü kitabı Sarı Sıcak’ta da yer alan Bebek Öyküsü ile ilk romanı İnce Memed, Cumhuriyet Gazetesinde tefrika edildi. İnce Memed, yaklaşık kırk dile çevrilerek yayımlandı ve kitaplarının yurtdışındaki baskısı yüz kırktan fazladır. Pek çok eserinde Anadolu'sunun efsane ve masallarından yararlanmıştı. PEN Yazarlar Derneği üyesiydi. Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk Türk yazardı.

Yaşar Kemal, Nigâr Hanım ile çiftçi Sadık Efendi’nin oğlu olarak aslen Van-Erciş yolu üzerinde ve Van Gölü’ne yakın Muradiye ilçesine bağlı Ernis (bugünkü Ünseli) köyünden olan bir aileden dünyaya gelmişti.

Kendi anlatımına göre bir Türkmen köyünde tek Kürt ailenin çocuğu olarak doğup büyüyen Yaşar Kemal, evde Kürtçe, köyde ise Türkçe konuşurdu. Ailesi, Birinci Dünya Savaşından dolayı Adana’nın Osmaniye ilçesine bağlı Hemite (bugün Gökçedam) köyüne yerleşmişti. Beş yaşındayken, babasının camide öldürülüşüne tanık oldu. Ortaokul döneminde çeşitli işlerde çalıştı. Kuzucuoğlu Pamuk Üretme Çiftliği'nde ırgat kâtipliği (1941), Adana Halkevi Ramazanoğlu kitaplığında memurluk (1942), Zirai Mücadele'de ırgatbaşlığı, daha sonra Kadirli'nin Bahçe köyünde öğretmen vekilliği (1941-42), pamuk tarlalarında, batozlarda ırgatlık, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı.1978 yılında yaptığı bir söyleşide sanat çalışmalarına ilkokula başlamadan önce şiirle işe koyulduğunu ve okula başladığında “yaşlı halk şairleriyle çakıştığını” hatırladığını belirtmişti.

Zaten sonradan Komünist olanların çoğunun öz geçmişlerinde bir hafızlık veya Kur’an hatim indirmişliği bulunabilir.

İlkokulun son sınıfındayken arkadaşı Âşık Mecit, çok iyi saz çalarken kendisi annesinden ötürü sazı “berbat” şekilde icra etmekteydi. Bunun sebebini şu sözlerle dile getirmişti: “Benim saz çalamamamın sebebi var, anam âşık olacağım da diyar diyar dolaşacağım diye saza, âşıklığa düşman olmuştu. Onun tek çocuğuydum ve gözünden ayırmıyordu beni. Okulda, düğünlerde bayramlarda beni hep Âşık Mecit’le çakıştırırlardı. Âşık Mecit’le Kadirli’de bir kahvede bir gece sabaha kadar çakıştığımı şimdi iyice anımsıyorum”. Ortaokuldan ayrıldıktan sonra folklor derlemelerine başlamıştı ve 1940-1941 yılları arasında Çukurova’dan ve Toroslar'dan derlediği ağıtları içeren ilk kitabı olan Ağıtlar, Adana Halkevi tarafından 1943 yılında yayınladı. 1944 yılında ilk hikâyesi Pis Hikâye’yi yayınladı. Bunu, Kayseri’de askerlik yaparken yazmıştı. Bebek, Dükkâncı, Memet ile Memet öyküleri 1950’lerde yayımlanmıştı.Kemal Sadık Göğceli adı ile çeşitli yayımlarda yazarken, Yaşar Kemal adını Cumhuriyet Gazetesi’ne girince kullanmaya başladı. 1952 yılında yayımlanan ilk öykü kitabı olan Sarı Sıcak’ta da yer alan Bebek öyküsü burada tefrika edildi. 1947'de İnce Memed’i yazdı fakat yarım bıraktı ve 1953-54’te bitirdi.Romanı yazma nedeni eşkıya olan ve dağda vurulan amcasının oğlunun vurulması olduğunu 1987 yılındaki bir söyleşisinde belirtti. Ayrıca aynı söyleşide, çocukluğunun eşkıyalığın içinde geçtiğini, dayısının “en büyük” eşkıyalardan biri olduğunu, o çevrede 1936 civarına kadar beş yüze yakın eşkıya bulunduğunu ve bunlardan birinin de Kurtuluş Savaşı'nda Kadirli'yi ilk örgütleyenlerden olan Karamüftüoğlu Ailesinden ünlü Remzi Bey olduğunu söyledi. Remzi Bey’in kendisine, ilk İnce Memed hikâyesinde “Çakırdikeni” diye yer alan diken öyküsünü de anlattı ve Yaşar Kemal’le “eşkıyalığın felsefesini” yaptı. Dünyada ilk kez yayımlanan eseri, bir Bebek Semti öyküsüdür ve önce Fransızca’ya, sonra İngilizce’ye, İtalyanca’ya, Rusça’ya, Romence’ye ve diğer dillere çevrildi.17 yaşından bu yana Sosyalist politikanın içindeydi.1961 Anayasasından sonra kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne 1962’de katılmıştı. Emekçi sınıfının tamamen yönetime gelmesini istediği için, TİP’te sekiz yıl çalıştı ve yöneticilerden biriydi. 1987’deki bir söyleşisinde Türkiye’de bir Marksist partiye ihtiyaç olduğunu belirtmiştir. Aynı söyleşideki “nasıl bir sol modelden yanasınız” sorusuna, şu cevabı vermişti: “her ülke sosyalist modelini kendisi kurar. Sovyetler'in 70 yıldır yaşama geçmiş modelini kabul edemeyiz. Yüzde yüz bağımsızlıktır sosyalizm. Kişi bağımsızlığı, ülke bağımsızlığı, politik bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık, özellikle de kültürel bağımsızlık... Sosyalizmin başka bir anlamı yok benim için. Bu çağa gelinceye kadar kültürler birbirlerini beslemişlerdir, yok etmemişlerdir. Oysa çağımızda, kültürler kültürleri yok etmek için, bilinçli olarak kullanılmışlardır, emperyalistler tarafından. Benim için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir; bir çiçeğin bile yok olmasını, dünya için büyük bir kayıp sayarım”. 

TİP’ten ayrılan yazar, nedenini partinin niteliğini yitirmesine, bürokratların eline geçmesine ve emekçilerden kopmasına bağladı. Sovyetler Birliği çökmesinin, Sosyalizmin de çökmesi değil, tam tersine dünya sosyalizminin zaferi olduğunu 1933’te dile getirmişti.

Bendeniz de ayaklarını Sağ’dan alan ama dünyaya ütopik de olsa, belki kurulur diye, “sosyalizm” denen ütopyadan bakan birisiyim.

Belli mi olur, bir gün gelir ve böyle bir dünya kurulur…

Bu aralar hayırlı bir şeyler olacak gibi, ileride paylaşırım.

Ölenlere selâm ola, hepimizin gideceği yer bir karış toprak değil mi zaten?

Allah rahmet eylesin, inanmış olsa da, olmamışsa da…

Bu aralar bizim TED’den de vefat edenler var. Bizim moderatör da gitmiş ve çok üzüldüm…

O da Diyarbakırlı ve tam bir Atatürkçü idi!

Hâlâ bu ülkenin aşure gibi olduğunu, mozaik olduğunu ummakta ısrarlıyım...

Yakında galiba Kayınpeder olacağım, kolay değil...

Hataylı bir aday mevcut da...

Mehmet Kerem Doksat – İyimser Günler – 01.03.2015

YAŞLILARDA TEDAVİ İLKELERİ

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bugünlerde Antalya’daki bir kongrede yaşlılardaki antidepresan ve antipsikotik tedavisinin temellerini anlatacağım.

Günümüzde yaşlanma, özellikle de aşırı yaşlanma çok büyük bir sorun. Toplum Pastasındaki yerleri de gittikçe artmakta!


2020 senesine kadarki ölümlerin ekseriyetini Duygudurum Bozuklukları, özellikle de Majör Depresyon oluşturacak.

Yaşlıların tedavisinde çok özel birtakım ilkeler vardır:

1)    Onlar ihtiyar yetişkinler değildir ve metabolizmaları da çok bozulur.

2)    Düşmeler ve kemik kırılmaları yüzünden kolaylıkla kilo kaybedilebilirler veya sıkça rastlanan romatizmal şikâyetleri için steroid kullanımına bağlı olarak, aşırı ödemden dolayı kilo alabilirler.

3)    Böbreklerinin yeterince çalışmaması yüzünden, bu organda iflas riski çok yüksektir.

4)    Karaciğer enzimleri de zayıflayarak, bedenin bu kimya fabrikası da ciddi sıkıntılar yaşar.

Klasik antidepresanlara bağlı olarak rahatlıkla düşmeler veya hipertansiyon gelişebilirken, intihar riski de bunlarda çok yüksektir.

Hattâ hazin bir deyim vardır: “Yaşlılar İntihar Etmezler, Kendilerini Öldürürler” denir. 14 yaşındaki kızını bu dünyanın lânetinden kurtarmak için astıktan sonra kendisi de darağacında saldıran bir vaka çok tipiktir (Almanya’da olmuş).

Demans tedavisinde kullanılan memantin gibi birtakım ilâçlar hem Duygudurum Dengeleyicisi, hem de bunamayı geciktirici tesire haizdir ve bunları genellikle yüksek dozlarda veririz. Meselâ Alzant Tablet 2x2 gibi dozlara rahatlıkla çıkılabilir (piyasada başka isimlerde de mevcut).

Kolinesteraz İnhibitörü İlâçlar da (rivastigmin gibi), hâlâ işe yarıyor.


Gene çoklu vitamin içeren birtakım preparatları genellikle eklemek gerekir. Çünkü pek çoğunda, hayatî öneme haiz olan C, D, B grubu, E, Biyotin gibi vitaminler veya maddeler de eksiktir.

Huysuzlaşan bir bunakta (msl. Alzheimer hastasında) gece altına kaçırmak gibi belirtilere de sık rastlanır). Buna Günbatımı Belirtisi de denir (sundowning).

Her türlü antidepresan rahatlıkla verilebilir gibi gözükse de, venlafaksin gibi yeni nesiller tatbik edildiğinde, hiç de beklenmeyecek kan basıncı yükselmelerine (hipertansiyona) veya tam aksine (hipotansiyona) rastlanabilir. Buna karşı tedbir olarak da birtakım ilâçlar veya ayaklarını yüksekte tutmak işe yayabilir. Çok sıkıntı çekiliyorsa eğer –ki ender değildir- norfenefrin (Novadral) veya Dopamin Analogları (Giludop) setten yahut kalçadan tatbik edilebilir. Eğer hipotansiyon veya kâlb ritmi bozulmaları olursa, Gizli Sempatikomimetik Etkili (yâni sempatik sinir sistemini hafifçe güçlendiren) Beloc Zoc Tablet gibi beta-bloker  ilâçlar da 25 ilâ 100 mg dozlarında verilebilir.

Nortriptilin gibi son derecede ucuz bâzı antidepresanlar nedense hâlâ ülkemizde bulunmamakta, pek çok ilâç da piyasadan bir kalkıp, akabinde kaybolmakta. Bir ara imipramin (Tofranil) bile tebahhur etmişti!

Sanırım Vahşi Kapitalizmin de bunda rolü çok büyük ve artık hekim reçetesi yahut tarifnâmesi olmaksızın, herhangi bir ilâcı da eczanede bulamamaktasınız.

Böyle insanlara dokunmak, gönüllerini almak ve sık sık hatırlarını sormak, onlara dokunup sevmek ve okşamak, bazen en makbul terapi bile olabilir. Merhum Annem'de de, son gününe kadar sık sık ziyaret edip, hâlini hatırını sorarak, sık sık arayarak bir nev'î "taktil (dokunarak, sarılıp öperek, hâl hatır sorarak) sevgi terapisi" uygulamıştık.

Sıradan bir yaşlının en az beş altı rahatsızlığı daha mevcuttur (hipertansiyon, kâlb yetmezliği ve benzerleri). Bütün bunlara bağlı olarak da ek marazlar ortaya çıkar kaçınılmaz olarak.

Tedavide “az doz başla, ihtimamla arttır ve çok yakından takip et ilkesi” çok önem taşır. İstisnalar da var tabii...

Bazılarında “Demansın Depresyon Sendromu” denen tablo gelişir ki, aslında bu ruhsal çökkünlük, gelmekte olan bir bunamanın habercisi olabilir.

Hele Altruistik (Diğerkâmca) intiharlara da sık rastlanır.

Hiç unutmam, Nişantaşı’nda ikamet eden ve çok da zengin bir ailenin tek yaşlısı olan bir hanımefendi her seferinde aynaya bakıyor ve “iyi günler efendim, nasılsınız” diye kendisine soruyordu. Burada, artık bu zarif kadıncağızın kendisine dahi yabancılaşması mevzuubahisti (otopsişik yönelimi de bozulmuştu).

Yâni böyle vakalarda Deliryum dediğimiz Akut Organik Beyin Yetmezliği (konfüzyon: zihin karmaşası) da ender bir şey değildir.

Bunu engellemek için mutlaka gözlerini açtığında ortalığı görebileceği kadar bir ışık kaynağının bulundurulması icap eder. Aksi takdirde, gözünü açıp da etrafında olup bitenleri algılamayan yaşlı, ortalığa idrarını veya kakasını bırakabilir (gatizm).

Bir kısım yaşlılar inatçı ve itici davranabilir, gıda ve ilâç reddi sergileyebilir.

Böyle durumlarda çok sabırlı olmak ve onlara sevgi ve ihtimamla yaklaşmak şarttır.

Gene bâzı ihtiyarlarda kâbuslar ve çok ağır uyku bozuklukları, cinsel açıdan uygunsuz davranışlar görülebilir.

Bir örnek vereyim: Son derecede dindar ve namazında niyazındaki bir hastada, gazeteden bulduğu adreslerden enine fahişe getirtip, onlarla tekrar tekrar cinsel ilişkide bulunmak, sonra da torunu yaşında kızları taciz etmek gibi şeylere rastlamıştık. Evdeki banyoyu hamama döndürmüştü, kurnalarla devamlı abdest alıyor, unutup tekrar tekrar Rus kadınlarla ilişkiye giriyordu.

Hem maddî hem de manevî yük bir yana, bulundukları mutaassıp muhitte aile de rezil olmaktaydı.

Sorunu çözmek için ailesiyle geldiklerinde bunun bunamaya bağlı olduğunu ve cezai ehliyetinin bulunmadığını da anlatmıştık ama ikna edemedik ve bir süre sonra tedaviyi de bıraktılar. Genellikle böyle durumlarda hekim hekim dolaşma ve başka yerlerde şifa bulma davranışına (Doctor Shopping) sık rastlarız.

Gene birtakım yaşlı-yaşlılarda, mahiyeti anlaşılamayan yaygın bedensel yakınmalara (“ağrılar, ah ve oflar, inlemeler”) sıkça rastlanır.

Böyle hastalar genellikle sağlık personeline karşı da öfke besleyip, onları şikâyet edebilirler. Polikliniklerde veya özel muayenehanelerde sıra beklemek onlar için ıstırap olabilir.

Geç yaştaki Duygudurum Bozuklukları ve Geç Başlangıçlı Şizofreni vakalarında ise, gene cinsel içerikli ve Dissosiyatif tablolara rastlanabilir.

Her yöndeki duvarlardan kendisiyle cinsî münasebet kurmak için birtakım iblislerin yahut Şeytan benzeri ürkütücü varlıkların geldiğini iddia eden böyle bir hastadaki Demansa Eklenen Deliryum tablosunu ancak damardan haloperidol (Norodol) vererek düzeltebilmiştim.

Fronto-Temporal Demans denen en vahim tiplerden birinde ise dezinhibisyon dediğimiz şekilde memesini orada burada açma, saçma sapan konuşma gibi tablolar görülebilir. Tabii, başlardaki bu belirtiler zamanla kaybolarak, hasta canlı bir cenazeye dönüşecektir ve yatağa bağımlı bir duruma girecektir.

Huntington Hastalığı gibi genetik temelli hastalarda ise istem dışı hareketlere, Pizza Sendromu gibi vücut postürü bozukluklarına sık rastlanabilmektedir.


Verilecek Biperiden gibi antikolinerjikler ise durumu daha da beterleştirip, tam bir kısır döngüye yol açabilir.

Çünkü vücutlarında torsiyon distonisi de dediğimiz, Pizza Kulesi'ne benzeyen kasılmalar ve titremeler ortaya çıkar.

Pzaa Kulesi benzeri bu tabloya bir Tardif Diskinezi (TD) formu olarak da rastlanabilir -ki bu durumda baklofen gibi GABA-erjik ajanlar, hattâ çok ağır klinik tablolarda EKT (elektrokonvülsif terapi) dahi düşünülebilir.

BBunların bir kısmı Meigy (Brueghel) Sendromunu andırabilir ve acilen tedavi edilmezlerse, intihara da kalkışabilirler.

Cerrahpaşa'dayken gördüğümüz bir erkek hasta bu sebeple canına kıymıştı!

 

Bütün İstemsiz Hareketler

 Bir başka sorun da Yaşlanan Reseptörler olarak anılır.  Yâni, iki tabaka yağ içerindeki protein yapısındaki bu reseptörlerin sayısında da ciddi azalmalar ortaya çıkar (down-regulation), sinsapslar daha da budanır (synaptic prunning) ve bu özel bağlanma noktaları hem evrimsel programla, hem de yaşlılığa bağlı olarak azalır ve hücreler de ölür (apoptozis).

Gene annemden örnek vereyim: Vefatından önce, pek çok tansiyon vs. ilâcının yanı sıra, günde 5 adet Cipram (citalopram) alıyordu ve en ufak bir yan etkisini de görmemişti. 

Her yaşta olabilirse de, acil durumlar için dil altı İsoptin (verapamil) gibi damar açıcı ilâçları her yerde bulundurmakta fayda vardır. İsordil (Adalat) hattâ Bebek Aspirini dahi akut durumlarda, en azından bir süre için hayat kurtarıcı olabilir.

Gene yaşlılarda (65 üstü), yaşlı-yaşlılarda (80 üzeri) tükürüğünü veya gıdayı yutarken asfiksi (boğulma) riski vardır.

Ustalıkla yapılacak bir Heimlich Manevrası hayat kurtarabilir!


 Kolinesteraz inhibitörü Rivastigmin gibi ilâçlar da etkili...


Özellikle tek başına ve yalıtılmış yaşlılarda alkol iptilâsı (addiction) da sorun olabilir. Selincro (nalmefene) ismindeki yeni bir drog da bu konuda ümit verici ve içilen gün özellikle olmak kaydıyla, her gün alınabiliyor...Beynin Ödüllendirme Sistemi üzerinden etki göstererek, alkol alımını çok azaltabiliyor. Tabii ki etkisi de Mu ve Kappa reseptörleri üzerinden olmakta...


Tabii ki her şey bitmiş değil daha ve hastalar kullandıkça göreceğiz etkisini

***

Gene Sessiz İdrar Yolu Enfeksiyonları bu yaş grubunda çok sıkıntı verici olabilir. Hiçbir yanma, sızı olmaksızın bunlara ve 
Pelvik Enflamatuar Hastalıklara (PID) kapılanlarda, sepsis (kan zehirlenmesi) çok ciddi sorunlara yol açabilir. Bilhassa yatalak ve dekübitus ülserleri açılmış bir hastada çok iyi bakım yapılmazsa, sür'atle kaybedilebilir çünkü şikayet de edemezler ve durumlarını anlatamayabilirler.


 

 

 

 

 

 

ACABA BİZİM SOYDAŞLARIMIZ ARASINDA KİMLER VAR?

$
0
0

Türkler ve Kızılderililer, New York’ta buluşup “Kızılderililerin aslında Bering Boğazını geçip Amerika’ya giden Türkler olduğu” iddialarını konuştu. Panelin sürprizi, DNA analizine göre Djigonasee kabilesindenim” diyen Türk doktordu. Türkler ile Kızılderililerin akraba olduklarına ilişkin tartışma, önceki gün ABD’de ilginç iddialarla alevlendi. New York’taki Türk Evinde düzenlenen Türkler ile Kızılderililer Arasında Ortak Bağlar” adlı panelde iki milletin benzerlikleri anlatılmış.

ABD’de faaliyet gösteren İstanbul Üniversitesi Mezunlar Derneğinin panelinde çok sayıda Türk, ABD’li ve Kızılderili bilim adamı konuşmuş: New York Başkonsolosu Mehmet Samsar’ın da seyrettiği panelde, iddialar uçuşmuş;

DNA örnekleri çakışıyor: Türkler ile Kızılderililer arasındaki bağların son yıllarda DNA testleriyle net şekilde ortaya çıktığını söyleyen Georgetown Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Türker Özdoğan’a göre, Orta Asya'daki Türkler ile Sibirya Türkleri ve Kızılderililerin DNA örnekleri çakışıyordu. Kızılderililer, Bering Boğazından Amerika Kıt’asına göç etmişti. En son MS 1233 civarında göç edenler de Cengiz Han’dan kaçan Uygur asıllı Türk gruplarıydı. Özdoğan, bu insanların Amerika’da Türkçeye benzer lisanı konuştuklarını belirtti. ABD’deki “Havasu” adlı kent de benzerliklere örnekti, çünkü bu isim Türkçedekiyle aynı anlama geliyordu. Türk ve Kızılderili kilim motiflerini ayırt etmek zordu. Zamanında, Atatürk de bu konuyla ilgilenmişti. 

Bâzı kabilelerle akraba: Aynı üniversiteden Profesör, iddiasına göre, “bütün Kızılderililerin Türk kökenli olduğunu söylemek yanlış olsa da, bâzı kabilelerle arada büyük benzerlikler vardı”. Balzer da Doğu Sibirya’da yaşayan Türk gruplarının Cengiz Han’dan kaçarak Bering Boğazından 800 yıl önce Alaska’ya göç ettikleri görüşüne katılıyordu. Kızılderililer ile Türkler arasında “ayı, kurt, kartal” gibi totem ve sembolleri aynı şekilde kullanılıyor. Rusya’da, Yakutistan’da yaşayan Türk kökenlilerle Kızılderililer arasında büyük benzerlikler mevzuubahis.

Alaska’daki Kızılderili grupların Demir işleme konusunda usta olması da bu göçten kaynaklanmıştı. Şamanlar, eskiden Türklerin doktorlarıydı. Bugün de Kaliforniya’da hâlen Şamanlar bulunuyordu. 

Gramerde Benzerlikler:

Michigan Devlet Üniversitesinden Prof. Dr. Timur Kocaoğlu, Türkçe ile Kızılderili lisanları arasında bağ olduğunu, bu bağın kendisini ortak kelimelerin ötesinde gramer açısından gösterdiğini anlatıyordu. Toplantıya geleneksel Kızılderili başlığıyla katılan ve sözlerine Türkçe “merhaba” diye başlayan ABD Doğu Yakası Kabileleri (Ayı Klanı) ve Oneida Kabilesi Başkanı Brian Paterson, Türkleri kardeş gördüklerini söylerken iddiayı daha da ileri götürüyordu: “Türk insanların ataları da belki de bu topraklardan göç etmiştir”. Ben de Kızılderili’yim: Panelin sürprizi, DNA çalışmalarıyla bilinen Dr. Levent Bozatlı’yla İstanbul’dan kurulan telefon bağlantısıydı. Dr. Bozatlı, yaptırdığı DNA analizine göre, köklerinin ABD’deki en büyük Kızılderili kabilelerinden biri olan Onedia kabilesi ile aynı olan Djigonasee klanına ait genler olduğunu açıkladı:  “Karım Hande Bozatlı'yla, İngiltere’de Oxford Üniversitesinde DNA analizimizi yaptırdık. Eşimin DNA’sı Avrupa kökenli, çıkarken benim DNA Djigonasee klanına ait geldi. Biz, Djigonasee klanının Kuzeydoğu Asya’dan başlayan hayatı, şimdi iki farklı coğrafyada, yâni Anadolu Asya ve Amerika’da devam ediyor”.

***

Gelelim Japonlara

Japoncanın günümüzde Altay Lisanları Familyasından olarak kabul edilmesi Japonların Türkler ile ortak atalara sahip oldukları iddiasını doğurur. Altay ile ile Türkçesinin  ortak bir “Altayca” dilinden türediğini iddia eder.

Altay Dil Teorisi dikkate alınmaz ise Japonların, Türkler ile ortak ataya sahip olan ve MÖ. 10.000 civarında Bering Boğazı’nı geçerek Amerika Kıt’asına giden Orta Asyalılar ile çok önceleri tanıştığı söylenebilir.

Kendini Türk olarak tanımlayan ve Türkçe konuşan insanlar ise ordusunda Türklerin bulunduğu Cengiz Han’ın Oğlu Han Oğlu Kubilay Han vasıtasıyla, 13. Asır’da Japonya’ya karşı savaşmıştır. Daha sonra Kaşgarlı Muhmud’un Divânu Lügati’t Türk isimli eserindeki dünya haritasında Japon adalarının belirtilmesi, iki kültürün birbirini bildiği intibasını doğurmaktadır. Mahmud divanında: “Çaparka=(Japonyalıların) ülkelerinin uzak olması, araya büyük denizlerin girmiş bulunması yüzünden dilleri bizce bilinemiyor” demiştir. Kâtip Çelebi de Cihanüma adlı eserinde Japonya’dan bahsetmektedir.

Haritalarda “Yaponya” olarak göstermiş, ülkenin idarî yapısı, dinî dili, ticareti, sanatı, ahlâkı, geleneği, göreneği hakkında bilgi vermiştir. Şemseddin Sami, Kamus-ul Âlâm isimli eserinde: “Çaponya yahud Çapon (Japon): Asya kıtasının münteha-yı şarkında ve Çin’in sevahil-i şarkiyyesi karşısında bir devlet olup, birkaç büyük ve birçok küçük adadan mürekkeptir” demiş.

Osmanlı ile İlişkiler (1876 - 1908)

Sultan İkinci Abdülhamid döneminde, 19. Asrın ikinci yarısında, Osmanlı  ile diplomatik ilişkiler başlamış. Bu zamana kadar ilişki olmamasının başlıca sebebi 1600-1868 yılları arasında hüküm süren Tokugawa Şogunlarının izolasyonist / muhafazakâr tutumlarıymış. Geleneksel Japonya, bu dönemde uluslararası siyasetten uzak durmaktaymış. Meijii ile başlayan Çağdaş Japonya ise, 1868’den sonra hızlı bir modernleşme programını uygulamaya koyarak, 19. Asırda büyük dünya güçleri arasındaki uluslararası rekabete katılır. 1870’lerde de Osmanlı ile diplomatik temaslar başlar. Başladıktan itibaren ortak düşman Rusya İmparatorluğu’na karşı siyaset bu iki devleti yakınlaştırmıştır.

Meselâ 1904-1905 Rus Japon Harbinde Japonya’nın galibiyeti, Rusya’nın kuvvetlerinin çoğunu Uzak-doğuya nakletmesi ve Karadeniz’deki taarruz kuvvetini azaltması Osmanlı’da büyük sevinçle karşılanır.

Tatminkâr mı?

***

Bu arada, gazetelerden bir okudum ki, Koca Kürt aydın ve Yazar Yaşar Kemal'in Nobel almasına, gene bir Ümit FıratYaşar Kemal’in Nobel almasına gene bir Kürt engel olmuş!

Kemal'in manevi oğlu sanatçı Ahmet Güneştekin’in “Bir Nobel Edebiyat Komitesi üyesi, bâzı Kürtler ve Türklerin kendilerine gelip ‘Yaşar Türk devletinin adamıdır’ dedikleri için ödülü Kemal’e vermekten vazgeçtiklerini söyledi” ifadesini mantıklı bulmadığını söyledi. “Konjonktürel ve sübjektif nedenlerin ödüllerin dağıtımında rol oynayabilmesine rağmen Nobel’in ciddi bir kurum olduğunu” söyleyen Fırat, başta böyle bir ifşaatın akla yatkın olmadığını belirtti. 

Bir dergiye verdiği demeçte “Kemal’in Nobel Ödülü’nü almasına engel olduğunu” söyleyen merhum Kürt gazeteci, yazar Mahmut Baksi’yi yakından tanıdığını ve söyleyen Fırat, “Özellikle 12 Eylül döneminde Avrupa’da yaşayan, başta Kürtler olmak üzere, siyasi sürgünlerin önemli bir kesimi Kemal’e itibar etmezdi” dedi. Ümit Fırat, “Yaşar Kemal’in yüksek sesle Kürt olduğunu söylemediği için devlete yakın durduğunun söylendiğini” savundu. 

Yaşar Kemal ile Baksi’nin İstanbul’da karşılaştıklarını anlatan Ümit Fırat, Kemal’in Baksi’yi görür görmez “köpek” diye bağırarak üzerine yürüdüğünü söyledi. Fırat, Baksi’nin olaydan sonra kendisine “Keşke biraz sakin olabilseydi, hemen orada elini öpüp, özür dileyip, gönlünü almaya hazırdım. Belki özür dileyecektim” dediğini ifade etti.

Ümit Fırat, Ahmet Güneştekin’in iddiasını o dönemi anlatarak cevaplarken, Yaşar Kemal’e dair bazı anılarını da T24'e şöyle aktarmış: “Ahmet’in iddiası bir yanıyla doğru. Evet, 12 Eylül döneminde ülkelerinden kaçmak zorunda bırakılan veya kaçabilmeyi başarmış olan ve başta İsveç olmak üzere diğer Batı Avrupa ülkelerinde yaşamakta olan pek çok Kürt arkadaşımızın o dönemde Yaşar Kemal’e tepkili olduğunu baştan beri biliyoruz. Bunu tabii Yaşar Kemal de biliyordu. Eğer yanlış hatırlamıyorsam 12 Eylül 1980 askeri darbesi esnasında Yaşar Kemal bir Avrupa seyahatindeydi ve darbe ertesinde Türkiye’ye döndü. Aynı günlerde Türkiye’den kaçıp ‘kurtulmaya’ ve Avrupa’ya ulaşmaya çalışan binlerce Türkiye yurttaşı Kürt, böylesi bir duruma tepki duymuştu. Türkiye’de yaşanan trajik durumu Yaşar Kemal gibi dünya çapındaki ağırlıklı bir insanla birlikte sürgünde yaşayarak teşhir etmenin önemli olduğunu düşünmüşlerdi. Ancak Yaşar Ağabey’in Türkiye’ye dönüşünün, dönemin Türkiye’sinde yaşıyor oluşunun, askeri rejimle mücadelelerinde ellerini zayıflattığını iddia ediyorlardı.”

‘Kemal, Kürdüm demediği için ‘devlete yakın’ deniyordu’

“Hattâ o dönem İsveç’teki Kürt diasporasının en aktif mensuplarından biri olan rahmetli Mahmut Baksi ve bazı Kürt arkadaşlar da tepkilerini Yaşar Kemal’in Nobel Edebiyat Ödülü almasına engel olmak için bazı kampanyalar yürüterek ortaya koymaya çalıştılar. Yine aynı dönemde Yaşar Kemal’in yüksek sesle kendisinin bir Kürt olduğunu açıklamasını istiyor ve bunu yapmadığı için de devlete yakın durduğunu ifade ediyorlardı. Bu, durum, yeni bir şey değildir ve Kürtler tarafından yıllardır bilinen bir şeydir.”

‘Güneştekin’in iddiası mantıklı değil’

“Ancak, Ahmet Güneştekin’in, bir Nobel Komitesi üyesinin kendisine özel olarak anlattığı iddiası bana mantıklı gelmiyor. Bir kere Nobel Komitesi üyeliği gibi kimlik kazanmış bir insanın Ahmet’e böyle bir ifşaatta bulunması, Nobel etiği bakımından pek akla yatkın gözükmüyor. Böyle bir şeyin mantığı da olamaz. Keza kim, nasıl Nobel Komitesi’ne gidip de ‘Yaşar Kemal’e ödül vermeyin’ diyebilir ve Nobel Komitesi de ‘Haydi sizin güzel hatırınız için Yaşar Kemal’e ödül vermeyelim’ der? Nobel, ciddi bir kurumdur ve böylesi ilişkilere fırsat vermesine de ihtimal vermiyorum. Diyelim ki Kürtler Nobel Komitesi’ne ulaştılar ve böyle bir temas kurdular. Peki, Ahmet’e bunu söyleyen Nobel Komitesi üyesi kendi itibarını, kurumun itibarını ve etik değerlerini hiçe sayarak ‘Biz aslında Yaşar Kemal’e Nobel’i verecektik ama…’ gibi bir cümle ile bunu aktarabilir mi? Keza böylesi bir dönemde bu mevzuyu gündeme getirmenin de, magazinel bir malzeme yapılmasının da çok fazla bir anlamı var mı?”

‘Siyasî sürgünler, Kemal’e genelde itibar etmezdi’

Mahmut Baksi’yi yakından tanırdım, Türkiye’ye geldikçe de benim misafirim olurdu. İsveç’te yaşayan çoğu Kürt ve solcu da onu tanırdı. O dönemde kendisi etkin bir lobicilik yapardı, İsveçli eşi de orada saygın ve önemli bir kurumda çalışırdı. Yaşar Kemal’i eleştirmek Baksi’ye has bir durum değildi. Ancak Baksi her yerde ‘Yaşar Kemal’in Nobel almasını ben engelledim’ demekten de geri durmazdı. 12 Eylül’den sonra Türkiye’ye gelmesi nedeniyle neredeyse oralardaki herkes Yaşar Kemal’e tepkiliydi. Türkiye’ye dönmek, o dönem ‘devlete teslim olmak’ olarak algılanıyordu, sekter bir anlayış hâkimdi. Özellikle 12 Eylül döneminde Avrupa’da yaşayan siyasi sürgünlerin, başta Kürtler olmak üzere, önemli bir kesimi arasında Kemal’e genel olarak itibar edilmezdi.”

‘Kemal, ‘köpek’ diyerek Baksi’nin üzerine yürüdü’

“1992 yılı güz aylarıydı. Mahmut Baksi İstanbul'a gelmişti. Aktüel Dergisi’nde bir röportajı yayınlanmış ve orada da ‘Yaşar Kemal’in Nobel almasını ben önledim’ demişti. O günlerde bir akşam, sık sık olduğu gibi, Baksi’yle Çiçek Bar’a gitmiştik. Ben önde, Baksi arkada içeri girdik. Yaşar Kemal dev cüssesiyle ayakta hemen barın girişindeydi. Tam beni görüp boynuma sarılmak üzereydi ki, birden arkada Baksi’yi fark etti. Beni bırakıp Baksi’ye doğru dönerek ‘köppek!’ diye üzerine yürüyerek bastı küfrü. Mahmut gerisin geri çıkıp gitti ve Yaşar Ağabey, onun benimle geldiğini fark etmemiş olmalı ki dönüp küfürlerinin tamamlanmamış kısmını da döktürüp hal hatır sormaya girişti. O da Nobel için Baksi’ye kızgındı. Olaydan sonra Baksi de bana, ‘Keşke biraz sakin olabilseydi, hemen orada elini öpüp, özür dileyip, gönlünü almaya hazırdım. Belki özür dileyecektim’ dedi. “1989, Kasım ayı başlarında TÜYAP Kitap Fuarı için sevgili ağabeyim, rahmetli Ahmed Arif İstanbul’a gelmişti. Editörü Ali Uğur, Ahmed Arif’i kadim ve yakın dostu Yaşar Kemal ile Kumkapı’da bir yemekte buluşturdu. Ben de o yemeğin davetlilerinden biriydim. Yemeğin bir aşamasında konu dönüp dolaşıp Nobel meselesine gelmişti. Yaşar Ağabey’e ‘Keşke o dönemde gelmeseydin Türkiye’ye. Bir askeri diktatörlük rejimi muhalifi olarak sürgünde yaşamak zorunda bırakılan sen de Nobel Ödülü’nü alarak Türkiye’ye coşkuyla ve çiçeklerle karşılanarak dönerdin, tıpkı Gabriel Garcia Marquez gibi’ diyerek sitemde bulunmuştum.  Bana biraz kızıp küfretmişti ama bu kızgınlık ve küfürler hep alıştığım davranışlarındandı.” Ümit Fırat, “Baksi’nin lobiciliği güçlüyse ve İsveç’te genel olarak Yaşar Kemal’den hoşlanılmıyorsa, bu durum, doğrudan değil ama dolaylı olarak Yaşar Kemal’in Nobel almamasında rol oynamış olabilir mi” sorusuna şu karşılığı verdi:  “Kanımca Nobel Edebiyat ve Barış ödüllerinin dağıtımında bazı konjunktürel ve subjektif nedenler öne çıkabiliyor. Politik tercihler öne çıkabiliyor ve özellikle baskı rejimlerinde yaşayan insanların ödüle layık görülebilmesi için muhalif olup olmadıklarına dikkat edildiğini de düşünüyorum. Tabii tek başına Baksi değil, ama o dönemde Yaşar Kemal’in ödül alamamış olmasında Kürt siyasi sürgünlerinin kısmen bir rolü olması da mümkündür.” 

“Bir dönem Türkiye’de ‘Yaşar Kemal Nobel’i aldı, alacak’ gibi bir hava oluşmuş ve adeta bir Nobel fetişizmi yaratılmıştı. Almaması da böylesi iddiaların öne çıkmasına yol açtı. Hatta Orhan Pamuk’un Nobel almasını hazmedemeyen ve kampanyalarla bunu protesto eden ulusalcı/devletçi çevreler, Yaşar Ağabey’in ölümünde de bu Orhan Pamuk ismini kullanmadan, dolaylı olarak aynı tepkilerini bu kez de, ‘Nobel, Yaşar Kemal’in hakkıydı’ diyerek ifade etmeye çalışıyorlar.”

***

Bundan çıkan şu: Meğer bu büyük edibimiz, kalkıp Bölücübaşı’nı telefonla aramış ve ona da Kürtçe sövmüş!

İbretlik değil mi?

Eğer bir gün nasip olur da, İmralı’yı ararsam, en son yapacağım şet sövmek olurdu...

Hâlâ ıslarla diyorum ki, hepimiz kardeşiz; hem de çoğumuzun hiç gözümüzle görmediği bir lidere bağlıyız ve “ne mutlu Türk’üm diyene” diyoruz.

Şivan Perver de, İbrahim Tatlıses de, Hülya Avşar da aslen Türkmen’dir.

Hâlis Türklerle Kütlerin tek ortak yolu da “barış” yâni “sulh” olmalıdır!

Yoksa bu ülke eyaletlere bölünür ve parçalanırsa, tek kazanan sömürgeci herkes olacaktır.

Hâlâ umudunu kaybetmeyen bir Çılgın Türk (Merhum Turgut Özakman’ın hayranı)

Şimdi Sarı Kanarya aradı ve Kızım beni aradı,,,

Daha ne istenir ki hayattan?

Bu arada, Sevgili Alper Kaya’yı düşündüm dün TV’de Stephen Hawking’i seyrederken…

Umutla ve hayata asılarak!

Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – İstanbul– 08.03.2015

ALPER KAYA'dan: BİR UZAY MASALI

$
0
0

“Bir çeşit felç geçiriyor, motor sistem kullanılamaz durumda” dedi Dr McCoy!

Revirdeki karantina kabininde hareketsiz yatan canlıdan belli belirsiz bir hırıltı duyuldu.

“Elimizde ne var doktor?”diye sordu Kirk.


McCoy, kabinin camından içeri baktı, insan görünümlü bu garip canlı ile ilk kez göz göze geldiler. Bir an duraksadı doktor, gözlerini kaçırdı. Kirk'e bakarak "ne istediğinize bağlı olarak bu değişir" dedi.

Revirin kapısı açıldı, Spock içeri girdi, sürgülü kapı kendine has hışırtısıyla kapandı. McCoy bir şeylerle ilgileniyormuş gibi arkasını döndü... 

Spock, "Kaptan, bir karadeliğe doğru sürükleniyoruz.Galaktik Konsey’in önerdiği çözüm işe yaramadı. Ana bilgisayar verilerine göre 1024 farklı gelecek seçeneği var.  Anlık gerçeklik akışını bulmamız için yeterli işlemcimiz yok" dedi.  Karantina kabinine yaklaştı, elini kabindeki el izinin üzerine yerleştirdi, diğer elini şakaklarına götürdü, karantina kabininin ışıkları soluklaştı, kobalt mavisi renge dönüştü.  Revir ışıkları birkaç kez kısa süreli kesildi ve oda karardı. Çok geçmeden acil durum ışıkları yandı. Odanın loş ışığında sadece Spock’un yüzü aydınlık görünüyordu. 

Spock, ortamdaki anlamsız sessizliği bozdu: "Tam olarak on sekiz milyar üç yüz on dört milyon yedi yüz on altı bin dokuz yüz kırk sekiz aktif nöronumuz var "dedi ve devam etti: "her nöronun en az 1000 sinaps yaptığını kabul edersek saniyede 108 işlem demektir. Bu da ihtiyacımız olan terraentegre Zettabyte hiper düşünce devreleri için yeterlidir. Yaklaşık 16 saat içinde bize karadelikten kaçış formülü verebilir"

McCoy Spock’a soğuk bir bakış fırlatarak Kirk'e döndü, ekrandaki görüntüyü işaret ederek:

"Ama oradaki dört bazlı bir çift DNA sarmalı. Kromozom analizi, bu canlının düpedüz bir humanoid olduğunu gösteriyor.  Bunu yapamayız. Galaktik konseyin bu konudaki kriterleri çok açıktır.  Terraentegre devrelerinin canı cehenneme. Bir humanoid bile olsa bir canlının ölümüne asla izin veremem dedi.

Kirk, sıkıntılı bir yüz ifadesiyle Scotty'e baktı, bir karar veremiyor, âdeta destek arıyordu.

Spock kaşlarını kaldırıp şaşkın bir ifadeyle McCoy'a baktı...

"Doktor, bu mantıksız" dedi. "Bir supermassive kara deliğin tam ortasına doğru sürükleniyoruz, ışık hızına yakın bir hızda girdapta dönüyoruz ve sonsuza dek kalacağız. Enterprise durdurulamaz ve buradan kurtulmanın tek yolu terraentegre hiper düşünce devreler... Oysa siz, pek çok benzeri olan dünyalıdan sadece bir canlının haklarını savunuyorsunuz"

O sırada geminin anons hoparlörlerinden sentetik bir konuşma sesi duyuluyordu.

"I Have mind.

It's a progressive degenerative disease of the nervous system.  I have had it for 50 years. I can not walk or talk. But I can write books, Travel the world and even float at zero gravity. Most Of the Mnd patients don't survive for 5 years. But a few,  like me, live longer."

Revirin kapısı açıldı, haberleşme subayı Uhura, nefes nefese içeri girdi. Kirk'e doğru ilerledi, heyecanla:

"Kaptan, tüm frekans bantları sessiz… Sadece kısa dalga frekans aralığında bir sinyal, sistem anonsunu ele geçirdi! Sinyalin kaynağı geminin içinde bir yerde"  dedi.

Spock, elini mikro kulaklığına götürdü, işaret parmağı ile kulaklığı hafifçe bastırdı. Birkaç saniye dikkat kesildi. Kirk'e bakarak, kaptan, bu frekans genlik modülasyonu kullanıyor, oldukça ilkel bir teknoloji. 1900 ler sonrasında dünyada yaygın olarak kullanılıyordu. Digitalize edilmiş insan sesi algılıyorum dedi. 

Spock, Dr McCoy'a şüpheci bir bakış fırlattı. Kirk'e baktı, McCoy'un arkasındaki karantina kabinini işaret ederek "kaptan, sinyalin kaynağı tam burası" dedi.

McCoy, humanoidin bulunduğu kabinin önüne geçerek kendisini siper etti, Kirk'e bakarak bunu yapmanıza asla izin vermeyeceğim! Gerekirse beynimi bağışlayabilirim diyerek ani bir hareketle fazer silahına sarıldı, ölümcül doza ayarlayıp kalbinin üzerine getirdi... Gözleri öfkeden büyümüş, bakışları sabitleşmişti... Scotty, Kirk ile göz göze gelmişti, Spock olanları soğukkanlılıkla izliyordu... McCoy titriyor, tetiği çekmeye hazırlanıyordu. Spock, ani bir hareketle elini McCoy’un ensesine götürdü, McCoy "ama o Hawking… " diyecek oldu, silah tutan eli gevşedi. Kirk, uzanıp elinden silahı aldı...

Kaptan, Uhura'ya dönerek,  "sesin kaynağı ile bağlantı kurabilir misin? "

Uhura, "çalışırım Kaptan" dedi, revirden koşar adım çıktı.

O sırada anons sisteminden alarm sesi duyuldu. 

"Kırmızı alârm. Saldırı tehlikesi! Bütün mürettebat görev yerlerine rapor versin"

***

Kirk, duvardaki haberleşme butonuna bastı. Kirk köprüyü arıyor! Uhura?

Kirk köprüyü arıyor! Mr Sulu?

McCoy seslendi: Kirk, burada bir şeyler oluyor, görmelisin dostum… Bunu görmelisin!

Spock iki elini arkasında birleştirmiş, sakin bir tavırla olanları çevreyi izliyor, yorumlamaya çalışıyordu.  Kirk karantina kabinine doğru birkaç adım attı, Kaptan! Sizi uyarıyorum, o canlı ilkel bir uygarlığın iletişim sistemini kullanıyor, tuzak olabilir… Dünya tarihi, 1942 Manhattan Projesi, 1945 New Mexico ve Hiroşima Little Boy, Uranium 235... Kısa dalga haberleş…

Konuşmasını bitirmeye fırsat bulamadan Scotty telaşla kapıya yöneldi, Kaptan ben makine dairesini kontrol edeyim, izninizle beyler dedi, telaşla revirden çıktı...

Kirk, “Spock ne demek istiyorsun?” dedi. Kaptan, sizi bir saldırıya karşı dikkatli olmanız konusunda uyarıyorum,  daha önce bir karadeliğe bu kadar yakın olmamıştık. Burada bilinmeyen bir uzaylı yaratıkla karşı karşıya olabiliriz"  

Revirin hoparlöründen cızırtılı bir ses duyuldu, Uhura "bağlantı kuruldu kaptan!"

Kirk, haberleşme cihazının butonuna basarak sorgulayan bir ifade ile "ben yıldız gemisi Atılgan'ın kaptanı Kirk…" dedi. Ortalıkta sessizlik hâkimdi…  sessizliği yine o cızırtılı, digitalize konuşma bozdu.

"Karım vitaminlerimi almadan önce sabahları bir uzaylı olduğumu söylüyor."

Kirk, anladığı dilde bir yanıt aldığına memnun olmuştu. Yavaş yavaş kendine gelmekte olan Mc Coy konuşmayı duyunca heyecanla "işte benim adamım" diye kabine doğru yaklaştı. Spock, yüzünde soğuk ve düşünceli bir ifadeyle Kirk'e baktı, dikkatle dinliyordu.

Kirk "Bunun bir şaka olmadığını nereden bilebiliriz? Sözleriniz hiç de yabancı gelmedi. Lütfen daha açık konuşur musunuz? "

"Oh elbette… Büyük patlama (Big Bang) ve kara delikleri; zamanın başlangıcını ve sonunu anlamaktaki ilerlemeyi başarmaktan mutluyum. Neredeyse kara deliklere ışık tuttuğumu söyleyecektim ama bu yanlış bir benzetme olabilir tabi"

Revirdeki gergin hava yerini sıcak ve samimi bir sohbete bırakmıştı. Yine de Kirk ve Spock temkini elden bırakmıyordu. Zorlu görevleri başarıyla tamamlamış, sıradışı durumları deneyimlemiş bir yıldız gemisi kaptanı olarak Kirk, ilk kez kendisini çaresiz hissediyor ve karar vermekte zorlanıyordu.

Kirk: "Espri anlayışınız oldukça etkileyici, gerçekten etkilendik. Fakat burada ciddi bir sorunumuz var. Bir karadeliğe doğru sürükleniyoruz, gerçek zamanla bağlantımız her an kopabilir ve 1014 farklı gelecek olasılığından gerçeğimizle uyumlu olanı seçebilmek için 20 saatten daha az bir zamanımız kaldı. Burada daha fazla şaka için harcayacak zamanımız yok. Şimdi gerçeği konuşalım" dedi.

"Gerçek mi? Hangi gerçek? Kaptan, sizden daha iyisini beklerdim"

Spock "Bir süper massive bir karadeliğe hızımız saatte 8 milyon Km’yi geçerek neredeyse iki kat hızla yaklaşıyoruz. Oldukça basık bir yörüngede ve bulunduğumuz yıldız tarihinde karadeliğin olay ufkundan yalnızca 40 milyar kilometre yani 36 ışık saati uzaklıktan geçeceğiz. Bu koşullarda süper massive bir karadelikle son derece yakın bir karşılaşma olacaktır. Bu konuda önerilecek bir çözümü değerlendirmeye hazırım"

"Eğer bir kara deliğe atlayacak kadar aptalca cesur bir astronotu seyrediyorsanız, saat 12’de atladığını varsayarsak, yatay ufuk çizgisinde geçecek ve kara deliğe girecektir. Fakat ne kadar beklerseniz bekleyin astronotun saatinin 12’ye geldiğini göremeyeceksiniz. Onun yerine, saatindeki her saniye daha uzun ve daha da uzun olacaktır, gece yarısından önceki son ana kadar. Astronotun saati gece yarısını gösterdiğinde özel bir şey fark etmeyecektir ve kara delikteki yatay ufuk çizgisinden geçtiğini de fark etmeyecektir, tabii ki spagetti gibi uzayıp parçalanana kadar…"

Kirk “Böyle bir çılgınlık yapmayacağız merak etmeyin. Biz, olasılıklardan en makul olanı için karar vermeye çalışıyoruz" dedi. Spock”, Kaptan, humanoidlerin espri anlayışı sizin için bir şey ifade edebilir. Fakat anlıksal gerçeğimiz değişmek üzere. Sizi mantıklı bir çözüm için terraentegre devrelerden yardım almak konusunda uyarıyorum"

"Kara deliklerin kuantum etkileri Tanrı’nın sâdece zar atmakla kalmayıp, bâzen onları görülmeyecek yerlere fırlattığıdır."

Kirk "McCoy bana bir çeyreklik bulabilir misin?"

Spock, olanlara anlam verememişti. Kaşlarını kaldırıp Kirk'e sonra ne yapacağını görmek için merakla McCoy'a baktı.

McCoy, boynundaki zincire asılı olan kutuyu çekip kopardı. Yuvarlak resim çerçevesine benzeyen madalyonu dikkatlice açtı. İçinde soluk renkli karşılıklı iki resim görünüyordu. Derin bir iç geçirdi, resimlere bir süre baktı. Resimlerin birisinin arkasından bir gümüş çeyreklik çıkardı. Kutuyu öptü ve cebine koydu.

Kirk "Spock, bizim için yazı-tura atar mısın lütfen? "

Spock: Kaptan, yerçekimi faktörünü sabit olarak kabul edersek sonucu size söyleyebilirim: Olasılık %50 olacaktır. Eğer geminin dışında bunu deneyecek olsaydık sonucu asla bilemeyeceğiz.

Kirk "Bunu söyleyeceğini tahmin etmeliydim Spock…"  Mc Coy'a dönerek "Doktor, hadi at şu çeyrekliği havaya dostum"

McCoy, Spock'a alaycı bir gülümsemeyle baktı ve çeyrekliği döndürerek havaya attı. Odada herkes pür dikkat paranın havada takla atmasını izliyordu.  Spock buna hiçbir anlam veremese de olaya kendisini kaptırmış gibi görünüyordu. Çeyreklik havada dönerek yükseldi, dönerek düşüyordu ki Kirk parayı havada yakaladı, avucunu yumdu. McCoy "yazı" diye bağırdı! Kirk, Spock'a döndü, "hile yok, yazı mı tura mı" diye sordu. Spock gayet sakin ve kendinden emin bir tavırla, "Bu, elinizin durumuna göre değişir Kaptan… Eğer parayı elinize dokunduğu andaki durumundan söz ediliyor ise bunu siz asla bilemeyeceksiniz. Benim elimde olsaydı parayı yatay durumdayken yakalasam bile paranın sahip olduğu yükseklik, kinetik enerji ve ortam değişkenleri faktörü nedeniyle yine de kesin bir şey söyleyemezdim. Buna cevap vermemeyi tercih ederim. " dedi. Bir süre duraksadı, Mc Coy'a dönerek "bir gümüş parayla gelecek hakkında karar vermeniz mantıksız" dedi…

"1980’de 20 yıl içinde tam birleşik bir teori bulmamızın 50–50 ihtimal olduğunu söylediğimi sanıyorum. String teorisi bu birleşik teorinin bir etkisi olacak. O zamandan beri birçok ilerleme kaydetmemize rağmen, evrenin bütün bir birleşik teorisine sahip değiliz. Yine de, hâlen 20 yıl içinde 50–50 ihtimalle tamamen birleşik bir teori bulacağımıza inanıyorum. Ama bu 20 yıl şu andan başlıyor.

McCoy "Kaptan, şunu söyleyecek misin yoksa bura iki süper zekanın derin sohbetini mi dinleyeceğiz?"

Kirk, elindeki kartlara çok güvenen bir poker oyuncusunun yüz ifadesiyle kabine doğru yaklaştı.  Mc Coy'la göz göze geldiler. Mc Coy huzursuz bir tavırla kabine sırtını dayadı, adeta korumaya almıştı. Kirk, kendine güvenen bir yüz ifadesiyle Mc Coy'a baktı, Mc Coy Kirk in bu bakışını biliyordu ve rahatladı. 

Kirk kabinin camından içeri baktı. "Kim olduğunu ve neden burada olduğunu bilmiyorum. Şimdi her kimsen senin de %50 şansın var. Ya o müthiş espri yeteneğinle bu cehennemden nasıl kurtulacağımı bize anlatırsın ya da kafatasını haloween kabağı gibi boşaltıp terraentegre bilgisayarımıza yedek parça yaparız! Şimdi karar senin.

Mc Coy şaşkın bakışlarla Kirk'i izliyordu. Onu hiç bu kadar tehditkâr görmemişti. Bir yandan da yıllardır tanıdığı kaptanın sağduyusuna güveniyordu.  Spock, "Kaptan, sesinizdeki tondan duygusal yoğunluk hissediyorum. Karar vermek için doğru bir zaman olmayabilir"

"Şüphesiz yüzyılın en büyük bilimsel figürü Albert Einstein’dır. Uzay ve zaman hakkındaki fikirlerimizi izafiyet teorisi ile değiştirmiştir. Denir ki, uzay ve zaman sadece olayların yer aldığı sabit bir taban değildir, onlar evrenin madde ve enerjisi ile sarmalanmıştır. Halen genel izafiyetin imaları hakkında çalışıyoruz.

Spock: "Dünya bilim tarihini bildiğinizi kabul edersek bunun bize şimdi ne faydası olacak? "

Hoparlörden acil durum sireni duyuldu. Kaptan, haberleşme butonuna bastı:" Mr Sulu, durum raporu verin lütfen!

Mr Sulu: "Kaptan, radyasyon bölgesine girdik, kalkanlara güç veriyoruz. Ana motorları soğutmaya başladık. Sürüklenmeye karşı kullanacak güç azalıyor"

Kirk, yumduğu avucunu açarak elindeki parayı kabinin camına vurdu, "senin için de yazı tura atmamı ister misin?

"Bu hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Size akademide neler anlatıyorlar merak ediyorum doğrusu. Oxford'da birkaç dersimi izleyen asistanım bile bunu bilir. Şimdi size ders verecek değilim. Ama neden burada olduğuma dair bir teorim var. Schrödinger haklıydı. Aynı anda evrenin pek çok yerinde olmak mümkündür. String teorisinin kayıp parçasını şimdi buldum. Elbette rezonans faktörü vardı. Bunu daha önce düşünemediğim için kendime kızıyorum. Son olarak size önerebileceğim tek kaçış yolu, Hawking radyasyonu olabilir. 

Spock: "Bu mantıklı kaptan.  Karadelik yer çekimiyle öylesine eğrilmiş olup, ışığın içinden geçemediği bir bölgedir. En azından insanlar kara delikten ışığın geçemeyeceğini düşünmüşlerdi, ta ki, kuantum mekaniğinin kesin olmayan prensibinin gösterdiği gibi ışığın yavaşça süzüldüğünü Hawking gösterene kadar. Buna bazıları Hawking Radyasyonu diyorlar.

Kirk, kabinin içine tekrar baktı, minnettar bir ses tonuyla "teşekkür ederim profesör, sizi kırdıysam özür dilerim. Varlığınızdan onur duydum" dedi.

"Önemli değil kaptan… Eğer başarırsanız tekrar görüşebileceğiz demektir. 31 Aralık gecesi nerede ve ne yapıyor olacaksınız? Biz Süpermen kıyafet balosu düzenliyor olacağız. Herkes Smalwille karakterleri olarak gelecek. Sizi beklerim. Ama ben kendim olarak gidebiliyorum".

Alper Kaya - Ağustos 2014, Seferihisar, ALS Hastası ve bir Dehâ

MABEDİYYUN ŞÖVALYELERİ

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bu defasında, haklarında çok garip şeyler de söylenen ve günümüzdeki İsviçre Bankacılık Sisteminin de köken aldığı iddia edilen tarihî bir kurumdan bahsedeceğim. Bütün bilgiler herkese açık kaynaklardan derlenmiştir.

MABEDİYYUN ŞÖVALYELERİ

Tapınak Şövalyeleri veya Mabed Şövalyeleri, Tapınak Tarikatı (Latince: Pauperes Commilitones Christi Templique Solomonici / Süleyman Tapınağı ve İsa'nın Fakir Askerleri), tanınmış Hıristiyan askerî tarikatlarından biridir. Resmî olarak iki asır boyunca faaliyette bulunmuşlardır.


Fransız Soylusu Hugues de Payens tarafından 1119 civarında Kudüs'te Hıristiyan hacıları korumak için 9 şövalyeden oluşan bir grup kuruldu.


Katolik Kilisesi tarafından resmî olarak 1129 yılında tanınan tarikat kısa zamanda güçlenmişti. En güçlü zamanlarında askerî varlıkları 20.000'i bulmuştu, fakat bunların sadece %10'u tarikata bağlı şövalyelerdi. Tarikatın ömrü neredeyse Haçlı Seferleriyle eş olmuştur. Beyaz renkteki eşyaları üzerindeki kırmızı haçlarıyla Tapınak Şövalyeleri zamanlarının en korkulan savaşçılarından olmuşlardır.


Tarikatın askerî kanadı savaşlarda ün kazanırken tarikata bağlı diğer gruplar, Avrupa genelinde ve Kutsal Topraklar’da geniş ölçekte yapılanmışlardır. Kutsal Topraklar’da ve Avrupa'da birçok mevzi inşa eden tarikat bankacılık ve para transferinin ilkel bir formunu bularak Hıristiyan hacılara büyük kolaylıklar sağlamıştır.

Haçlı Savaşlarının ardından tarikata büyük borçları olan ve kendisi Fransa Kralı IV. Philippe'in kâfirlik (“Katolik olmayan” anlamında) ve eşcinsellik gibi suçlamalarla, Tapınak Şövalyelerinin ortadan kaldırılması için Papa V. Clemens’e yaptığı baskıların neticesinde 1312'de tarikat ortadan kaldırılıp tüm mal varlığına el koyulmuş ve Tapınakçılar cadı avında olduğu gibi yakılarak öldürülmüşlerdir. Son olarak 19 Mart 1314’te Jacques de Molay (ok. "jak dö mole") ve beraberindeki tarikat üyeleri kazığa bağlanarak yakılmak sûretiyle idam edilmişlerdir.

Tarikatın Yükselişi

Birinci Haçlı Seferinin ardından birçok hacı “Kutsal Toprakları” ziyaret etmek için Avrupa’dan yola çıktılar. Fakat savaşlardan sonra düzeni bozulan bu topraklarda birçoğu haydutlar tarafından soyuldu ve katledildi. 1118 yılında Fransız Hugues de Paynes ve arkadaşı Godfred Saint-Omer, hacıları korumak amacı ile kuracakları tarikata destek sağlamak için Kudüs Kralı II. Baudouin'e başvurdular.

Kral, onlara Müslümanlarca Zeytin Dağı olarak adlandırılan Tapınak Dağında bir yer verdi. Mescid-i Aksa’nın da burada bulunması ve Süleyman Tapınağının kalıntılarının da burada bulunduğuna inanılması sebebiyle kurulan tarikat, “İsa'nın ve Süleyman Tapınağının Takipçileri” adını aldı. Kuruluşunda dokuz şövalyenin rol oynadığı tarikat, finansal kaynaklardan yoksun olması nedeniyle tamamen bağışlara bel bağlamıştı. Tarikatın amblemi olarak kullanılan aynı ata binmekte olan iki şövalye de bu sâdeliği ve fakirliği sembolize etmekteydi.

Tarikatın bu durumu fazla sürmedi. Clairvaux’lu Bernard, kurucu şövalyelerden birinin yeğeniydi, Troyes kentinde toplanan konseyde tarikatı Papa’ya anlattı ve Papa tarafından resmî olarak onay gördüler. Bundan sonra Papa II. Innocentius tarafından yayınlanan özel bir fermanla tarikat mensupları bütün ülke sınırlarından serbestçe geçme, vergi ödememe ve Papa dışında hiçbir otoriteye karşı hesap vermeme gibi geniş haklara sahip oldu. Papa'dan gördükleri bu destek sonrasında Avrupa genelinde soylulardan para, arazi ve askerî destek gördüler.

Tarikat kazandığı bu güçle kısa zamanda gelişti. Haçlıların Kutsal Topraklar’da kazandıkları savaşlarda büyük etkileri oldu. Ayrıca ellerine geçen mâlî güçle ilk çek sistemi sayılabilecek sistemi geliştirdiler. Kutsal topraklara gidecek kişi Avrupa'daki bir tarikat mensubuna parasını yatırıp sadece tarikata üye kişilerin çözebileceği kodlama ile yazılmış bir mektup alırdı. Daha sonra gideceği yere vardığında oradaki üyeden yatırdığı parayı alırdı. Böylece soygunlarda can ve mal kaybı önlenmesi amaçlanmıştır.

Tarikat bağışlar ve kendi yatırımlarıyla elde ettiği gelirlerle Avrupa'nın ve Ortadoğu'nun birçok yerinde kiliseler ve kaleler kurdu. En güçlü zamanlarında Kıbrıs Adası, tarikatın yönetimi altındaydı.

Organizasyon ve Yapılanma: Tarikat hiyerarşik bir yapılanma içerisinde bulunmuştur. Tarikatında başında her zaman Fransız asıllı bir şövalye bulunmuş ve Avrupa'nın belirli şehirlerinde ve ülkelerinde bu başkana bağlı birer temsilci ve temsilcilere bağlı daha küçük gruplar şeklinde örgütlenmişlerdir.

Hugues de Payens, İlk Büyük Üstat ve tapınağın kurucusu.

Jacques de Molay, Son Büyük Üstat.


Jacques de Molay

Tapınak Şövalyeleri Büyük Üstatları Listesi

No Vekâlet süresi İsmi Amblemi Kurulduğu Bölge

1. 1118–24 Mayıs 1136    Hugo de Payens 

2. Haziran 1136–13 Ocak 1147 Robert de Craon 

3. 1147–1151 Evrard des Barrès 

4. 1151–16 Ağustos 1153 (2º sitio de Ascalón) 

5. 14 Ağustos 1153–17 Ocak 1156 

6. 1156–2 Ocak 1169 

7. 1169–3 Nisan 1171 Philippe de Milly

8. 1171–19 Ekim 1179  Eudes de Saint-Amand

9. 1179–30 Eylül 1184  Arnaldo de Torroja

10. 1184–4 Ekim 1189 Ridefort'lu Gerard

11. 1189–13 Ocak 1193 Robert de Sablé Armoiries

12. 1193–20 Aralık 1200 Gilbert Hérail Armoiries

13. 1201–12 Kasım 1209 Phillipe de Plaissis      

Ağustos 1218 Guillaume de Chartres    

15. 1219–28 Ocak 1232 Pedro de Montaigú Armoiries  Aragon-Fransa

16. 1232– 17 / 20 Ekim 1244 Armand de Périgord 

Armoiries Armand de Périgord

17. 1244–1247 (?) Richard de Bures

18. 1247–11 Şubat 1250  Guillaume de Sonnac

19. 1250–20 Ocak 1256 Renaud de Vichiers 

20. 1256– 25 Mayıs 1273 Thomas Bérard 

İtalya ve İngiltere

21. Mayıs 1273–18 Mayıs 1291 (San Juan de Acre) Guillaume de Beaujeu  

22. Ağustos 1291–16 Nisan 1292

23. 1292 Sonu–18 Mart 1314  Jacques de Molay

***

Tapınağın temelde yoksulluk, namus ve itaat yemini eden dokuz asker-keşişle başlayıp bugünkü beynelmilel şirketleri andıran bir görüntüye ulaşması gibi birliğin yapısı da Haçlı devletlerin işlerindeki artan rolünü yansıtacak ve destekleyecek biçimde gelişmiştir…

Kurucular arasında yer alan Godfred Saint-Omer'in adını aldığı Thérouanne piskoposu Audomar.

Büyük Üstat: Birliğin mutlak hâkimidir. 1139 tarihli Omne datum optimum genelgesinin ardından Büyük Üstat yalnızca Papa'ya karşı sorumlu kılınmıştır. Büyük Üstat sekiz şövalye, dört çavuş ve bir papazdan oluşan 13 kişilik kıdemli bir Tapınakçı seçmen konseyi tarafından seçilirler. Genel olarak seçmen konseyi hali hazırda Doğu’da yerleşmiş birini seçmeye gayret eder. Paris Tapınağının Fransız Sarayı için önemini bilen Fransız Kralları 1250 yılında Reginald de Vichiers’in seçiminde olduğu gibi Büyük Üstat seçimini etkilemeye çalışırlar.

Birlik genişledikçe makam ayrıcalıkları da arttı: Bertrand de Blancfort zamanında (1156-1169) bir Büyük Üstat’ın dört atı ve iki şövalye, bir çavuş, bir papaz, bir kâhya, bir nalbant, bir aşçı ve bir Saracenli özel yardımcıdan oluşan mâiyete sahip olması beklenirdi. Birlik Batı’dan yeni bir parti at getirttiğinde ilk seçim hakkı yine Büyük Üstat’ın olurdu. Büyük Üstat’in hemen altında kıdemli yetkililerden oluşan bir konsey bulunurdu.

İhtiyar Heyeti: Büyük Üstat’a hem vekillik hem de danışmanlık yapardı. Gerektiğinde, Hugues de Payen’in şövalyelerinden biri olan Andre de Montbard örneğinde olduğu gibi İhtiyar heyeti üyeleri Büyük Üstatlığa “yükseltilebilirdi”. Montbard dört yıl ihtiyar heyetinde görev yaptıktan sonra 1153 yılında kısa süreliğine görevde kalan Bernard de Tremelay’ın Ascalon’da âni ve kötü sonunun ardından Büyük Üstat olmuştu. Büyük Üstatlar gibi ihtiyar heyetinin de kendi görevlileri vardı.

Mareşal: At ve teçhizat tedriki, bölgesel komutanların yönetimi gibi askeri kararların alınmasından sorumluydu.

Bölgesel komutanlar: Belli bir bölgeden sorumluydular:

Kudüs Krallığı Komutanı: Birliğin haznedarı olarak Krallığı yönetmekte ve krallık içinde Büyük Üstatla aynı yetkileri kullanmaktaydı.

Kudüs Şehri Komutanı: Aynı şekilde yalnızca şehrin Üstadıydı ve şehir sınırları içinde Baş Üstat statüsündeydi.

Trablus, Akka ve Antakya Komutanları: Kudüs Krallığı ve şehri komutanlarıyla benzer yetkilere sahiplerdi.

Batı’da önemli Tapınakların olduğu her büyük krallıkta da Büyük Ustât’a hesap vermekle yükümlü bir Üstat vardı. Bu krallıkların başlıcaları şunlardı: Fransa, İngiltere, Aragon, Portekiz, Poitou, Apulia ve Macaristan…

Kumaşçı: Kıyafetlerden ve yataklardan sorumluydu. Aynı zamanda bireylerin özel mülkiyetten uzak durmalarını denetliyordu. Birliğe verilen hediyelerin dağıtılmasından da sorumluydu..

Evler Komutanı: Doğu’daki belli evlerden sorumluydu ve daha yüksek komutanlara hesap veriyordu..

Şövalyeler Komutanı: Kudüs Krallığı Komutanı’nın vekilliğini yürütüyordu...

Turcopolier: Turkopollar yarı Türk asıllı olan ve belli dönemlerde yerel hafif süvari birlikleri olarak toplanan ve görevlendirilen birliklerden oluşmaktaydı. Bu birliklere başkan olarak atanan şövalyeler.

Ast Mareşal: Piyadelerden ve teçhizatlarından sorumluydu. Genellikle bir çavuş olan standart yetkili acemilerin eğitiminden sorumluydu.

Revir sorumlusu: Hasta ve yaşlı kardeşlerin bakımıyla ilgileniyordu. Bunlar genellikle Outremer ve İber Yarımadası dışındaki Batı Tapınaklarında ikamet ediyordu.

Beyaz cübbeli şövalyeler: Bunlar birliğe katılmadan önce sivil kıyafetlerini çıkarıp silah ve teçhizat kuşanmaları, savaş alanında değilken giyecekleri kıyafetleri almaları için hali hazırda savaş sanatında yetenekli olmaları beklenirdi. Temelde şövalyeler herhangi bir toplumsal gruptan olabilse de (Doğu’daki insan gücü ihtiyacına bağlı olarak aforoz edilmişler de dâhil olmak üzere) İkinci Haçlı Seferi sürecinde şövalyelerin yine şövalye soyundan gelmeleri gerektiğine karar verildi. Her bir şövalyeye üç at ve ona yardımcı olacak, teçhizatını kontrol edecek ve savaşa gitmeye hazır olup olmadığına bakacak bir acemi verilirdi.

Acemiler: Turkopollar gibi acemiler de sadakat yemini etmiş Tapınakçılar değil, belirli bir süre için tutulmuş yerel kişilerdi.

Çavuşlar: Şövalyelere kıyasla daha karmaşık bir toplumsal ve ırksal gruptu. Genellikle Ermeniler’den ve Suriyelilerden oluşurdu. Bunlar tek bir atla yetinmek ve kendi acemilerini bulmak zorundaydılar.

Bir Banka Olarak Tapınak

İlk Karargâhları (Mescid-i Aksa)

Tapınakçılar tarih sahnesine çıktıkları ilk dönemlerden itibaren güvenilir bankacılar olarak tanındılar. Tapınak aslında Avrupa’nın ilk bankasıydı. Paranın bir Tapınak evine yatırılıp başka birinden çekilebildiği bir kredi mektupları sistemi geliştirdiler. Böylece yatırılan paralar Tapınakçılar’ın sağlam binalarında güvence altında oluyordu. Avrupa’da, Paris Tapınağı’nın muhteşem binası finans merkezleriydi.

İkinci Haçlı Seferi sürecinde Birlik ile Fransa kralları arasında uzun soluklu bir iş birliği başladı. II. Filip’in (1180-1223) hükümdarlığı döneminde Tapınak gerçek anlamda Fransız kraliyet hazinesine dönüştü. Onun hükümdarlığı süresince kraliyet arazilerinden sağlanan gelirler yüzde 120 arttı ve on üçüncü yüzyıl boyunca Tapınağın Paris’teki haznedarı kral tarafından seçildi ve haznedarlar II. Filip ile onun haleflerinin güvenilir birer danışmanları oldular.

Tapınakçılar’ın kendilerini başarılı birer banker olarak ispatlakmalarında tuttukları titiz kayıtların ve müşterileriyle girdikleri tarafsız ilişkilerin büyük rolü vardı.

Kayıtlar, Paris Tapınağı’nın bir banka olarak ne kadar meşgul olduğunun açık bir delilidir. Kayıtlarda -sekiz sayfalık parşömen- tarih, görevdeki Tapınaçının ismi, yatırılan miktarın yanı sıra, kim tarafından, hangi hesaba yatırıldığı ve paranın nereden geldiği belirtilmiştir. Her günün sonunda, toplanan paralar saklanmak üzere sağlam odalara götürülürler. Bu süreçte Paris Tapınağı’nda aktif 60 hesap vardı ve hesap sahipleri arasında saraylılar, din adamları, önemli soylular ve Tapınak çalışanları bulunuyordu. Noel yortusunda, Paskalya yortusunda, Ascension’da ve ayrıca Birlik için özel önemi olan Vaftizci Yahya gibi aziz yortu günlerinde çalışılmazdı. Bu tarihlerin dışında, Tapınak temelde müşterilerin ihtiyacına bağlı olarak iş yapardı.

Papalık da finansal ihtiyaçları için Tapınakçılar’a güvenir hâle gelmişti. Tapınakçılar 1163 gibi erken bir tarihte bile Papa III. Alexander’in (1159-1181) bankacılığını yapıyorlardı. Aynı zamanda II. Filip’in başında olduğu Capet hânedanının finansal işleriyle de ilgileniyorlardı. Birlik öte yandan Papa III. Innocentius Dördüncü Haçlı Seferi (1202-1204) sırasında sefer harcamalarını yeniden düzenlemek istediğinde de kullanıldı.

Tapınağın finansal hizmetleri kredi sağlamakla ve saraylılar ya da soylularla sınırlı değildi. Haçlılar ve hacılar birkaç yıl boyunca Avrupa’dan uzaklaştıklarında Tapınakçılar onların değerli belgelerini ve vasiyetleri ile mallarını da kabûl ederlerdi.

Batıdaki Tapınakçılar

Hugues de Payen’in 1127-1129 arasındaki ziyaretinden bu yana onlara bağışlanan topraklar Birliğin zenginliğinin temelini oluşturdu. Malcolm Barber’in belirttiği gibi, “Batıdaki yaygın destek ağı olmasaydı Tapınakçılar ilk ciddi yenilgilerinde yok olurlardı.” Başlangıçta Hugues de Payen’in gezisi sırasında ve sonrasında beliren ayrıntılı bağış programıyla elde edilen bu geniş ağ sonradan tapınağın Avrupa şubelerine dönüştü.

Bir Tapınak evi, sonradan etrafına kardeş evleri de alacak biçimde gelişen bir bina olurdu (bir çiftlik veya bir malikâne).

Ana ve kardeş evlerden sağlanan gelirlerin tamamı Doğu’ya yollanırdı. Responsion adıyla bilinen vergi Batı’daki bir Tapınak evinde elde edilen tüm gelirlerin üçte birine eşitti ve Birliğin Kutsal Topraklardaki çalışmasını desteklemek üzere gönderilirdi. Bu batılı evler genellikle Avrupa’nın büyük kentlerinde, finans merkezlerinde ve limanlarında bulunurdu. Ticaretin olduğu her yerde Tapınakçılar da vardı. Evler Birliğe yalnızca para değil gıda, giyecek, silah ve at da sağlardı. Tapınağın Doğu’da giderek artan rolü düşünüldüğünde verilen bu destek Batı’daki evlerin işleyişinin Birliğin sürekli desteklenmesi açısından çok önem kazanıyordu.

Daha fazla destek bulmak amacıyla Tapınakçılar bir çeşit üyelik sistemi geliştirdiler. Buna göre üye olan bir kişi yaptığı bağışla birlikte bir Tapınak kilisesindeki ayinlere katılabiliyor ya da bir Tapınak mezarlığına gömülme hakkını elde ediyordu. Bazen, bu kişilerin bakacak kimseleri yoksa onlara bir emekli aylığı dahi bağlıyordu.

Tapınağın Batı’daki 9.000 malikânesinin çoğunluğu Fransa’daydı. Fransa’nın ardından İtalya geliyordu. Birliğin Almanya’da da mülkleri olsa da bu ülke daha çok Töton Şövalyeleri’nin egemenliği altındaydı. Aynı şekilde, İber Yarımadası’nda Tapınakçılar Calatrava, Santiago ve Alcântara gibi İspanyol ve Portekiz tarikatlarının yanında daha sönük kalıyordu. İngiltere’de Birliğin merkezi Londra Tapınağı’ydı. Penzance ve Bristol Kanalı’ndaki Lundy Adası’ndan Yorkshire ve Lincolnshire’a dek ülkenin dört bir yanına da şubeler yayılmıştı. Daha net ifade etmek gerekirse, bugünkü İngiliz yer adlarından “Tapınak” önekini taşıyan tüm yerlerin bir zamanlar Tapınak’la bir ilişkisi olmuştur.

On Üçüncü Yüzyılın Eşiğinde Tapınakçılar

I. Baudouin'e, Tapınakçılar tarafından taç giydirilmesi. (Histoire d'Outremer), 13. Asır.

Üçüncü Haçlı Seferinin ardından Doğulu Latinler’in pek çoğunun yaptığı gibi Tapınakçılar da 1180’lerin sonundaki felaketlerin ardından elde kalanları yeniden inşa etmeye giriştiler. Her ne kadar Hıristiyan hacıların Kudüs’e girmesine izin verilmiş olsa da onlar kendileri gitmediler ve Akka’de yeni bir merkez kurdular. Akka, sonraki 100 yıl boyunca Latin Doğunun en önemli şehri ve Tapınakçılar’ın üssü haline geldi. Tarikat kentteki varlığını on yıllar boyunca sürdürdü ve Alman keşiş Theoderich 1170’lerde bu duruma tanıklık etti. “Surlu Tapınakçı” olarak tanınan tarihçi 13. Asrın ortalarında durumu şöyle tarif ediyordu:

“Kentin büyük oranda deniz kıyısına kurulmuş olan en güçlü kısmı bir kale gibiydi. Girişinde 28 feet genişliğinde bir duvardan oluşan yüksek ve sağlam bir kule vardı. Kulenin her iki yanında daha küçük birer kule ve bu kulelerin her birinin üstünde en az bir boğa boyunda altından yürüyen aslanlar vardı. Bu dört aslan üzerlerindeki altın ve işçilikleriyle birlikte 1500 Saracen sikkesi değerindeydi ve bakılmaya doyulamaz güzellikteydi. Diğer tarafta Pisans Caddesinin yanında başka bir kule vardı ve bu kulenin yanında St. Anne Caddesinde Büyük Üstat’ın büyük ve soylu sarayı vardı. St. Anne rahiplerinin evinin önünde kemerleri olan başka bir yüksekçe kule ve çok soylu ve heybetli bir kilise vardı. Deniz kıyısında Selahaddin’in 100 yıl önce inşa ettiği antik bir kule bulunuyordu. Tapınak hazinesini burada saklıyordu. Kule denize o kadar yakındı ki dalgalar duvarlarına kadar ulaşıyordu. Tapınak bölgesinde şimdi burada tasvir edemeyeceğim başka güzel ve soylu evler de mevcuttu.”

Tarikatın uzun zamandır âşina olduğu Akka her ne kadar yeni operasyon üssü olarak doğru bir seçim gibi görünse de, Tapınakçılar asıl amacı kendilerinin Doğu’daki ilk tahkimatları arasında olan Amanos’u yeniden kurmaktı. Burası Selahaddin’in saldırıları sonucu tanınmaz hâldeydi.

Tapınağın kalelerinden Gaston ve Darbsaq Eylül 1188’de Selahaddin’in güçlerinin eline geçerek Tarikatın bölgedeki gücünü büyük oranda zayıflatmıştı. Gaston kaynak açısından çok zengin bir alandı, ancak Müslümanlar 1191’de bu kaynak akışının önünü kestiler. Kilikya Ermenistanı Prensi Leo burayı ele geçirdi ve yeniden tahkim etti.

Tapınakçılar kaleye erişmeyi denediklerinde ise geri çevrildiler ve böylece orayı Leo’nun elinden almak için uzun bir çatışma dönemine girildi. Leo’nun Antakya ile giriştiği savaş, Ermenistan Kilisesi’nin belirsiz konumu ve Leo’nun soyundan gelenlerin ve onun Antakyalı rakibi III. Boemondo’un akrabalarının düşmanca iddiaları nedeniyle durum biraz karmaşık bir hal aldı. 1211 ’e dek Tapınakçılar’la Leo’nun güçleri arasında düzensiz aralıklarla çatışmalar oldu. 1211 yılında Tapınakçılar’a karşı düzenlenen saldırılarda yeni seçilmiş Büyük Ustat Guillame de Chartres yaralandı ve Papa III. Innocentius Leo’yu aforoz etti. Ermeni Kilisesi 1197’den bu yana Roma ile iyi geçinmekteydi. Bu nedenle Leo hakkındaki aforoz kararının kendisini politik olarak güçsüzleştireceğini düşünerek Gaston’u ve diğer Tapınak kalelerini 1213 ve 1216 arasında Tapınağa iade etti.

Tarikat’ın ve Hıristiyan Âleminin Üçüncü Haçlı Seferi’nin ardından kendini yeniden yapılandırma yönündeki tutumu Papa III. Innocentius’ın (1198-1216) aldığı kararlardan da anlaşılmaktaydı. 1199’da Outremer’deki önderlere hiç kimsenin yeni bir haçlı seferi için yeterince cesarete sahip olmadığından yakınan bir mektup yazdı (Kendisi ise öyle bir sefer için hayli istekliydi).

Öte yandan, Tapınakçılar’ın özel statülerini pekiştiren bir dizi genelge yayınladı ve din adamlarının Tapınağın haklarına ve ayrıcalıklarına saygı göstermesini istedi. Oldukça net tabirlerle din adamlarına Tapınakçılar’ın kendi mezarlık alanları üzerinde hakları olduğunu ve kendi topraklarında kiliseler yapmakta özgür olduklarını hatırlattı ve onları herhangi bir Tapınakçı’ya veya Tapınak malına zarar vermemeleri konusunda uyardı. Dahası, din adamlarından, Tapınakçılar’ın vergilerden muaf olduklarını, kendi topraklarından kaynaklanan vergileri toplayabileceklerini ve bu kazançlara asla el konamayacağını unutmamaları istendi. Din adamları Tapınak kiliselerini aforoz edemeyecek ve Tapınak evlerine zarar vermek yasaklanacaktı. Din adamları Tarikat’a belli süreler için hizmet eden kişilerin görevlerinden erken ayrılmalarına izin vermeyecekti. Tapınakçılar’ı başka Hıristiyanlar’la savaşmaya zorlayan (İber Yarımadası ve Doğu Avrupa’da olduğu gibi) piskoposlar kınanacak, din adamları Tapınakçılar’ın mallarını ve ayrıcalıklarını gaspçılara karşı koruyacaklar ve bu kurallara uymayanlar aforoz edilecekti. Kararları tanımayan din adamlarına karşı, III. Innocentius, Tapınakçılar’ın ayrıcalıklarını öncelikli kılan Omne datum optimum adlı bir genelge daha yayınladı.

Papa Innocentius aynı zamanda Tarikat’ın sıkça kibir günahı işlemekle suçlandığını bildiği için onları ayrıcalıklarını suiistimal etmemeleri konusunda uyardı. Onların, aforoz edilmiş olup olmadıklarına ya da herhangi bir sebeple huzur içinde uyumalarına izin verilip verilmeyeceğine bakmaksızın, parası olan herkesi eksiksiz Hıristiyan cenaze töreni ile gömdüklerinden yakmıyordu. Kehanete benzer sözlerle, III. Innocentius Tarikat’ı, uygulamalarını değiştirmedikleri takdirde Şeytanın elçilerine dönüşecekleri konusunda ikaz etmişti.

Askerî Taktikler

Tapınakçılar’ın savaş alanındaki ünü eşsizdi. Frenkler Hıttin’de bozguna uğradıklarında, Selahaddin tüm esir Tapınakçılar’ın ve Hospitalier Şövalyeleri'nin idam edilmesi emrini vermişti, çünkü askerî tarikatların Frenkler’in İslâm’a karşı en temel silâhı olduğunu biliyordu.

Tapınakçılar -diğer Haçlılar’da olduğu gibi- süvarilere ve piyadelere sahiplerdi. Süvariler arasında şövalyeler ve çavuşlar, piyadeler arasında ise okçular ve balta ve mızrak taşıyan birlikler vardı. Şövalyeler Ortaçağın tankları idi. Dev savaş atları ortalama 1.5 metre boyundaydı. Atlara -ki onlara savaş atı denmekteydi- tekme atma, toslama ve ısırma eğitimi verilirdi. Çavuşlar da ata binerdi ancak daha hafif silahlar taşır ve arkadan gelirlerdi.

Taktikler basitti, ancak iyi zamanlama ile oldukça etkili olabilirlerdi. Öncelikle piyadeler koruma sağlar, ardından atlılar asıl dörtnala saldırıyı gerçekleştirirlerdi. İyi zamanlanmış bir saldırı yoluna çıkan her şeyi yok ederdi. Yanlış zamanlanmış saldırılar ise Cresson Kaynaklarında olduğu gibi felâketlere yol açardı. Arbede sırasında Tapınakçılar Tarikat’ın Beauseant adıyla bilinen siyah beyaz flaması havada kaldığı sürece savaş alanında kalmak zorundaydılar.

Flama gözden kaybolduğu anda Tapınakçılar, Hospitalier Şövalyeleri’ne katılırlar veya onların flaması da gözden kaybolmuşsa, herhangi başka bir Hıristiyan flamasına eşlik ederlerdi. Ettikleri yemine göre savaş alanına daima en önde çıkacaklar ve alanı en son terk edeceklerdi.

Latin Doğu’nun ilk yıllarında Tapınakçılar Haçlıların en iyi eğitilmiş askerleri olarak neredeyse intihar boyutlarında cesaret örnekleri sergileyerek üne kavuşmuşlardı. Bu durum Akka’daki amansız bir saldırıda ölen Gerard de Ridefort’un Büyük Üstatlığı esnasında doruk noktaya ulaştı. Ne var ki, on ikinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla geçilirken, Tapınakçılar eski cesaretlerini yitirmeye başladılar ve savaşta daha temkinli davranışlar sergilediler.

Tarikatın Zayıflayışı

Haçlı Savaşları’nın başlamasından yaklaşık 1 Asır sonra savaşın gidişatı Hıristiyanlar için değişmeye başladı. Müslümanlar Selahattin Eyyubi gibi komutanların kumandasında Haçlılar karşısında zaferler kazanmaya başladılar. Selahaddin Kudüs’ü 1187 yılında, özellikle Hittin Savaşı’ndan sonra güçleri kırılan Hıristiyanlardan geri aldı. Kudüs'ün kaybıyla tarikat karargâhını kuzeydeki Akka’ya taşımak zorunda kaldı. Hıristiyanlar 1229 yılında Kudüs'ü geri aldılarsa da, 1244 yılında şehri bu kez Memlükler aldı. Akka’ya taşıdıkları karargâhlarını da 1291 yılında kaybeden tarikat, merkezini Kıbrıs’taki Limasol'a taşımak zorunda kaldı. Bundan sonra askerî açıdan zayıflayan tarikata gelen yardımlar da azaldı. Her ne kadar güçlerini kaybetmiş olsalar da, iki asırlık bir yapılanma sonunda tarikat Avrupa'da gündelik hayatın bir parçası olmuştu ve Papalık fermanı sayesinde monarşiler karşısındaki özerklik de tansiyonu yükseltiyordu. Bir ölçüde zayıflamış olmakla beraber hâlâ ordularının bulunması ve Töton Şövalyelerinin Prusya’da, Hospitalier Şövalyelerinin Rodos'ta[8] yaptığı gibi kendilerine ait bir yönetim oluşturma amaçları sonlarını hazırladı.

1291 Sonrası Tapınakçılar

Outremer’nin sözde geçici kaybının ardından büyük askeri tarikatların birleşmek zorunda olduğu söylentileri ayyuka çıkmıştı. Zira Tapınak ile Hospitalier Şövalyeleri arasındaki sonu gelmez didişme Kutsal Toprakları kaybetmenin sebeplerinden biri olarak görülüyordu. Ancak her iki tarikat da bu konuda hevesli değildi. 1291 yılının ardından Tapınakçılar, Hospitalier Şövalyeleri ve Töton Şövalyeleri kendilerine yeni bölgeler keşfetmeye koyuldular. Hatta son iki grup hedeflerini dahi yeniden belirlemeye yöneldi. Hospitalierler Akdeniz’i temel operasyon bölgeleri olarak seçip denizci bir kimliğe büründüler. Önceleri Kıbrıs’ta mevzilenen tarikat mensupları, 1306 yılında Rodos Adasını işgal ettiler ve üç yıl içinde orayı kendi üsleri hâline getirdiler. Bu hamle sayesinde kendilerine Roma’nın ve Avrupalı kralların müdahalesinden uzak görece fazla bir özerklik sağlamış oldular. Bu arada Töton Şövalyeler önce Venedik’e ardından da Prusya’da Marienburg’a yerleştiler. Burada kendilerini tamamen Baltık bölgesindeki paganlarla savaşmaya adadılar. Bu sayede Roma’da uzak durmakla kalmıyor aynı zamanda Ordensland adıyla Prusya’nın yaratılmasıyla birlikte konumlarını sağlamlaştırmış oluyorlardı. Burası gerçek anlamda yaratılmış bir ülkeydi ve askeri bir tarikat tarafından yönetiliyordu. Bu, Tapınakçılar’ın uzun zamandır yapmak istedikleri şeydi.

Languedoc, Akka’nın düşmesinden önce çok uzun zaman boyunca Tapınakçılar’ın en fazla tuttukları bölge olmuştu. Ancak kendilerini kısa vadede Kıbrıs’ta buldular. Her ne kadar adayı 1192 yılında Aslan Yürekli Richard’a satmış olsalar da buradaki topraklarını geri aldılar ve Limasol’u ana karargâhları haline getirdiler. Ne var ki, 1190'lı yılların hayaletleri hâlâ tam anlamıyla istirahate çekilmemişlerdi. Bu nedenle Tarikat kendisini yerel politikaların içinde buluverdi. Kıbrıs Kralı Henry dönemin en güçlü ve korkulan askerî örgütünün hemen yanı başına gelmesinden çok da hoşnut değildi.

1298 yılında Tapınakçılar’ın davranışları hakkında, her zamanki kibir ve hırs suçlamalarını yönelten resmi bir şikâyette bulundu. 1306’da Henry’nin Tapınakçılar tarafından desteklenen kardeşi Amaury lehine tahttan indirilmesi için bir darbe gerçekleştirildi.

Jacques de Molay’ın Büyük Üstat olarak ilk icraatlarından biri 1294-1295 yıllarında Tarikat’a verilen desteği artırmak amacıyla Batı’yı ziyaret etmek oldu. Aralık 1294’te Roma’ya vardığında yeni papa VIII. Bonifacius seçiliyordu. Papa Bonifacius, Tapınakçılar’a Outremer’de sahip oldukları ayrıcalıkları Kıbrıs için de tanıdı. Bu durum Kral Henry’yi değilse de, Jacques de Molay’ı çok memnun etti. İtalyan yarımadasından daha fazla yardım eli de uzanıyordu. Napoli Kralı II. Charles Tarikatı gıda ihracatından alınan vergilerden muaf tuttu. Bu tür yardım tekliflerinin gelmesinin ardından Jacques Avrupa’daki diğer saraylara da yazmakta gecikmedi. Paris ve Londra’ya gitti. I. Edward daha önce Fransızlar ve İskoçlarla anlaştığı bir haçlı ordusu sağlayacağına söz verdi, ayrıca Tapınağı Londra Tapınağından Kıbrıs’a gönderilen paraların vergilerinden muaf tuttu.

Daha önceki Haçlı Seferlerinde olduğu gibi Tapınakçılar 1300’den itibaren Doğu’da askeri bir varlığın oluşturulması konusunda merkezi bir rol üstlendiler. Moğolların Kutsal Topraklara döneceklerine ve Kudüs’ü Memlük kontrolünden çıkararak Frenklere vereceklerine inanılıyordu. Tapınakçılar, 1300 Yazı boyunca Mısır ve Suriye’nin kıyı şehirlerine bir dizi akın düzenleyerek olası bir saldırının önünü açmaya çalıştılar. Kasım ayında anakarayı işgal için hazırlıklara başladılar. Altı yüz şövalye, Gazan Mahmud Han komutasındaki Moğollar ve Kral Hetoum komutasındaki Ermeniler’den oluşan birleşik bir gücün gelmesini beklemek üzere Ruad’a gönderildi. Moğollar ve Ermeniler nihayet Şubat 1301’de Tortosa’ya vardıklarında orada kendilerini hiç kimse karşılamadı; herhangi bir takviye güç belirtisi yoktu, Tapınakçılar vazgeçip Kıbrıs’a geri dönmüşlerdi. Daha kötüsü, bu başarısız girişim için Ruad’ın kullanılması Mısır’daki Memluklar’ı harekete geçirdi ve 1302’de garnizon bir Memluk saldırısı sonucu yerle bir edildi. Bu, Outremer’deki son Tapınak mevziisinin yitirilişiydi.

Tutuklamalar ve Tarikatın Dağılışı

Kazığa bağlanarak yakılan iki tarikat mensubu.

1307 yılında tarikatın başındaki isim olan Jacques de Molay, tarikatı Hospitalierler’le birleştirmek istedi fakat bir anlaşmaya varamadılar. Her iki tarikat da konuyu Papa’ya taşıdı.

Fakat bu sırada Papa, özellikle son yıllarda tarikat hakkında yapılan suçlamalardan rahatsız olduğu için Fransa Kralı IV. (Güzel) Filip'in baskısıyla tarikatı aforoz etti ve tarikat üyeleri tutuklanarak işkence altında kabule zorlandıkları suçlamalardan dolayı idam edildiler.

1312 yılında, Papa Tarikatı resmî olarak dağıttı ve mülklerinin birçoğunu Hospitalier Şövalyeleri Tarikatı'na geçirdi.

Rivayete göre, Molay, yakılırken Papa’yı ve Kral’ı lânetleyerek, sene sonuna kadar onların da öleceğini söyledi. Hem Kral hem de Papa aynı sene içinde öldüler (1314). Tapınakçılar tarikatının hayatta kalan üyeleri başta İskoçya olmak üzere Papa’nın elinin uzanamayacağı yerlere dağıldılar. Tarikat’ta Otuzuncu derece olarak kurulan “Siyah ve Beyaz Kartal Şövalyesi” mertebesinin (İng. Knight of the Black and White Eagle) öğretisinin ve hedefinin, Jacques de Molay’in intikamını almak için IV. Filip’i öldürmek olduğu -daha geniş anlamda Katolik Fransız monarşisini ve bütün Katolik monarşileri yok etmek olduğu- ve IV. Filip’i onların öldürdüğü söylenir.[10]

Tutuklamalar

Tapınakçılar ile Hospitalier Şövalyeleri’nin birleştirilmesi söylentisi Kasım 1305’le V. Clemens’in Papa seçilmesiyle yeniden alevlendi. Papa, Jacques de Molay ile Hospitalier Şövalyeleri’nin Büyük Üstadı Fulk de Villaret’i bu konu üzerindeki düşüncelerini yazmaları ve anlatmaları için davet etti.

Jacques de Molay’a göre bu fikir savunulabilir değildi.

1306 yılında Papa’ya gönderdiği mektupta birleşme ya da birleşmeme sonucunda olacakları tarttı ve aynı hedeflere sahip olsalar da her iki tarikatın bağımsız iken daha iyi işleyebileceği sonucuna vardı. Papa Clemens de yeni bir haçlı seferi konusunda de Molay’ın düşüncelerini sordu. Büyük Ustat ikinci bir mektupla yanıt verdi, geçmişteki seferler ya Birinci Haçlı Seferi’nde olduğu gibi “passagium generale” yâni herkesin katılabileceği şekilde veya daha sonraki seferlerde olduğu gibi “passagium particulare” yâni sınırlı sayıdaki profesyonel askerin belli bir hedefe odaklanacağı şekilde gerçekleşmişti.

De Molay dönemin yaygın görüşüne karşı çıktı ve Ruad’ın kaybedilmesi örneğini vererek passagium generale’nin tek çözüm yolu olduğunu savundu. Papa Clemens ikna olmadı ve de Molay ile de Villaret’i sorunu daha fazla tartışmak amacıyla Fransa’da buluşmaya çağırdı. Toplantı -1306 yılı Azizler Günü’ne denk getirilmişti- Papa’nın mide iltihabına yakalanması sebebiyle mecburen ertelendi. De Molay 1306’nın sonlarında veya 1307 başlarında Batı’ya ulaştı. Hospitalierlerin Rodos’taki işleriyle meşgul olan Fulk de Villaret ise ertesi yaza kadar gelemedi.

Jacques de Molay ile Papa Clemens, Haospitalier’lerin Büyük Üstadının Fransa’ya gelmesini beklerken üçüncü bir sorun ele alındı. İki yıl önce tarikattan ihraç edilen birkaç şövalye tarafından Tapınakçılar’a ağır biçimde ahlaksızlık suçlamaları yöneltilmişti. De Molay, Papa’dan Tarikatın itibarının kurtarılmasını istedi.

24 Ağustos’ta Papa Fransa Kralı IV. Filip’e Tarikat’a yönelik suçlamalara inanmakta zorlandığını ancak Tapınakçılar’la ilgili çok fazla tuhaf şey duyduğu için ‘büyük bir keder, endişe ve kalp kırıklığı’ içinde bir soruşturma yapılmasına karar verdiğini yazdı. IV. Filip’ten bundan daha fazlasını yapmamasını istedi. Ama Fransız kralı onu dinlemedi. 13 Ekim günü Şafak vaktinde görevliler içlerinde Paris Tapınağı’ndan alınan Jacques de Molay’ın da olduğu Fransa'daki tüm Tapınakçılar’ı sapkınlık, homoseksüellik, küfür ve İsa’yı inkâr etme suçlarından tutukladılar.

Yargılanma

Kazığa bağlanarak yakılan tarikat mensupları.

IV. Filip’in yaptıkları Avrupalı kraliyet aileleri arasında güvensizliğe yol açtı. Aragonlu II. Jaime Tarikat’a yöneltilen suçlamaların uydurma olduğuna inanan tek kişi değildi. Onlara göre müflis durumda olduğu herkesçe bilinen IV. Filip Tapınağın büyük varlığına göz dikmişti. Fransız kralının, cüretkârlık ve küstahlık konusunda çağdaşlarını ilk defa hayrete düşürdüğü söylenemezdi. 1303 yılında Papa VIII. Bonifacius’u kaçırarak Fransa’ya getirip Tapınakçılar’a yönelttiklerine benzer suçlamalarla itham etme teşebbüsünde bulunmuş ama çabası sonuçsuz kalmıştı. Ancak bu suçlamalar Bonifacius’un ölümüne neden olmuştu. IV. Filip öte yandan İtalyan bankacıları Lombardlar’a karşı uzun soluklu bir mücadeleye girişmiş, sonunda onları tutuklayarak 1311 yılında ellerindeki tüm varlıklarına el koymuştu. Temmuz 1306’da Yahudiler tutuklanmış ve krallıktan kovularak tüm mallarına el konmuştu.

Yanı sıra, IV. Filip birçok defa madeni paraların değerini düşürmüştü. 1306’da kızgın bir kalabalıktan kaçarken Paris Tapınağı’na sığınmak zorunda kalmıştı. İşte bu Tapınak yerleşkesinin içindeyken onların varlıklarını görünüşte hiçbir zaman bitmeyen finansal sorunlarına çare bulmak amacıyla kendi üstüne geçirme planları yapmış olabilir. Ağustos 1307’de Papa Clemens, IV. Filip’e mektup yolladığında Fransız kralının çoktan kararlar verdiği anlaşılıyor. Zira 14 Eylül’de de Tapınakçılar’ın tutuklanması için talimat vermişti.

Tapınakçılar’a yöneltilen temel suçlamanın sapkınlık olması, IV. Filip adına, Tarikat’ı mahvetme mücadelesinin, kendisini Büyükbabası IX. Louis ile aynı konuma yerleştiren kişisel bir Haçlı Seferi olduğunu gösteriyor. IV. Filip yalnızca küstah bir zorba değil, aynı zamanda tutuklamaların ardındaki diğer başlıca figür olan Mühürdar Guillame de Nogaret gibi fanatik bir dindardı. De Nogaret her şeyden öte IV. Filip’ten daha yobaz biriydi ve kimi zaman onun Tarikatçılara yönelik oyunların ardındaki asıl kişi olduğu düşünülüyordu. 14. asrın başlarında sapkınlık ve büyücülük korkusu yaygındı ve kulübelerinde yaşayan köylülerden paranoyak Papalar ve Krallara dek toplumun her kesimine nüfuz etmişti. Papa Bonifacius’ye yöneltilen sapkınlık suçlamaları IV. Filip’e ve de Nogaret’ye göre Papa Şeytanın tarafındaydı ve Tapınakçılar’a yönelik benzer suçlamalar bu durumdan kaynaklanıyordu.

Genelde Fransız sarayının kuklalığını yapan zayıf bir Papa olarak görülen Papa Clemens, IV. Filip’in öfkesini üzerine çekecek olsa da, Tapınakçılar’a yönelik suçlamaların gereğini yapmadı.

Şüphesiz ki, Papa Clement de öfkeliydi. Tarikat yalnızca Roma’ya hesap verdiğinden IV. Filip’in Tapınakçılar’ı kendi himâyesi altındaki topraklarda tutuklamaya kalkışması yasadışıydı. Üstelik aynı dönemde de Nogaret aforoz edilmiş bir kişiydi. 27 Ekim’de IV. Filip’e yazdığı bir mektupta Papa Clemens, IV. Filip’in, Tapınakçıları tutuklayarak “bizlere ve Roma Kilisesine yönelik açık bir saygısızlık” sergilediğini ve “tüm yasaları ihlâl ettiğini” yazmıştı. Papa Clemens’in bizzat Kilisenin tehdit altında olduğu fikri artık üzerine gidilmesi gereken gerçek bir sorundu.

Papa Clemens’in IV. Filip’e yazdığı mektuptan iki gün önce, 25 Ekim’de, Jacques de Molay, Paris Üniversitesi’nden bir heyetin önünde İsa’yı reddettiği ve Haç’a tükürdüğü itirafında bulunmuştu. Tutuklu bulunan diğer önemli Tapınakçılar’dan da benzer itiraflar gelmişti. Bu bir skandaldı ve Paris’te Tarikat’a öfkelerini kusan kalabalıklar sokaklardaydı. Bu durum IV. Filip’in işine geldi. Böylece Papa Clemens’e Tapınakçılar’ı görüldükleri her yerde tutuklanmalarını sağlayacak bir ferman yazması için baskı uyguladı. Sonunda 22 Kasım’da Papa Clemens boyun eğdi ve “Pastoralis Praeeminentiae” adlı bir genelge yayınlayarak Avrupa’daki bütün Tapınakçılar’ın tutuklanmasını emretti.

Ancak IV. Filip diğer yöneticilerin de onu takip edeceğini sanarak çok yanılıyordu. Aragonlu Kral II. Jaime kuşkuluydu, İngiltere Kralı II. Edward olabildiğince uzun zaman olabildiğince az şey yaptı, Almanya’da genel bir güvensizlik hâkimdi, Kıbrıs’ta suçlamalara kesinlikle inanılmıyordu. İtalya’da durum eyaletten eyalete farklılık gösteriyordu. Napoli ve Papalık eyaletleri hemen harekete geçtiler, Lombardiya’da Tarikata yaygın bir destek vardı, aslında tüm ülkelerde tutuklamalar gerçekleşti ancak itiraf elde etmekteki başarı, ülkelerin ya da eyaletlerin işkenceye izin verip vermemesine bağlı olarak değişiyordu. Örneğin işkencenin kanunen yasaklandığı ya da yalnızca Papa Clemens’in ısrarı sonucu nadiren uygulandığı İngiltere’de ve İber Yarımadası’nda Tapınakçılar’dan çok az itiraf elde edildi. Napoli ve Papalık eyaletlerinde Engizisyona sözde “dinî prosedür” adı altında işkence yapma hakkı verilmişti. Buradaki itirafların sayısı, şaşırtıcı olmayan biçimde, daha fazlaydı. Yine de her bir Tapınakçı’nın işkenceye mâruz kaldığı -içlerinde Molay da vardı- Fransa kadar değildi.

Tapınakçılar’ın itirafçıları, hiç şüphe yok ki yapılan işkencenin boyutlarına göre çeşitlilik arz etmekteydi. Pek çoğu kabul törenlerinde Haç’ın üzerine tükürdüklerini, bastıklarını ve işediklerini, ayrıca İsa’nın sahte bir peygamber olduğuna inandıklarını itiraf ettiler. Kabul töreni aynı zamanda sırt ve karın bölgelerine kondurulan müstehcen öpücükleri de kapsıyordu. Hâttâ bazıları kıç ve penis öptüklerini de itiraf ettiler. Takdis töreninin Topluluk haricinde yapıldığı söyleniyordu. Birçokları Baphomet adlı bir puta taptıklarını da itiraf ettiler (ki, aslında bu Muhammed’in sembolüydü). İtiraf edenlere göre değişiklik göstermek üzere bu put ya sivri başlıydı ya da üç yüzlü bir kafaya sâhipti. Diğerleri de onun sakallı bir adama, kadına veya bir kediye ait olduğunu söylediler. Bunların yanı sıra Şeytanî kadınlarla ilişkiye girdiklerini ve yeni doğan çocukları öldürdüklerini itiraf edenler de vardı.

Papa Clemens, itirafların bir Papalık konseyi önünde de duyulması için ısrar etti.

24 Aralık’ta Jacques de Molay ile diğer önemli Tapınakçılar huzura çıkarıldılar. Artık IV. Filip’in ellerinden görünüşte uzaklaşmış olan Molay itirafını reddetti ve bu itirafları yalnızca işkence altında yaptığını söyledi. Diğer Tapınakçılar da aynı beyanda bulundular. Belirtmek gerekir ki, bu durum IV. Filip ile de Nogaret’nin Tarikatı bir kerede çabucak ortadan kaldırma girişiminin hızla sonuçlanması ve Fransız Sarayını Avrupa’nın de facto lideri ve Tek Gerçek İnancın Savunucusu yapma umutlarını suya düşürdü.

Papa Clemens, bir şekilde altta kalmamak için Şubat 1308’de duruşmaları iptal etti. IV. Filip vakit kaybetmeden soruşturmanın yasal zeminini güçlendirmek amacıyla Paris Üniversitesi akademisyenlerine başvurdu. 25 Mart’ta verilen yanıtta akademisyenler IV. Filip’in yeterince dayanağa sahip olmadığını bildirdiler.

Kral öfkeleniyordu. Mayıs ayında halkın çoğunluğunun desteğini kazanmak amacıyla Meclisi toplantıya çağırdı. Bu da çare olmadı. Tapınakçılar’a yönelik halk desteği artarken Krala dönük güvensizlik baş gösteriyordu.

Haziran ayında Papa Clemens’in, olayın kontrolünü Fransız Sarayı’nın elinden Kilise’ye kaydırmak amacıyla Poitiers’e gitmesi bardaktan taşan son damla oldu.

IV. Filip, 72 Tapınakçı’yı itiraflarını tekrarlamaları için onun huzuruna gönderdi.

27 Haziran’da Papa Clemens itirafları dinledi ve davayı ele almak için iki soruşturma yapmaya karar verdi, birinde Tarikata tamamıyla bakılacak diğerinde ise bireysel olarak Tapınakçılar incelenecekti. Papa Clemens’in en sonunda IV. Filip’in dilediği gibi hareket etmeye başlamasının sebebi Fransız birliklerinin boşalttığı bir kasabada resmen bir ev hapsinde olmasıydı. Yazın geri kalan bölümü bürokratik işlemlerle geçirildi. Her iki komisyon da sürekli çalışma halindeydi. Yalnızca Ağustos ayının bir gününde yaklaşık 500 mektup gönderilmişti. Chinon’da tutulan De Molay ve diğer Tapınak liderleri daha önceki inkârlarını inkâr ettiler. Artık işler IV. Filip’in istediği gibi gitmeye başlamıştı.

Ancak yine de bu kadar kolay olmayacaktı. Kanıtların tamamını düzenlemek umulandan daha uzun sürdü. Philip sabırsızlanıyordu. Papalık duruşmaları bir yıl sonra 22 Kasım 1309’a kadar başlayamadı. Jacques de Molay 26 Kasım’da mahkeme önüne çıktı ve Tarikat’ı savunma isteği olduğunu ancak kendisi “fakir ve okuma yazması olmayan bir şövalye” olduğu için bunu yapamayacağını dile getirdi. Dönemin artan Legalizmi ile uyumlu çalışır gibi görünen diğer askeri tarikatların aksine de Molay yönetimindeki Tapınakçılar Batı’nın değişen politik iklimiyle ilgisiz gibiydiler ve bunun sonucu olarak yönetimlerinin hiçbir yasal dayanağı yoktu. Bu da onların sonunu hazırladı. De Molay iki gün sonra başka kanıtlar verdi ve Tarikat’ı savunmaya muktedir olmadığını tekrarladı. Bunun üstüne yalnızca hem kendisini hem de Tarikatını kişisel bir iradeyle aklayabileceğine inandığı tek kişi olan Papa Clemens dışında kimseyle konuşmayacağı şeklinde bir gaf yaptı.

IV. Filip’in adamları tutuklu Tapınakçılar’a Büyük Üstat’ının kendilerini savunamadığı haberini ulaştırdılar. Bunun onların moralini bozmasını bekliyorlardı. Plan bir süreliğine işe yarar gibi göründü. Ne var ki, Şubat 1310’da duruşmalar tekrar başladığında Bolognalı Peter ile Provinsli Reginald adlı iki Tapınakçı 1307 yılına dek yasal çalışmalar yapmış olmanın getirdiği avantajla, öne çıktılar ve Tarikatlarını yöneltilen tüm suçlamalara karşı savunmak istediklerini dile getirdiler. IV. Filip’in Tapınakçılar’a kendilerini savunmalarına izin vermekten başka çaresi yoktu. 1 Nisan günü Tarikat’ın masumiyetine dair ikna edici bir konuşma yaptılar. Özellikle Bolognalı Peter, Tapınakçılar’ın tamamen masum olmakla kalmayıp zalim bir tuzağa düşürüldüklerini de dile getirdiği güçlü bir savunma yaptı. Engizisyoncular’ın yalnızca duymak istediklerini almalarını sağlayan işkence kullanımına saldırdı (bir Tapınakçı işkenceyi durdurmak için Tanrı’yı öldürdüğünü dahi itiraf etmişti). Hâlbuki kendilerine IV. Filip tarafından işkence yapılmayacağına dair söz verilmişti.

Haziran 1308’de Poitiers’de, Papa Clemens’i sıkıştırmasına benzer biçimde IV. Filip bir kez daha üste çıktı. 11 Mayıs’ta tutuklu Kardeşler arasında savunmalarına dair güven duygusu güçlenmekteyken itiraflarını inkâr eden 54 Tapınakçı’nın sapkınlıkta ısrar suçundan kazığa bağlanarak yakılacağı duyuruldu. Ertesi gün Tarikat’ın 54 üyesi etraflarını saran alevlerin içinden masum olduklarını haykırıyorlardı. Provenceli Reginald hapisten kaçtı, ama tuhaf şekilde geri geldi. Bolognalı Peter ise kayboldu ve bir daha hiç görülmedi. Tarikat’ın kendini savunacak kimsesi kalmamıştı ve Tapınakçılar’ın savunması tamamen çökmüştü.

Tapınak Şövalyelerinin Yargılanış Kronolojisi

1099 Kudüs’ün Birinci Haçlı Seferi sonucu ele geçirilmesi.

1119 Tapınak Tarikatının kuruluşu.

1129 Troyes Konseyi

1274 Lyons Konseyi

Ekim 1285 IV. Philip'in tahta çıkışı.

1291 Akkâ'nın kaybedilmesi.

Eylül 1303 Anagni'de Papa VIII. Bonifacius’a düzenlenen saldırı.

14 Kasım 1305 Papa V. Clemens'in taç giyme töreni.

Haziran - Eylül 1306 IX. Louis döneminin eski para' değerine geri dönüş.

Temmuz 1306 Yahudilerin Fransa'dan sürülmeleri.

1306 Sonları Jacques de Molay'ın batıya geri dönüşü.

14 Eylül 1307 IV. Filip’in kendi Bailli ve Senechaux'larına Tapınakçıların tutuklamaya hazırlanmaları konusunda gizli emirler göndermesi.

13 Ekim 1307 Tapınakçıların Fransa'da tutuklanmaları.

14 Ekim 1307 Guillaume de Nogaret'nin üniversiteli teologlar ve ruhban sınıfın diğer üyelerine Tapınakçılara yönelik suçlamalar konusunda bilgi vermesi.

16 Ekim 1307 IV. Filip Aragon Kralı II. Jaime'ye yazdığı mektupta tutuklamalara ilişkin açıklamalarda bulunması.

19 Ekim 1307 Paris'te duruşmaların başlaması.

24 Ekim 1307 Jacques de Molay’ın ilk itirafları

25 Ekim 1307 Molay’ın itiraflarını Paris Üniversitesi mensuplarının huzurunda tekrar edilmesi

26 Ekim 1307 IV. Filip’in II. Jaime’ye yazdığı mektupta itiraflar konusunda bilgi vermesi.

27 Ekim 1307 Papa V. Clemens’in IV. Filip’e yazdığı mektupta tutuklamalara karşı duyduğu hoşnutsuzluğu belirtmesi.

9 Kasım 1307 Hugues de Pairaud'nun itirafları.

22 Kasım 1307Pastoralis praeemirıentiae

24 Aralık 1307 Molay’ın Papa tarafından gönderilen kardinallerin huzurunda itirafını geri alması.

Şubat 1308 Papa V. Clemens’in, Tapınakçılar olayında yer alan engizisyon görevlilerinin yetkilerini feshetmesi.

Şubat 1308 sonu Paris Teoloji Akademisine yedi sorunun yöneltilmesi.

24-9 Mart 1308   Estats Generaux toplantısı.

25 Mart 1308      Teoloji uzmanlarının yanıtı.

5-15 Mayıs 1308 Etats Generaux’nun (asiller) Tours'daki toplantısı.

26 Mayıs 1308    IV. Filip’in Papa ile buluşmak üzere Poitiers’i ziyareti.

29 Mayıs 1308    Guillaume de Plaisans'ın Papa huzurunda oluşturulan kilise kurulunda yaptığı ilk konuşma.

14 Haziran 1308  Guillaume de Plaisans'ın ikinci konuşması.

27 Haziran 1308  IV. Filip’in Papa'ya seçilen 72 Tapınakçıyı göndermesi.

5 Temmuz 1308   Subit assidus

12 Ağustos 1308 Faciens miseriocordiam ve Regnans in coelis

13 Ağustos 1308 Papa V. Clemens'in Poitiers'den ayrılışı.

17-20 Ağustos 1308 Kardinalin Tarikat liderlerini Chinon’da dinlemesi.

Mart 1309 Papa V. Clemens’in yılın bir bölümünü geçirmek üzere Avignon'a yerleşmesi.

Bahar 1309 Piskoposluk nezdinde soruşturmaların başlatılması.

8 Ağustos 1309 Papalık komisyonunun Tarikat ile ilgili soruşturmayı başlatması.

22 Kasım 1309 Papalık komisyonunun ilk duruşmaları başlatması.

26 Kasım 1309 Jacques de Molay’in ilk kez komisyon önünde ifade vermesi.

28 Kasım 1309 Jacques de Molay’in ikinci kez komisyon önünde ifade vermesi, Papalık komisyonunun ilk oturuma son vermesi.

3 Şubat 1310 Papalık komisyonunun ikinci oturum için toplanması.

2 Mart 1310 Jacques de Molay’ın üçüncü kez komisyon önünde ifade vermesi.

14 Mart 1310 127 maddeden oluşan iddianâmenin Tarikat’ın savunmasını üstlenen Tapınakçılar’a okunması.

28 Mart 1310 Paris'teki piskoposluk bahçesinde Tarikat’ı savunmak üzere Tapınakçıların toplu halde bir araya gelmeleri.

4 Nisan 1310 Alma mater

7 Nisan 1310 Pierre de Bologna ve Renaud de Provins liderliğinde Tarikat'ın savunulması.

12 Mayıs 1310 54 Tapınakçının Paris yakınlarında yakılmaları.

30 Mayıs 1310 Papalık komisyonu tarafından duruşmaların ertelenmesi.

3 Kasım 1310 Papalık komisyonunun üçüncü oturumunun açılması.

26 Mayıs 1311 Papalık komisyonu önünde verilen son yeminli ifadeler.

5 Haziran 1311 Papalık komisyonu tarafından duruşmaların sona erdirilmesi.

16 Ekim 1311 Viyana Konseyi'nin açılışı.

Ekim 1311 sonu Tarikatı savunmak isteyen yedi Tapınakçının Viyana Konseyi'nde ifade vermeleri.

20 Mart 1312 IV. Filip'in Viyana'ya gelişi.

22 Mart 1312 Vox in Excelio

2 Mayıs 1312 Ad providam

6 Mayıs 1312 Considerante dudum

21 Mart 1313 Hospitalier Tarikatının IV. Filip’e tazminat olarak 200,000 Livre tournois Tazminat) ödemeyi kabul etmeleri.

18 Mart 1313 Jacques de Molay ve Geoffroi de Charney’nin yakılmaları.

20 Nisan 1313 Papa V. Clemens’in ölümü.

29 Kasım 1313 IV. Filip'in ölümü.

1314 Sonrasında Tapınakçılar

19, Asrın tanınmış Katolik teologlarından ve tarihçilerinden biri olan Ignaz Dollinger’e bir defasında tarihin en kötü gününün hangisi olduğu sorulmuştu.

Cevap vermekte gecikmedi: O gün, Tapınakçılar’ın Fransa’da tutuklandıkları 13 Ekim 1307 Cuma günü idi. O dönemde, tutuklamalar emsalsiz boyutlardaki bir suç olarak görülmüştü.

Dante IV., Filip’i Pontius Pilate ile kıyaslamış ve Purgatoria’da onu açgözlülükle suçlamıştı. Ardından Tapınakçılar’ı çevreleyen dedikodular hızla gerçekleşmeye başlamıştı: Papa Clemens, Jacques de Molay’ın onu bir yıl içinde Tanrı huzurunda buluşmaya çağırmasından bir ay sonra öldü, IV. Filip 29 Kasım 1314’te bir av kazasında öldü.

Bütün bu ölümler Jacques de Molay’ın lâneti olarak görüldü.

Satranç oynayan tarikat mensupları (1283)

Her ne kadar yargılamalar ve baskılar Tapınak Tarikatı’nın mahvolmasına yol açtıysa da, başka konularda işlevsiz kaldı. IV. Filip, Tapınakçılar’ın hazinesine ulaşamadı ve Tarikat’ın topraklarının büyük kısmı Hospitalier Şövalyeleri’ne geçti. Ayrıca kaç tane Tapınakçının gerçekte tutuklandığı belirsiz kaldı (rakamlar 2000 ilâ 15000 arasında değişmektedir) ve aynı şekilde kaçının kaçtığı da bilinmedi.

Tarikat’ın bir çeşit tüyo aldığı açıktı: 13 Ekim olaylarından kısa bir süre önce Jacques de Molay Tarikat’ın kural kitaplarını ve hesap defterlerini istedi ve tamamını yaktı. 1307 yılında Tarikat’tan ayrılan bir kardeşin “akıllıca” davrandığı söylendi, zira belirsiz bir tehlike yaklaşmaktaydı. Bütün Fransız karargâhlarına uyarılar gönderildi. Tarikat’ın ayinleri ve işleyişi hakkında bilgi vermek yasaklandı.

Tarikat’ın IV. Filip’in planlarının uygulamaya konduğunu biliyor olması Fransız kralının Tarikat’ın hazinesine niçin ulaşamadığını açıklayabilir. Hazinenin tutuklamalardan kısa süre önce Paris Tapınağı’ndan kaçırılarak nehir yoluyla Tapınakçılar’ın ana deniz üssü La Rochelle’e ulaştırıldığı söylenmektedir. 1307 sonbaharında kaç adet Tapınakçı gemisinin La Rochelle’den ayrıldığı bilinmemektedir -elbette ne taşıdıkları da- ancak bilinen bir şey vardır: Tapınak donanması birdenbire ortadan kaybolmuştur.

Prag'da sergilenen şövalyelere ait mühür!

Tapınağın Büyük Önderleri

Kudüs Kralı II. Baudouin, fethettiği Süleyman Tapınağını Hugues de Payens ile Godfred Saint-Omer'e Karargâh olarak kullanmaları için hediye ederken. Tapınak Şövalyeleri, Haçlılar tarafından Süleyman Tapınağı olarak adlandırılan bu binadan idare edilmekteydiler.

André de Montbard.

İlhanlı hükümdarı Gazan Mahmud Han’ın Haçlılar ile Memlükler'e karşı oluşturmayı planladığı “Franco-Moğol İttifakı” resmedilmiş.

Jacques de Molay”ın 1265 yılında Beaune Loncası’nda yapılan Tapınak Şövalyeliği’ne kabûl merasimi. Marius Granet (1777-1849) tarafından yapılan yağlıboya tablo.

1.      Hughes de Payns.svg    Hugues de Payens         1118-1136

2.      Armoiries Robert de Craon Robert de Craon  1136-1147

3.      Armoiries Evrard des Barres Everard des Barres 1147-1149

4.      Armoiries Bernard de Tramelay Bernard de Tremelay 1149-1153

5.      Armoiries André de Montbard.svg  André de Montbard 1153-1156

6.      Armoiries Bertrand de Blanquefort  Bertrand de Blanchefort 1156-1169

7.      Armoiries Philippe de Milly  Philippe de Milly 1169-1171

8.      Armoiries Eudes de Saint-Amand Odo de St Amand (Esir) 1171-1179

9.      Armoiries Arnaud de Toroge  Arnold of Torroja 1181-1184

10.    Armoiries Gérard de Ridefort. Gerard de Ridefort   1185-1189

11.    Armoiries Robert de Sablé. Robert de Sablé 1191-1193

12.    Armoiries Gilbert Hérail  Gilbert Horal 1193-1200

13.    Armoiries Philippe du Plaissis  Phillipe de Plessis 1201-1208

14.    Armoiries Guillaume de Chartres Guillaume de Chartres 1209-1219

15.    Armoiries Pierre de Montaigu Pedro de Montaigu 1218-1232

16.    Armoiries Armand de Périgord Armand de Périgord (Esir) 1232-1244

17.    Richard de Bures (Üstatlığı tartışmalı) 1244/5-1247

18.    Armoiries Guillaume de Saunhac. 1247-1250

19.    Armoiries Renaud de Vichiers. 1250-1256

20.    Armoiries Thomas Bérard. 1256-1273

21.    Armoiries Guillaume de (1273-1291

22.    Armoiries Thibaud Gaudin   (1291-1292)

23.    Armoiries Jacques de Molay Jacques de Molay 1292-1314

***

İslâmiyet'ten ve İbrani dininden (Museviliğin, Hıristiyanlığın modifiye bir inancı olduğu ve İsa'nın da Musevi olduğu hatırlandığında), bilhassa da bunların tasavvufundan ilham alan bu tarihî inisiyatik kurum, zaman içerisinde, hâlen de mevcudiyetini sürdüren benzeri birtakım yasal ve hem beynelmilel, hem de millî özellikli benzeri kuruluşlar için büyük bir ilham kaynağı olduğu aşikârdır.

Saygım ve sevgimle - M. kerem Doksat - Tarabya - 12.0.03.2015

Kaynakça

^ a b c d e f g h i j k l m n o p q r s t u v w x y z aa ab ac ad ae af ag ah Martin, Sean (2009). Tüm Gizemleriyle Tapınak Şövalyeleri. İstanbul: Kalkedon. ISBN 978-605-5679-16-3.

^ a b Barber, Malcolm (1994) The New Knighthood: A History of the Order of the Temple. Cambridge University Press, ISBN 0-521-42041-5. (İngilizce)

^ Nicholson, Helen (2001). The Knights Templar: A New History. Stroud: Sutton. ISBN 0-7509-2517-5. s.4. (İngilizce)

^ Read, Piers (2001). The Templars. New York: Da Capo Press. ISBN 0-306-81071-9. s. 91.

^ Burman, Edward (1990). The Templars: Knights of God. Rochester: Destiny Books. ISBN 0-89281-221-4. s. 40. (İngilizce)

^ Ralls, Karen (2007). Knights Templar Encyclopedia. Career Press. ISBN 978-1-56414-926-8. s. 28.

^ The History Channel, Lost Worlds: Knights Templar, 10 Temmuz 2006, Dokumenter video. Hazırlayan ve yöneten :Stuart Elliott

^ Nicholson, s. 237

^ Barber, Trial of the Templars, 2nd ed. "Recent Historiography on the Dissolution of the Temple." Kitabın 2. baskısında Barber, tarikat hakkında ortaya konan suçlamaları açıklamaktadır.

^ Gürsan, Turgut (19 ) Dünyanın Gizli Tarihi,İstanbul: Pegasus Yayınları. ISBN 978-605-5943-49 8.Bölüm: "Süleyman Tapınağı'nın ve Hz. İsa'nın Fakir Askerleri Tarikatı (Tapınakçılar)", s. 137

^ Kaynak: Barber, Malcolm (Tr.Çev.: Nuri Plümer (2008) Tapınak şövalyelerinin yargılanışı. Ankara: Phoenix Yayınevi. ISBN:978-605-5738-02-0

^ Armand de Périgord'ın akıbeti tartışmalıdır. La Frobie Muharebesi'ya öldürülmüş ya da esir alınmıştır. Richard de Bures'in Büyük Üstat olup olmadığı da tartışmalıdır. Fakat Guillame de Sonnac'ın Büyük Üstat olarak seçilmesine kadar Tapınak Şövalyelerine komuta ettiği şüphesizdir.

Dış bağlantılar

Wikimedia Commons'ta Tapınak Şövalyeleri ile ilgili medyaları bulabilirsiniz.

Sean, Martin (Tr. çev.: Barış Baysal) (2009) Tüm Gizemleriyle Tapınak Şövalyeleri Istanbul: Kalkedon Yayıncılık, ISBN:978-605-5679-16-3

Barber, Malcolm (Tr. çev.: Nuri Plümer) (2008) Tapınak Şövalyelerinin Yargılanışı, Ankara: Phoenix Yayınevi ISBN: 978-605-5738-02-0


MU DİYE BİR YER HİÇ VAR OLDU MU?

$
0
0

ULU ÖNDERİN de ÜTOPYAYA İHTİYACI VARDI

Sevgili Mekâncılar,

Dün pek hoş bir sohbetteydik dostlarla beraber ama nedense bâzılarının pek ısrarlı olup, azıcık da işi inada bindirdikleri bir husus vardı: Mu Kıt’asının olup olmadığı!

Sofradaki rakı ve gıdanın da etkisiyle olacak, bu muhabbette alınganlıklar da zuhur etti ve nedense gereksiz tartışmalar da yaşandı hâttâ ama ben kararlıydım çünkü Hakikati, her ne ise o olarak anlatmaya yemin etmiştim 23 sene önce (hep de olmaya gayret ettiğim gibi). Bu sebepledir ki onların arasından ayrılmamaya niyetliyim ömrüm izin verdikçe... Bâzen bâzı kardeşlerimiz de çok ısrarcı olabiliyor nedense...


Mu Kıt’ası Hakkındaki İlk Bulgular Neler?

İlk olarak İngiliz subay ve Gezgin olan James Churchward’ın Tibet’te yaptığı araştırmalara dayanan ve bunlarla ilgili olarak yazdığı 5 adet kitabına konu edilmiştir. Churchward, Tibet tapınaklarında bulduğu yazı tabletlerini oradaki râhiplerden on iki yılda öğrendiği Naga Maya lisanı ile tercüme ederek elde ettiğini açıkladığı efsaneye göre, Büyük Okyanus’ta, Asya Kıt’ası ve Amerika Kıt’ası arasında ve Avustralya'nın iki katı büyüklüğünde bir Kıt’a olduğunu anlatır.

Mu Kıt’ası Varsayımının Bilimdeki Kabul Derecesi

Bilim çevrelerinde levha tektoniği konusundaki bilgi birikimine dayanarak Mu’nun da Atlantis gibi bir efsâneden ibaret olduğu konusunda görüş birliği vardır.

Levha tektoniğine göre, kıt’aları oluşturan SiAl (silisyum/alüminyum) kayalar, okyanus diplerini oluşturan SiMg (silisyum/magnezyum) kayalar üzerinde “yüzerler”. Büyük Okyanus dibindeki hipotetik bir Mu kıt’asını ispat edecek herhangi bir Silisyum Alüminyum kayaya rastlanmamıştır.

İlk kez muzip bir seyyah olan İngiliz asıllı James Churchward tarafından ortaya atılan, geçmişte üzerinde ileri bir medeniyetin mevcut olduğu, Pasifik Okyanusunda bir kıt’anın varlığı konusundaki görüş, çeşitli belge ve bulgular mevcut olmakla birlikte, henüz arkeologlar arasında yaygınlık kazanmamış bir görüştür.

Mehmet Ali Celâl Şengör gibi dünya çapında bir jeolog da aynı kanaatte (kişisel görüşme, 2015).

  

Çin’e ve çevre adalara kaçanların kitabelerinde “Kıt’amız battı, biz de buraya kaçtık” yazmaktadır. Bu yazılı kayalar 14 bin yıllıktır, c14 karbon testleriyle sâbittir. Türker’in de kökeninin Mu Kıt'asından geldiği söylentileri, M. Kemâl Atatürk’ün talimatıyla kurulan bir ekip tarafından araştırılmıştır.

Mayatürk gibi uydurma soyadlarını boşuna vermemişti rahmetli Atamız. Pan-Türkizm peşindeydi o zamanlar... Kürt kökenli olan Ziya Gökalp de en büyük destekçisiydi.

James Churchward’ın Kayıp Mu kitabındaki hayalî harita 1927.

James Churchward’ın 1927 tarihli hayalî haritasının gazete basımından.

Churchward’ın İddiası

Churchward’ın iddia ettiğine göre, Mu medeniyetini araştırmasına başlaması, Batı Tibet’teki, adını vermediği gizli bir tapınağın arşivlerinde bulunan, çok eski bir dilde yazılmış olan Naacal Tabletlerini okumasıyla başlamıştır. Söylediğine göre, bu tabletleri okuyabilme becerisini de yine o tapınakta bulunan bir Tibet râhibinden öğrenmiştir. Churchward sonraki yıllarda, mineralog ve arkeolog olan Dr. William Niven tarafından Meksika'da ortaya çıkarılan tabletler üzerinde çalışmıştır. Çin’e, Hindistan’a, Güney Asya ülkelerine ve çevre adalara kaçanların kitabelerinde “Kıt’amız battı, biz de buraya kaçtık” diye yazmaktadır. Bu yazılı kayalar 14 bin yıllıktır, c14 karbon testleriyle sâbittir.

Churchward’a göre, Mexico City yakınlarında 1921–1923 yılları arasındaki kazılarda keşfedilen bu 2600 tablet, Tibet'te öğrendiği Naga-Maya dilinde yazılmıştı. Gene aynı seyyaha göre bu tabletler 12.000 yıldan daha eskiydi.

Varsayımı Savunanların Görüşleri

Yaklaşık 50 yıl boyunca 20’den fazla ülkeye giderek, Mu medeniyeti hakkında veri toplayan James Churchward’un ve Mu varsayımını destekleyenlerin Mu Adası hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir:

Yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı kıt’a Mu kıt’asıydı. Hâlbuki doğrusu Afrika’dır.

Günümüzde Polinezya, Mikronezya ve Melanezya takımadalarını oluşturan adalar, muhtemelen bu kıt’adan arta kalan kara parçalarıdır.

Bu Kıt’a, eğer mevcut olmuşsa dahi, altında yer alan gaz odacıklarının patlamalara yol açması sebebiyle, yaklaşık 12.000 yıl önce 64 milyon nüfusuyla birlikte sulara gömülmüştür.

İddialara göre bu kıt’ada 70.000 yıl önce Tek Tanrılı bir din bulunuyordu. Aynı tarihlerde Mu’lular diğer kıt’alarda koloniler oluşturmaya başlamışlardı ki, anavatan dışındaki en büyük imparatorluk, başkenti günümüzde Gobi Çölü’nün uzandığı bölgede bulunan Uygur İmparatorluğuydu.

Mu dininin öğretimini Naakaller adı verilen râhipler üstlenmişlerdi ve sembolizme dayalı bir öğretimleri vardı. Mu dininin esası, Tanrı’nın tek oluşuna ve ruhanî gelişim için sürekli olarak tekrar doğmak inanışına dayanıyordu.

Atlantis’teki din Mu’nun tek tanrılı dininden başka bir şey değildir denir hâlâ.

Ra” kelimesi de Güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, “O” diye hitap ettikleri Tek Tanrı’yı sembolize etmekte kullanılırdı.

Mu İmparatoru da “Mu’nun Güneşi” anlamında Ra-Mu adıyla ifade edilirdi. Ra kelimesi sonradan diğer Kıt’alara ve Atlantis yoluyla (bu da Platon’un efsanesiydi aslında) Mısır’a da taşınmıştır.

İddiaya göre, dört ırktan oluşan Mu’lularda yazı lisanları farklı olmakla birlikte, konuşma dilleri ortaktı.

Mu’lular günümüz medeniyetine kıyasla manevî alanlarda çok daha ileriydiler.

Telepati, duru görü (clairvoyange), çift bedenlenme, astral seyahat gibi, medeniyetimizde ancak kimi medyumlarda ve mistiklerde görülebilen olağanüstü yetenekler Mu’lularda olağan şeyler hâlinde olarak mevcuttu. Bu, Churchward’un değil, bâzı izleyicilerinin görüşüdür.

Mu Medeniyetinin en önemli çöküş nedeni, “teşevvüş” adı verilen, bir aşamadan diğerine geçilirken yaşanan kargaşa dönemini atlatamamasıdır (Ünlü Türk Mistiği B. Ruhselman’a göre).

Muazzez İlmiye Çığ ise bunları şöyle anlatmıştı.


Sanırım çok ilginç...

Şimdi, ben de kafayı taktım ve Doksatopia diye bir ütopya da ben yaratsam ve yaşadığım, yaşayacağım her şeyi oraya yığsam acaba kabûl görür mü?

Tabii ki benim de, 60 yaşıma yaklaştığım şu dönemlerde bir ütopyaya ihtiyacım var. Nasıl ki İsim Babam Peyami Safa'nın Simeranyası vardı, Doksatların neden olmasın?


Mistik ve Nâzım Hikmet'in yakın arkadaşı Merhum İsim Babam...

***

Sevgili Pınar Afşar, hatırladın mı?

Ya Aziz Dostum Adil Nevresoğlu? Sen de anımsıyor musun bir yerlerden...

Senin çocuklar da kocaman oldu, Beyza ne yapmakta?

Ne zaman buluşup da, "ne olacak memleketin hâli" diyeceğiz?

Neyse, ben de kayınpeder olmaya hazırlanmaktayım ama damadı hâlâ tam açık etmiyorum ama umutluyum ki, sizin de evlâdınız olan Cânan pek mutlu olacaktır.

Adana'nın Elvis'i Erol Büyükburç da hayata veda etti ve o en korkuncunu, evlât acısını kaybetmiş, kızını toprağa vermişti.

Bir keresinde de dışlanmaya tepki vermişti:

Hepimiz bir gün kara toprakla buluşmayacak mıyız?

Hüzünlüyüm bu gece...

Zaten hep çok sevmişimdir hüznü.


Bu sene gelecek de, konserine gidebilir miyiz bilemem. Garanti Beyoğlu'nda pilav yer.

Birkaç damla gözyaşı ile bu gecelik hoşça kalın.

Yarın gene muayenehâne ve sonra üç günlük İzmir seyahati var.

Gözüm şu huysuz kadında, yâni İstanbul'da kalacak!

Ne onunla oluyooooor, ne de onsuz.

Tahsin Mayatepek, Türk Dilini Tetkik Cemiyeti Başkanı İbrahim Necmi Dilmen ile yazışmalarından sonra Atatürk’e raporlar göndermişti. Bugüne kadar 7. rapordan 13. rapora kadar ulaşılabilmiştir. Turan Dursun 1978 yılında 14. rapora ulaştığını açıklamış ve bununla ilgili bir inceleme yazmıştı. Mayatepek raporlarından 7 numaralı raporda Churchward’ın kitaplarından bahsedilir. 1. rapordan 5. rapora kadar bulunamamıştır. Başka rapor olup olmadığı bilinmemektedir.

Tahsin Bey, Atatürk’ün isteğiyle 1935 yılında Türkiye'nin Meksika Elçiliği’ne atandı. Ancak, Büyükelçi Tahsin Bey’in vazifesi çok daha farklıydı; Mustafa Kemal Atatürk, Tahsin Bey’i Mu Kıtası, Mayalar ve Türkler arasındaki ilişkiyi araştırmakla görevlendirmişti.

Mayatepek, 2 Mart 1936 tarihinde Churchward’ın kitapları ile ilgili 7. raporu kendisine sunduğunda Atatürk, Churchward’ın kitaplarını getirtmiş ve 60 çevirmene kısım kısım taksim ederek Türkçe'ye tercüme ettirmiştir. Raporlarının geri kalanları Maya kültürü ve dili ile ilgilidir. Tahsin Mayakon, Meksika’da Maya kültürünü incelemiş, incelemeleri sonuncunda çok sayıda sözcüğün Türk ve Maya dillerinde aynı olduğunu saptamıştı. Bu sözcüklerden biri de Türkçe’deki “tepe” idi (Maya dilindeki karşılığı “tepek” idi ve tepe anlamına geliyordu). Bunun üzerine, Atatürk, Tahsin Bey’in soyadını “Mayatepek” olarak değiştirmiştir. Fakat Tahsin Mayatepek’in iki kültür arasında bulduğu ortak noktalar kelimelerden ibaret değildi; her iki kültür arasında, Mayalar’ın Ayyıldız’lı davullarından, Şamanik kültüründen, kilim desenlerinden, sembollerinden tüy takma alışkanlıklarına kadar pek çok ortak nokta mevcuttu. Tahsin Mayatepek, çalışmalarını belge ve fotoğraflarla 3 ciltlik bir defter hâlinde toplayarak Atatürk’e gönderdi. Bunların ikisi 1970'lere kadar Türk Dil Kurumu kütüphanesinde bulunuyordu. Üçüncü defter kayıptır. Bu defterlerde dinî tören, ibadet ve tapınaklarda da benzerlikler bulunduğu belirtiliyordu.

Vakit gece yarısını geçti, yatayım bâri.

Herkese iyi geceler.

Dolar da 3 TL olacak mı ne?

Not: Bunları büyük emek harcayarak yazmaktayım. Katkılarınızı bekliyorum.

Bu arada, en berbat sözlüklerin başında gelen TDK, gene yapacağını yapmış ve "müsait" kelimesini "uygun" olarak değiştirmiş. Bu durumda, kadınlarımıza ve bütün kadınlara "hafif meşrep" yakıştırması yapılmış olmayacak mı?

Hani Metal Yorgunluğu gibi, Mekân Yorgunluğu da olmasın inşallah...

M. Kerem Doksat - Tarabya - 14.03.2015

POLİTİKADAN UZAK DURMAMAK LÂZIM

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

İki gündür İzmir’deyiz ve esnafından kuaförüne, şoföründen işçisine kadar pek çok kişide AKP’nin yaptıklarıyla ilgili ciddi infial var.

Bu güzel özgürlükler beldesi şehrin hemen bütün nüfusu AKP’ye muhalif.

Buradaki dostlarla pek hoş şeyler yaşıyor, Epiküyren bir şekilde takılıyoruz ama bir oldu var. Bugün Ateizmi yasaklayan kafa, yarın dinlerin öbürlerini de yasaklamış olmayacak mı?


Ateizm, hangi kaynağa bakarsanız bakınız, bütün diğerleri gibi bir dünya görüşüdür ve kimsenin başkasının hayat tarzını yasaklamak gibi bir lüksü de olamaz.

Dünyamızda tarih boyunca bilime, sanata ve felsefeye ve siyasete girip çıkan kişilerin en fazla %3 ilâ 5 civarındadır.

Stephen Hawking bile ikircikli…

Düşünün, Marks (her ne kadar bir dönem Katolik ve Mason dahi olmuşsa bile, Atesit'ti. Higgs Ateist, pek çok benzeri kişi Ateist.

Celâl Ateist, pek çok Komünist Teorisyen Atesit. 

Şaşırdım, haberin tamamı şurada: http://sahinfm.com.tr/aramalar/ateizm-derneginin-internet-sitesi-yasaklandi-sol-haber-portali-gune-soldan-bakin/ .

Tamam, burası bütün Türkiye için tek başına bir veritabanı oluşturmayabilir ama her şey bundan mı ibaret?

Tam da Tıp Bayramını idrak etiğimiz bu günlere bizleri taşıyan ve her fırsatta, her ortamda ortaya çıkarak, insanlarımızı bezdiren ben değilim ki!

Bir düşünün, bugün bunu yapan zihniyet, bir nevi içtihat oluşturarak, yarın öbür gün kalkıp diğer dünya görüşlerini de yasaklamaz mı?

Sözcü Gazetesi zaten ayan beyan varsa yazmakta ve hiçbir şeyden de korkmamaktalar: Epilepsi, beyin tümörü, kanser…

Demek ki hücre tedavisi yapılmış, ne güzel…

Allah daha uzun ömür versin tabii de, herkes ölümlü ve bir gün gidici değil m?

Ayakkabı kutuları, tapeler (kayıtlar) filan hep yalan mı, bunlar hep aldatmaca mı?

Düşüşünün, Doğu kökenliler bile muhalif ve en son rektörlük seçimlerinde, Sevgili Raşit Tükel’in by-pass edilip, yerine kendi cemaatlerinden birisini atayacak olması söz konusuymuş.

Oyların neredeyse tamamını almış Çapalı değerli meslektaşım ve arkadaşım ama Devletlû ve ekibi kararlıymış.

Tek bir adamın, yanındakilere hiç danışmaksızın ve tamamen başına buyruk bir tarzda davranması, istediğini istediği şekilde, tamamen fevrice ve tek adam tarzındaki çıkışları da Makmut Ak diye birisini atayacak olması kulislerde konuşulmaktaymış. Hayırlı olsun demek lâzım galiba!

Seçimler yaklaşmakta ve Türkiye’nin belki de en önemli kader anı pek yakında gelecek.

Bu seçim sathı mealinde işler iyici karışacak ve belki Abdullah Öcalan denen “Bay Bölücübaşı” serbest bırakılacak.

Zamanında SHOW TV’de, Reha Muhtar’ın pek anlı şanlı bir Anchorman olduğu zamanlardı.

Alenen ve çekinmeden şunları söylemiştim: “Türkiye’de yeni bir Yaser Arafat yaratılmakta ve bu zat da bıyık altından gülümsemiyor, ABD kendisini tayyarede bize teslim ederken de buraya bir hesapla gönderiliyor” demiştim.

Gün geldi geçti, devran döndü ve o günlere geliyoruz. Yıkıcı - Bölücü hareket çok azdı ve bugünlere kadar da geldi.

Hâlbuki bu zat, yâni -Öcalan- aslında Ermeni ve Kürt karışımı ve Ermenilerle de akraba. Başlarda Marksist olarak başlayan hareket, şimdilerde ise din eksenli bir politika güden bu kişinin yaptıklarını hesabı sorulmayacaksa, acaba kiminki sorulacaktı?

PKK artık dağda değil, aramızda, her yerden fışkırmakta. Kürt Halkı artık egemenlik dahi kazanmış hâlde, Hakan Fidan dan da aradaki MİT ajanı olarak öne sürülmekte.

Bir yandan biliyoruz ki muhteşem Osmanlı Sarayı da meğer küçük bir kameradan gözlenmekteymiş ve her şey kaydediliyormuş. Yâni “Big Brother is Watching You” vaziyetleri.

Peki, bu 30 ilâ 40 bin kişinin kaatili, azılı câni acaba serbest bırakılırsa ne olur?

Bu seçimler çok kritiktir. Uzun vâdeli gözlemleri gereklidir.

Irzına geçirilen ve dağa çıkarılan onca kızlı erkekli eşkıyanın hesabını kim soracak?

Diyelim ki bir de özeklik verildi?

Dahası, Bölücübaşı da serbest bırakıldı ve bir de “Batı Kulübü” kendisindeki cevheri görüp, acaba bir adet de Nobel patlatır mı?

Peki, bu durumda Doğu ve Batı tamamen bölünmez mi?

Memleket 17 eyalete bölünmez mi veya daha da beteri, Özgür Kürdistan kurulmaz mı?

Kurulursa, bundan sorumlu olan kimdir?

MHP mi başa çıkabilir yoksa CHP mi, ikisi de çok tartışılır, çok karmaşık.

Ben Ecevit’i de, Demirel’i de, Kenan Evren’i de, 12 Eylülü de, 12 Martı da gördüm.

Ecevit fakir kalacaktı neredeyse örtülü ödenek kullanmamaktan.

Tansu Çiller ve Kocası sanırım daha bahtlıydı. Örtülü Ödenek onları fazla etkilemedi.

Demirel hâlâ hayatta ve ölümsüz Ombdusman olarak hizmetimizde ve o da nedense kendine bir Anıtkabir yaptırmak peşinde Isparta’da. Güniz Sokak’ta ikamet etmekte ama kendisinin de Hacı sülâlesi çok şey yapmış derler.

Fahri Korutürk’ü analım: Korkudan masanın altına saklanırmış. Paranoyaya kapılmıştı sanırım.

Sonra Özal kalktı ve “ tek yönlü olarak AB imzasını attı”, onun da Papatyaları kaldı yadigâr. Fazla yedi içti ve vefat etti. Semra Hanım hâlâ resepsiyonlarda ve davetlerin baş tacı.

Evren ve Şahinkaya'nın durumları ortada: GATA'da yapayalnız ölümü beklemekteler.

Şimdi tek adam da, acaba herkes gibi o da bir fâni, bu Osmanlı’ya perestiş eden 1500 küsur odalı sarayda ebediyen mi yaşayacak?

Bu memlekette kim devrim yaptıysa, önce kendisi bunun töhmeti altında kalır.

Her inkılâp (devrim) de önce kendi yavrularını yer.

Bakın ABD’ye, Saddam’a ne oldu? Kürt Muhafız Alayı bir anda ortadan kalkmadı mı? “Eşşedü” derken astılar adamı!


Peki, daha geri gitmeyelim, Yaser Arafat’ın akıbeti ne oldu?

Onu da bertaraf ettiler.

Hani demem o ki, kimselere bu dünya kalmamış, çevrilen propaganda filmi de müşteri bulamıyormuş.

KOZ propaganda filmi de ne Türkiye'de, ne de Almanya'da başarılı olmuş.

26 Şubat tarihinde Almanya sinemalarında vizyona giren “Kod Adı: K.O.Z. Maskeler Düşüyor” filmi en az izlenen filmlerden biri olarak listelerde en alt sıralara düştü. Yönetmen Celal Çimen'in 24 TV'de, “Film, kendi alanında bir rekora imza atacak” iddiasının aksine yaklaşık üç milyon Türk’ün yaşadığı Almanya’da da ilgi görmedi.

Almanya’ada ilk haftada sadece 2 bin 994 kişiyi sinemalara çekebilen “Kod Adı: KOZ' adlı filmi galadan bu yana toplam 4 bin 517 izleyici kaydetti. 

ALMAN YETKİLİ ŞAŞKIN: BU KADARINI BEKLEMİYORDUK 

Cineplex basın sözcüsü ve Almanya’daki sinemalara Türk filmleri kiralayan “To do movies” şirketinin pazarlama yöneticisi Robert Schünemann, “Bu filmin daha başarılı olmasını bekliyorduk ama tam aksi bir durum yaşadık.” diyerek şaşkınlığını dile getirdi.


Schünemann“Film Almanya'da ve Berlin sinemalarında fazla tutmadı. İzleyici sayısı hiç iyi değil. Anlaşılan bu film Berlin'deki Türklerin fazla ilgisini çekemedi" ifadelerini kullandı. 

EN KÖTÜLER ARASINDA HÂLÂ İLK SIRADAKİ YERİNİ KORUYOR 

Film eleştirmenleri tarafından propaganda filmi olduğu gerekçesiyle büyük tenkitlere maruz kalan Kod Adı: KOZ filmi, 500 bin civarında yapımın bilgilerini içeren `IMDb – internet film veri tabanı’ listesinde de en kötüler arasında ilk sıradan kurtulamadı. IMDb kullanıcılarının verdikleri oylarla 10 puan üzerinden sadece 1,6 puan alarak “en kötü birinci” olan KOZ’u 1,7 puanla Saving Christmas adlı film izliyor.

Dr. Recep Akdur’dan: ÇANAKKALE SAVAŞI

$
0
0

ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİNİN 100. YILDÖNÜMÜ KUTLU OLSUN

Sevgili Mekâncılar,

Size bu yazıyı aktarıp, tarihi özetleyeceğim…

Ekonomik rekabet ve sömürgecilik Avrupa’yı ikiye bölmüş. Bir yanda Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’dan oluşan İttifak Devletleri, öte yanda da İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilaf Devletleri. Herkesin gözü bir diğerinin sömürgesinde!

Taraflar birbirine saldırmak için bahane arıyor. Avusturya-Macaristan Veliahdı Arşidük Ferdinand’ın bir Sırp tarafından öldürülmesi bu bahane için yeterli oldu. Avusturya’nın, Sırbistan’a savaş ilan etmesi ile 28 Haziran 1914’te Birinci Paylaşım Savaşı resmen başladı.


Osmanlı Yönetimi önce İtilaf Devletleri ile birlikte olmaya niyetlendi. Ancak Rusya bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Almanya’ya dönüldü ve Ağustos 1914’te Almanya ile yapılan gizli antlaşma sonucunda İttifak Devletlerine katılmış oldu. Seferberlik ve silahlı tarafsızlık ilan edilerek, Boğazlar tüm yabancı savaş gemilerine kapatıldı.

Bilinen ünlü hikâye: İngiliz donanması tarafından Ege’de sıkıştırılan Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisinin Boğazlardan geçişine 10 Ağustos 1914’te izin verildi. Bu yanlı/taraflı uygulama “gemilerin satın alınarak Osmanlı Donanması’na katıldığı adlarının da Yavuz ve Midilli olarak değiştirildiği” şeklinde açıklandı.

Amiral Souchon komutasındaki Yavuz, tatbikat yapma izni ile 27 Eylül 1914’te Karadeniz’e açıldı ve gidip Ruslara ait Sivastapol ve Novorosisk limanlarını bombaladı. Bunun üzerine Rusların Kafkasya’dan 1 Kasım 1914’te Osmanlı topraklarına girmesiyle Osmanlı resmen Birinci Dünya Savaşı’na girmiş oldu. Gelişmelerin sonunda İngiltere ve Fransa da Osmanlı’ya 28 Haziran 1914’te savaş ilan etti. Savaşın denizde yapılmasına karar verdiler. Çünkü tarihinde hiç yenilgi almamış olan İngiliz donanmasına çok güveniyorlardı. Fransa’nın da desteği ile dünyanın en büyük armadalarından birisi oluşturuldu.
Harekât 19 Şubat 1915’te başladı. Çanakkale tabyalarına bomba yağdırıldı. Savaş söylemi ile 18 Mart’ta gerçekleştirilecek olan esas saldırı için tabyalar yumuşatılıyordu. Bombalama yaklaşık bir ay sürdü. Boğaz girişinin Rumeli yakasındaki Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile Anadolu yakasındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları tahrip edildi.
Üç deniz tümeninden oluşan ana kuvvet filosu 18 Mart 1915 sabahı Boğaz’ın girişinde göründü. Saat 10:30’da Birinci Tümenin Boğaz’dan içeri girmesi ile taarruz başladı. Zaman içinde diğer tümenlerde savaşa katıldı. Dünya tarihinin en şiddetli savaşlarından biri yaşandı. İngiliz ve Fransızların güçlü bombaları ile tabyalar ateşe, dumana ve toprağa karışıyordu. Ancak teninden ter yerine kan fışkıran Mehmetçik pes etmek bir yana gözünü bile kırpmıyor, savunmadan ödün vermiyordu. Ünlü savaş gemileri birer birer Boğazın soğuk sularına gömüldü.
Koca filo adeta eriyordu. Amiral de Robeck saat 18’05’de geri çekilme emri vermek zorunda kaldı. Donanmadan İngiltere’ye gönderilen raporların özeti iki kelime: “Çanakkale Geçilemez”. Bu iki kelime daha sonra birçok hâtıra yazısının ve kitabın teması ve başlığı olmuştur. 18 Mart 2015 Çanakkale Deniz Zaferinin 100. yıl dönümüdür. Şehitlerimizi minnetle anıyoruz, ruhları şâd olsun.

***

Hocamızın bu girizgâhından sonra, ben de, bu, dünyanın en haklı savaşlarından birisinin özetini sunayım:

Çanakkale Savaşı, I. Dünya Savaşı sırasında 1915–1916 yılları arasında Gelibolu Yarımadasında Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir.

İtilaf Devletleri Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’u alarak, İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü ele geçirmek, Rusya’yla güvenli bir erzak tedarik ve askeri ikmal yolu açmak, başkent İstanbul’u zapt etmek suretiyle Almanya’nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletlerini zayıflatmak amaçları ile ilk hedef olarak Çanakkale Boğazı’nı seçmişlerdir. Ancak saldırıları başarısız olmuş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Kara ve deniz savaşı sonucunda iki taraf da çok ağır kayıplar vermiştir.

Osmanlı İmparatorluğu, Almanya'nın Rusya'ya savaş ilan ettiği 1 Ağustos 1914’ün hemen ertesi günü, Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşma, imparatorluğun eninde sonunda Almanya'nın ana gücünü oluşturduğu İttifak Devletleri safında fiilen savaşa gireceği anlamına gelmektedir. Enver Paşa, fiilen savaşa girmeyi, seferberliğin tamamlanmamış olması ve Çanakkale Boğazı savunmasının tamamlanmaması gibi gerekçelerle ertelemeye çalışmıştır. Ancak Almanya, bir an önce savaşa fiilen girilmesi için baskılarını sürdürmüştür. Bu baskılar, Akdeniz’de İngiliz donanması önünden çekilen Goeben ve Breslau savaş gemilerinin İstanbul'a gelmesiyle bir oldubittiye getirilmişti. Daha sonra Osmanlı Donanması'na bağlı bir grup gemiyle Karadeniz'e açılan bu gemiler 27 Ekim 1914 tarihinde Rus limanlarını bombalayınca Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmiştir.

Birleşik Krallık Donanma Bakanı Winston Churchill, 1914 yılı Eylül ayında Çanakkale Boğazı’nın donanmayla geçilerek İstanbul'un işgalini öngören bir planı Başbakan Herbert Asquith’e vermiştir. Plan, çeşitli evrelerden geçerek uygulamaya kondu ve Birleşik Krallık ve Fransa gemilerinden oluşan bir donanmanın Boğaz'a geniş çaplı saldırıları 1915 Şubat ayında başlatıldı. En güçlü saldırı ise 18 Mart 1915 günü uygulamaya konuldu. Ancak Birleşik Donanma ağır kayıplara uğradı ve deniz harekâtından vazgeçmek zorunda kalındı.

Deniz harekâtıyla İstanbul’a ulaşılamayacağı anlaşılınca, bir kara harekâtıyla Çanakkale Boğazı'ndaki Osmanlı sahil topçu bataryalarını ele geçirmek planı gündeme getirilmiştir. Bu plan çerçevesinde hazırlanan İngiliz ve Fransız kuvvetleri 25 Nisan 1915 şafağında Gelibolu Yarımadası’nın Güneyinde beş noktada karaya çıkarılmıştır. İngiliz ve Fransız çıkarma kuvvetleri her ne kadar Seddülbahir ve Arıburnu sahillerinde köprübaşları oluşturmayı başardılarsa da Osmanlı kuvvetlerinin inatçı savunmaları ve zaman zaman giriştikleri karşı taarruzlar sonucunda Gelibolu Yarımadası'nı işgalde başarılı olamadılar. Bunun üzerine sahildeki kuvvetler takviye edilmek için Arıburnu'nun kuzeyinde Suvla Koyu'na 6 Ağustos 1915 tarihinde yeni kuvvetlerle bir üçüncü çıkarma yapılmıştır. Ancak 9 Ağustos’ta Kurmay Albay Mustafa Kemal’in Birinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen karşı taarruzunda İngiliz Komutanlığı ihtiyat tümenini ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı ancak başarabilmiştir. Mustafa Kemal ertesi gün Kocaçimentepe – Conk Bayırı hattında yeni bir karşı taarruz gerçekleştirmişti, bu hattaki Anzak birliklerini de geri atmıştır. İngiliz ve Anzak kuvvetlerinin İkinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen genel taarruzları ise Osmanlı savunmasını aşamamıştır. Tüm bu gelişmelerin sonrasında İngiliz, Anzak ve Fransız kuvvetleri Gelibolu Yarımadasını 1915 yılı Aralık ayı içinde tahliye etmiştir.

I. Dünya Savaşı

Sanayi Devrimi’nden itibaren giderek büyüyen üretim bir yandan hammadde ihtiyacını sürekli arttırırken diğer yandan yeni pazarları gerektiriyordu. Diğer yandan giderek büyüyen sermaye birikimi, yeni yatırım alanları bulmaya yöneliyordu. Avrupa’nın büyük devletleri 19. Asır boyunca farklı hızlarda gelişmişlerdi ve gelişmelerini sürdürebilmek için etki alanlarını genişletmek için sıkı bir rekabet içindeydiler. İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Çarlık Rusya’sı farklı ilgi alanlarına sahip olsalar da bu alanlar çok yerde iç içe girmektedir. Sonuçta bu rekabet, 20. Asrın başlarında bir savaşı kaçınılmaz olarak gündeme getirmişti. Bu ülkeler arasında süreç içinde oluşan ittifaklar da olası savaşın Avrupa çapında bir savaş olmasına yol açacaktır. Bu dönemde netleşen bu ittifaklar, İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya’sının oluşturduğu İtilaf Devletleri ile Almanya, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve İtalya'nın oluşturduğu İttifak Devletleri bloklarıdır. Bu şekilde bir bloklaşma 1882 yılında Almanya, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve İtalya arasındaki bir ittifakla, bir bloğu oluşturmuştu. Kısa süre sonra 1894 yılında Fransa – Rusya, 1904 yılında İngiltere – Fransa, 1907 yılında da İngiltereRusya arasında antlaşmalar yapılarak diğer blok şekillenmiştir. İngiltere ve Fransa arasındaki 1904 yılı antlaşması ilginçtir. İngiltere, Fransa'nın “Kuzey Afrika’nın en iyi parçalarını” almasına göz yumuyordu, Fransa ise Mısır'daki İngiliz varlığına karışmayacaktı. İngiltere ile 1907 yılında Çarlık Rusya’sı arasındaki antlaşma da 1904 antlaşmasına benzer biçimde, esas olarak tarafların Avrupa dışı ilgi alanlarını düzenliyordu. İran, Afganistan, Çin ve Tibet’teki iki ülkenin çıkarları arasındaki çekişmelere çözüm getiriyordu. Bütün bunların ortaya koyduğu haliyle Avrupa'daki bu bloklaşmalar, esas olarak Avrupa dışı paylaşımı konu almaktaydı. Dolayısıyla bu bloklaşmanın sonunda ortaya çıkacak olan Avrupa çapındaki topyekûn savaş, esas itibariyle Avrupalı büyük güçlerin, Avrupa dışını yeniden paylaşımı mücadelesi olarak görülmektedir.

I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Balkanlar da iki kampa ayrılmıştı:

Bir bakıma İtilaf Devletleri'nin himayesinden olan Yunanistan, Romanya ve Sırbistan bir tarafı oluştururken İttifak Devletleri'ne daha eğilimli görünen Bulgaristan diğer tarafı oluşturuyordu. Dolayısıyla bu bölgeyle ilgili hesaplarda Bulgaristan'ın durumu hesaba katılmak zorundaydı. Nitekim 1914 yılının Haziran ayında Bulgaristan yüklüce bir borç anlaşmasıyla de facto İttifak Devletleri safına kaymıştır. Sonuç olarak özellikle Avrupalı büyük devletler arasında oluşan bu bloklaşma, yerel bir çatışmanın bile Avrupa'nın en azından dört büyük devletinin işe karışmasını gerektirecekti.

Sonuçta ortaya çıkan da bu oldu. Avusturya Macaristan İmparatorluğu Veliahttı Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914 günü bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Avusturya Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a 48 saat süreli bir ültimatom vermiştir. Sırbistan’ın bütün oyalama çabalarına karşın 28 Temmuz Belgrad'ı bombalamaya başlayarak bu ülkeye savaş ilan etti. Ardından Çarlık Rusya’sı genel seferberliğe gitti. Ancak Almanya daha önce Rusya'nın seferberlik ilanını, savaş ilanı olarak kabul edeceğini tüm devletler nezdinde deklare etmiştir. Bunun üzerine 1 Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş ilân etti. Bu savaş ilânlarının ardından, İtalya da tarafsızlığını ilân ederek, Almanya – Avusturya bloğundan ayrılmış, bir yıl sonra yeniden katılmıştır.

Almanya, geçmişten beri, daha net olarak Bismarck’tan beri iki cepheli bir savaştan kaçınmaktaydı ancak bu değişmez kaderi gibi görünüyordu. Doğuda Çarlık Rusya’sı, Batı’da ise Fransa gibi iki güçlü devlet vardı. Alman İmparatorluğu’nun 1891 – 1905 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığını üstlenen Schlieffen, bu tehlikeli durum için bir plan geliştirmişti ve doğal olarak Schlieffen Planı olarak biliniyordu. Bu plan, Rusya’nın seferberliğini bir ay içinde tamamlayabileceği hesabına dayanmaktadır. Almanya, tüm gücüyle batıya saldırarak kesin sonuç elde edecek ve bunun üzerine seferberliğini anca tamamlamış olan Rusya'ya saldıracaktı. Böylelikle iki cephede savaşma durumunda düşmekten kaçınacaktı. Almanya bu stratejiyi uygulamak için 3 Ağustosta Fransa'ya savaş ilan eder etmez hiç vakit kaybetmeden, bu ülkeye Belçika üzerinden saldırı hazırlığına girişmiştir. Belçika'dan geçiş için izin istendiyse de olumlu yanıt alınmadı ve bunun üzerine Alman orduları 4 Ağustosta Belçika'ya saldırdı. Ancak kısa süre içinde bu stratejinin uygulaması başarısız oldu ve Alman Orduları Marne’de Fransız – İngiliz savunmasını aşamadı ve 12 Eylül'de Marne hattında durduruldular. Artık, Schlieffen Planı işlemeyecekti. Bu durumda Almanya yine iki cepheli savaşla karşı karşıyaydı. Doğuda Rusya ile Batı’da da İngiliz ve Fransız kuvvetleriyle çarpışmak durumundaydı. Ancak iki cephede de güçlü olamazdı, bir tarafa öncelik vermeliydi. Güçlü olmayı seçtiği cephe Batı Cephesi'ydi, doğuda zayıf kuvvetlerle oyalama muharebesi verecek, diğer deyişle savunmada kalacak, kuvvetlerinin büyük kısmını Batı’da kullanarak burada kesin sonuç elde ettikten sonra esas kuvvetlerini Rusya Cephesi’ne aktaracaktı.

Avrupa içlerindeki bu gelişmeler, İngiltere ve Fransa’yı müttefikleri Rusya’yı desteklemek zorunda bırakmıştı. Zaten Rusya, Almanya üzerinde yeterince güçlü bir baskı yapamamaktaydı. Kısıtlı endüstriyel kapasitesi dolayısıyla İngiliz ve Fransız desteğine gerek duyuyordu. Ancak Almanya’yı yenilgiye uğratabilmek için Rusya'nın muazzam insan kaynaklarından yararlanmak gerekiyordu. Bunun için de Rusya mühimmat, silâh ve malî olarak desteklenmeliydi. Özellikle mühimmat yönünden bu zaruriydi. Çünkü Rus ordusu mühimmat stoklarını büyük ölçüde tüketmiş durumdadır. Bu durumda ondan taarruzî bir hareket beklenemezdi. Fransa’nın ve İngiltere’nin bu desteği sağlaması için olası dört yol vardır. Kuzey ulaşım hatlarından ikisi olanaksızdır. Kuzey Buz Denizi, yılın çok büyük bölümünde donmuş olduğundan deniz ulaşımına olanak vermemektedir, Baltık Denizi ise Alman Donanmasının denetimindedir. Orta ulaşım yolu olan Avrupa karayolu ise Alman denetimindedir. Olası dördüncü yol ise Osmanlı İmparatorluğu’nun denetiminde bulunan Çanakkale ve İstanbul boğazlarının oluşturduğu denizyoludur. Sonuçta Rusya ile müttefiklerinin irtibatı kesilmiştir. Sadece Rusya'ya yardım konusu değil, Rus buğdayının ve petrolünün Avrupa’ya getirilmesi de artık imkânsızdır. Sonuç olarak Rusya ile tek bağlantı boğazlardır. İtilaf Devletleri'nin İngiltere / Fransa ve Rusya olarak Doğu – Batı parçaları arasındaki tek ulaşım hattı Boğazlar'dı. Üstelik Rus savaş sanayi, savaş sırasındaki mühimmat sarfiyatını karşılayacak kapasitede değildi ve mühimmat açığı her geçen gün büyümekteydi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun İttifak Arayışı

Osmanlı İmparatorluğu, 20. Asrın başlarında neredeyse 200 yıldır Gerileme Dönemindeydi. Bu süre boyunca uğranılan askerî yenilgilere, 1912-13 yıllarında yaşanan Balkan Savaşı eklenmiş, Balkanlar’daki toprakların hemen tamamının elden çıkmış olmasının ötesinde en iyi eğitimli ve en iyi teçhiz edilmiş ordular bu savaşta kaybedilmişti. Dahası büyük miktarda silah ve mühimmat da terk edilmişti.

Avrupa devletleri I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarafsız kalacağını varsayıyorlardı. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu savaşın ilk aylarında “savaş dışı" durum ilan etmiştir. Bu durum İtilaf Devletleri arasında olumlu karşılanmıştır. Bu sayede Boğazlar ticarî deniz trafiğine açık kalacaktır. Osmanlı İmparatorluğu açısından da I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde en doğru politika tarafsız kalmak gibi görünüyordu. Ancak “bu yeterli bir çözüm müydü”, bir de mümkün müydü?”. Avrupalı devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki niyetleri biliniyordu. Rusya, yüzyıllardır sıcak denizlere inebilmek için Boğazları istiyordu. İngiltere, Hindistan yolunun güvenliği için Filistin'i, petrolü için de Irak'ı istiyordu. Fransa, Lübnan, Suriye ve Kilikya’yı, İtalya ise Antalya'yı istemektedir. Bunları bilen Osmanlı yöneticileri, söz konusu devletlerin bu emellerine ulaşmak için, savaş sırasında ya da savaştan hemen sonra Osmanlıyı rahat bırakmayacaklarını rahatlıkla seziyorlardı. Gerçekten de Avrupa'nın büyük devletleri arasındaki gerginliklerin bir Avrupa savaşına varmasının nedenlerinden biri de Osmanlı toprakları üzerindeki emelleriydi ve İmparatorluğun parçalanması sorunuydu. Diğer değişle her devlet, kendi ilgi alanının rakiplerinden önce kontrol altına almak istiyordu.

Fakat Osmanlı İmparatorluğu için en vahim tehlike Rusya'nın durumuydu. Çarlık, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa katılması durumunda, savaş sonrasında İstanbul'u terk etmek zorunda kalacaklarını hesaplıyor, şimdiden durumu sağlama bağlamayı gerekli görüyordu. Bunun için dönemin Dışişleri Bakanı Sergey Sazonov, 1914 yılı ilkbaharında İngiliz ve Fransız hükûmetleriyle görüşmeler yaptı. İngiliz Hükûmeti’nin cevabı oldukça açıktır.

“Eğer savaş zaferle bitecek olursa İngiltere, kendilerinin Osmanlı İmparatorluğu arazisine ya da başka yerlerdeki arazilere (özellikle İran) yapacakları taleplerinin olumlu karşılanması kaydı ile İstanbul ve Boğazlar hakkındaki Rus taleplerini tasvip edecektir”.

Fransa ise bir süre Rus talebine karşı tutum takınmıştır. Ancak Akdeniz’de Alman tehdidi ortaya çıktıktan sonra karşı çıkmaktan vazgeçmiştir. Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri arasında gizli antlaşmalarla, savaşın sona ermesinden önce paylaşılmasının bir diğer örneğini Fransa vermiştir. Fransa'nın Suriye ve Adana bölgesini alması, İngiltere ve Rusya tarafından prensip olarak kabul edilmiştir. Daha sonraki görüşmelerde Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Batı Karadeniz Bölgesinin Rusya’ya bırakılmasında anlaşma sağlandı. Fransa'ya verilecek toprakların çerçevesi de genişletildi.

Paylaşmanın bir diğer uzantısı İngiltere ile Haşimi Ailesi’nden Şerif Hüseyin arasında yapılan anlaşmadır. İngiltere yönünden Şerif Hüseyin önemli bir kozdu, çünkü Peygamber ailesinden kabûl ediliyordu. Böylelikle Osmanlı Halifesinin İslam Dünyası üzerindeki otoritesini sarsacak güçte kabul ediliyordu. Şerif Hüseyin de Arap Yarımadası’nı ve bütün Ortadoğu’yu içine alacak bir krallığı olsun istiyordu. Görüşmeler sonunda Arap Yarımadası, Irak ve Suriye'yi kapsayan bir krallık kurması üzerinde 1916 yılı Ocak ayında anlaşma sağlanmıştır. Ancak bu durum Fransa’yı harekete geçirdi. İngiltere ile Fransa arasında 9-16 Mayıs 1916 tarihlerindeki bir dizi resmi mektuplaşmanın ardından Fransa’nın hâkimiyet alanı yeniden belirlendi. Bu mutabakat, 29 Nisan 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması ile resmileştirilmiştir.

Diğer tarafta Osmanlı yöneticileri de Batılı devletlerin bu emellerini seziyor ve Rusya'nın en büyük tehlike olduğunu görüyorlardı. Bu durumda Osmanlı yöneticilerinin, imparatorluğun güvenliği için bir desteğe ihtiyaçları vardı. En mantıklı görünen, hem savaşta Rusya’nın ittifakı içinde olmak, hem de aynı ittifak içinde yer almakla İngiltere ve Fransa'nın desteğini sağlamak gibi görünüyordu. Bu amaçla Maliye Bakanı Cavit Bey İngiliz makamlarıyla, Bahriye Nâzırı Cemal Paşa ise Fransız makamlarıyla bir süredir temas halindedir. Ancak ne İngiliz tarafı ne de Fransız tarafı bu ittifak yaklaşmasına sıcak bakmadılar. Rusya’nın da bu işe kesin olarak karşı olmasının da bu durumda payı olduğu kabul edilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiltere ile ittifak girişimine olumlu yaklaşılmamasında, Jön Türk yönetiminin kısa sürede çökeceği yönündeki öngörü etkili olmuştur. Jön Türkler yerine Alman yanlısı olmayan bir iktidarın Almanya'nın Ortadoğu'daki tehdidini ortadan kaldıracağı hesap edilmektedir. Diğer yandan Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu da savaş öncesinde Osmanlıyı ittifaka almaya yakın değillerdi.

Osmanlı İmparatorluğu'nun dış politikası, İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarından (1908) itibaren Almanya'dan yavaş yavaş uzaklaşırken İngiltere'ye yaklaşmıştır.[40] Hatta İngiltere ile bir ittifak kurulması yönünde İttihat Terakki Merkez Komitesi'nden Ahmet Rıza Bey ve Nâzım Bey, 1908 yılı içinde İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey ile bir görüşme yapmışlardır. İzleyen yıllarda bir dizi olayın da etkisiyle, artık şekillenmeye başlayan İtilaf Devletleri'ne yakınlaşma sürmüştür. İtilaf Devletleriyle bir yakınlaşma arayışlarının bir başka örneği de 1914 Mayıs ayında Mehmet Talat Paşa'nın Kırım’da Çar II. Nikolay ve Dışişleri Bakanı Sazanov’la görüşmesidir. Ancak Çarlık Rusyası, diğer müttefiklerinden ayrı bir antlaşmaya yanaşmamıştır. Diğer yandan Bahriye Nâzırı Cemal Paşa’nın Fransa görüşmeleri de bir sonuç vermemiştir.

Almanya ile ilişkiler ise Balkan Harbi sonrasında bir kesiti dönemi geçirmiştir. Balkan Harbi öncesinde bir dönem Osmanlı Ordusu Alman generali Von der Goltz düzenleme desteğini alıyordu. Ancak yenilgi sonrasında Alman desteğine güven hırpalandı ve Osmanlı Ordusu Kurmay Başkanlığı Yardımcısı görevinden ayrıldı. Bu ayrılmadan 1913 yılı Aralık ayına kadar geçen süre içinde İstanbul'da etkili olacak bir Alman politik - askeri varlığı olmamıştır. Bu ayda Liman von Sanders başkanlığında bir Alman subay grubu İstanbul'a gelmiştir. Bu grubun yetkileri oldukça geniştir. Liman von Sanders bu yetkilere dayanarak üç ay içinde Osmanlı Ordusu içinde büyük ölçüde hâkim duruma gelmiştir.

Ancak İttihat Terakki’nin 1913 yılı Ocak ayında iktidara gelmesiyle Osmanlı dış politikası yeniden Almanya'ya yakınlaşmaya başlamıştır. Zaten İtilaf Devletleri ile yapılan tüm ittifak görüşmeleri boşa çıkmıştır. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğu’nun, eğer Avrupa Savaşı öncesinde bir ittifaka girmesine zorunluluk gözüyle bakılıyorsa, tek seçenek Almanya'dır. Bir başka açıdan bakıldığında Enver Paşa’nın, Almanya’nın Avrupa'nın en güçlü askeri gücüne sahip olduğu ve bir Avrupa Savaşı'nda kesin olarak kazanan taraf olacağına güçlü bir inanç beslediği, genellikle kabul edilmektedir. Fakat esas önemlisi 1890’lı yıllardan itibaren Osmanlı ekonomisinde Alman sermayesinin etkinliğinin artıyor olmasıdır. Özellikle Bağdat Demiryolu inşaatının bir Alman firmasına ihale edilmesi, Osmanlı topraklarında Alman sermayesinin Yakındoğu'ya uzanan güçlü bir rekabet durumu yaratmıştır. Bu arada Almanya'nın özellikle İstanbul'daki Türkçülük hareketini, Osmanlı'nın Rusya ile yakınlaşmasının önleyici bir manevra olarak desteklediği bilinmektedir.


Enver Paşa

Bakın, http://kurtuluspartisi.org/ab-d-emperyalizminin-isbirlikcisi-ortacagcilar-canakkale-zaferinin-100uncu-yildonumu-kutlamalarini-halka-yasaklayamazlar/ adresinde ne buldum:

Geçtiğimiz günlerde Çanakkale Valiliğinin 31.12.2014 tarihli bir genelgesi ortaya çıktı. Bu genelge ile Valilik; Çanakkale Savaşları’nın 100’üncü yıl dönümünde; 18 Mart ve 24-25 Nisan 2015 günlerinde Mehmetçik Abidesi’nin bulunduğu Gelibolu Yarımadasının ziyaretçilere kapatılacağını açıklamakta…

Çanakkale Valiliği yaptığı rezaletin farkında olacak ki, yazının girişinde Çanakkale Zaferine “övgüler” düzmekte.

“Çanakkale Savaşları’nın 100. Yıldönümü ilimizde büyük coşku ili kutlanacaktır” demekte.

Ancak hemen altında ise Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve Valilik’in koordinasyonunda hazırlanan tören programları çerçevesinde “18 Mart 2015 tarihinde Mehmetçik Abidesi’nin bulunduğu bölgenin ziyaretlere kapatılacağı, 24 Nisan 2015 tarihinde Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alanı bölgesi halkın ziyaretine kapatılacağı, 25 Nisan 2015 günü ise tören yapılacak bölgelere ziyaretçiler alınmayacağı açıklanmaktadır”.

Böylece yasak bölge büyütülmektedir. Neymiş, T. Erdoğan’ın ev sahipliğinde yapılacak törenlere yurtdışından gelecek konuk sayısında artış olacakmış…

İyi de törenlere yurtdışından binlerce-on binlerce insan mı geliyor ki?

Bundan önceki yıllarda da dışarıdan törenlere gelenler oluyordu. Halkımız da Çanakkale Zaferi’ni akın akın kutluyordu.

Peki, bu yıl niçin yasaklıyorsunuz?

Çünkü sizler Halktan korkuyorsunuz.

Çünkü sizler; aslında Çanakkale Zaferi’ne düşmansınız. Bu zafer kutlamaları sayesinde, Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Emekçi Halklarımızın bilincinde canlanmasını istemiyorsunuz.

Dahası sizler, Çanakkale Zaferi’nin Kahraman Komutanı Mustafa Kemal’e ve O’nun kurduğu Cumhuriyet’e de karşısınız. Çünkü siz; Vahdettin’lerin,  Sait Molla’ların, Ali Kemal’lerin torunlarısınız.

Davet ettiğiniz “konuk”ların büyük çoğunluğu, 1915’de Çanakkale önlerine gelen ve Boğazı geçebilselerdi İstanbul’u dolayısıyla tüm ülkemizi işgal etmek isteyen Batılı Emperyalistlerin temsilcileridir.

Oysa Çanakkale Zaferi Mazlum Ulusların Emperyalistlere Karşı İlk Zaferidir. Bu nedenle Çanakkale Zaferi Kutlamalarını Halka yasaklayamazsınız. Bu “yasağı” tanımıyoruz.

Bilindiği gibi Partimiz, yıllardan beri her yıl 18 Mart’larda Çanakkale’de Alternatif Kutlamalar düzenlemektedir. Çanakkale Zaferi’ni; “mezarlarından kalkıp gelen evliyaların kazandığı” yalanını yayan Ortaçağcı gericilere karşı, Zaferin sınıfsal, askeri ve tarihsel özelliklerini, Mazlum Halkların Batılı Emperyalistler karşısındaki destansı direnişlerini anlattık Halkımıza… Bu yıl da anlatacağız.

Halkın Kurtuluş Partisi; geçmişte nasıl Çanakkale’ye gitmişse bu yıl da aynı şekilde 18 Mart’ta Çanakkale Zaferini Kutlamaya gidecektir.

Yasaklamalar, engeller bizleri yolumuzda döndüremeyecektir.

Varsın bundan gayrısını halkından korkanlar düşünsün.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun Savaşa Katılması

Sadrazam (Başbakan) ve Hâriciye Nazırı Sait Halim Paşa Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun Sırbistan’a savaş ilanından bir gün önce 27 Temmuz akşamı geç saatlerde Alman Büyükelçisi'ni çağırtmış, iki devlet arasında Rusya'ya karşı bir savunma antlaşması yapma teklifinde bulunmuştur. Yirmi dört saate kalmadan Almanya bu teklife olumlu yanıt vermiştir. Bu mutabakat üzerine Osmanlı İmparatorluğu, Almanya'nın Rusya'ya savaş ilan etmesinden bir gün sonra, 2 Ağustos 1914 günü Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamıştır. Eylül sonları ve Ağustos başlarında İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi izin kullanmaktaydı. Dolayısıyla İngiltere'nin bu olaylar üzerine müdahalesi oldukça sınırlı kalmış olmalıdır. Antlaşmadan sadece Sadrazam (Başbakan) ve Hâriciye Nâzırı Sait Halim Paşa’nın, Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın, Dâhiliye Nazırı Talat Paşa'nın ve Meclis-i Mebusan Başkanı Halil Bey haberdardır. Diğer meclis ve hükûmet üyelerinin, dahası Sultan Mehmet Reşat’ın dahi haberi yoktur!

Antlaşmanın imzalanmasında Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş hazırlıkları tamamlanana kadar tarafsız görünmesine karar verilmiştir. Diğer deyişle antlaşma gizli tutuldu, Osmanlı “silâhlı tarafsızlık” ilân etti. Ertesi gün ise seferberlik hazırlıklarına başlanmıştır.

Antlaşmanın ana teması Osmanlı İmparatorluğu'nun Avusturya ve Sırbistan arasındaki çekişmede tarafsız kalması, bu çatışma Almanya ve Çarlık Rusya’sı arasında bir savaşa yol açarsa Almanya yanında savaşa girmekti. Diğer yandan Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü korumayı kabul etmektedir. Aslında bu antlaşma imzalandığında Almanya ile Çarlık Rusya’sı zaten savaş durumuna geçmiş bulunmaktaydılar.

Ekim ayı başlarında Almanya'nın savaşta kısa süre içinde kesin sonuç alma umutları sönmeye başlamıştı. Alman ordularının Batı Cephesi'nde durdurulmaları, Çarlık ordularının Galiçya'da başarılı harekâtları durumu sıkışık hale getirdi. Bu durumda Almanya, kilitlenmiş durumu başka bir bölgedeki girişimlerle çözmenin yollarını aramıştır. Bu girişimlerin ipuçları Yakın Doğu'da aranmaya başlandı. Alman İmparatoru Alman Üst Komutanlığı'na emri, Osmanlı Kabinesi'nin oluru alınamazsa bile durum bir oldubittiye getirilerek Osmanlı İmparatorluğu'nun fiilen savaşa çekilmesinin sağlanması yönündedir. Sonuç olarak Almanya ile ittifak antlaşması imzalandıktan hemen sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun bir an önce fiilen savaşa girmesi konusunda Alman baskıları başlamıştı. Bu baskılar aralıksız sürmüştü. Örneğin Alman Krupp Fabrikaları’nda hazırlanan dört adet 28 cm’lik sahil topuna Alman Denizcilik Bakanlığı el koyduğu 11 Eylül 1914 tarihli telgrafla İstanbul'a bildirilmiştir. Alman Denizcilik Bakan Vekili’nin Berlin ataşemiliteri Cemil Bey’le bir görüşmesindeki sözleri çok nettir, “Süveyş’e hareket ediniz, sahil toplarını alırsınız”!

Almanya’nın, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir an önce savaşa fiilen girmesi yönünde baskısının bir taktik nedeni de Kafkasya Cephesi'ndeki Osmanlı askeri tehdidinin Almanya'nın Galiçya Cephesi kuvvetleri karşısındaki baskıyı hafifleteceğinin hesaplanmasıdır. Ekim ayına gelindiğinde İngiltere'nin ve Rusya'nın seferberlik hazırlıkları tamamlandığı ve cepheye daha fazla kuvvet getirdikleri görülmektedir. Almanya'nın kısa sürede Batı'da kesin sonuç elde etme planı bütünüyle başarısız olmuştur. Buna bağlı olarak Osmanlı'nın savaşa girmesi yönünde baskılar artıyordu. Öte yandan İngiltere Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü garanti ediyor, kapitülasyonların kaldırılmasına olumlu yaklaşıyor ve mali yardım öneriyordu. Osmanlı İmparatorluğu zaten 17 Ağustosta kapitülasyonları kaldırdığını ilan etmişti.

Almanya'dan, bir an önce savaşa fiilen girilmesi yönündeki baskılar, Enver Paşa tarafından savaş hazırlıklarının henüz tamamlanmadığı gerekçesiyle oyalanıyordu. Ancak iki Alman savaş gemisinin girişimi, bir oldubitti durumu yaratarak Osmanlı İmparatorluğu’nu fiilen savaşın içine çekmiştir

Goeben ve Breslau Harekâtı

Almanya ile Osmanlı arasında ittifak antlaşması imzalandığında Alman Akdeniz Filosu (tümeni) Komutanı Wilhelm Souchon elinde iki yeni, hızlı ve muharebe gücü yüksek gemi vardır. Bunlar ağır kruvazör Goeben ile hafif kruvazör Breslau’dur. Antlaşmadan iki gün sonra, 4 Ağustosta Amiral Souchon’a iletilen şifreli telgraf mesajında İstanbul'a hareket etmesi emredilmiştir. Almanya, 4 Ağustosta Belçika'ya saldırmıştı ve Akdeniz’de bu iki gemi, İngiliz kontrolündeki Cebelitarık'tan ya da Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz dışına çıkamazdı. İki gemiden açıkça daha güçlü olan İngiliz ve Fransız filoları karşısında zor durumdaydı. Ancak iki gün sonra İstanbul’a gitme emri iptal edildi. Buna karşın İngiliz zırhlılarının yakın durumundan endişelenen Amiral 8 Ağustosta İstanbul'a gitmeye karar vermiştir. Emrindeki bir gemiyle İzmir'deki Alman deniz ataşesine, İstanbul'a giriş için izin istenmesini bildirdi. Akdeniz'deki dokuz günlük bir kovalamanın sonunda gemiler 10 Ağustosta Çanakkale Boğazı önlerinde gelmiştir. Enver Paşa Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı'na "Gemilerin bekletilmeksizin içeri alınması" talimatını vermiştir. Talimatın verilişi, bir bakıma alınışı, Başkomutanlık Vekâlet’inde göre yapan Alman Subayı Baron Kress von Kressenstein tarafından kaleme alınan anılarında anlatılmaktadır. Baron von Kressenstein, Çanakkale Müstahkem Mevkii'nden gelen telgrafı Enver Paşa’ya ilettiğini, Enver Paşa'nın gemilerin Çanakkale Boğazına girmesi için karar verme yetkisi olmadığını ifade ettiğini anlatmaktadır. Bunun üzerine von Kressenstein itiraz etmiş ve “gemiler içeri alınsın” talimatını almıştır. Daha sonra takipteki İngiliz gemileri Boğaz’a girmeye çalışırsa sahil bataryaları tarafından ateşle karşılanması yönünde emir istemiş, Enver Paşa yine yetkisi olmadığını ileri sürünce yine itiraz etmiş ve ateş açılması talimatını almıştır.

Uluslararası antlaşmalar gereği ya gemiler 24 saat içinde Osmanlı karasuları dışına çıkacak ya da silahtan arındırılarak enterne edilecektir. Ancak Alman Büyükelçisi'nin şiddetle karşı çıkışı üzerine gemilerin Osmanlı İmparatorluğu'nca satın alındığının ilan edilmesi gibi bir çözüme gidilmiştir. Gemilerin 80 milyon marka satın alındığı 11 Ağustosta ilan edilmiştir. Gemilere Osmanlı bayrağı çekilir. Goeben’in adı Yavuz, Breslau’nun adı da Midilli olmuştur.[60] Bu iki Alman gemisi, bir bakıma İngiltere'nin el koyduğu Sultan Osman ve Reşadiye'nin yerine alınmış olmaktadır.

Abluka

Sonuç olarak, Almanya, ileride Karadeniz’deki Rus limanlarına karşı kullanacağı ve Osmanlı İmparatorluğu'nu bir oldubitti ile fiilen savaşa sokacağı bu iki güçlü silahını Karadeniz'e atmış bulunmaktadır. Bu durum İtilaf Devletleri nezdinde bir bakıma alarma yol açacaktır.

Bu tarihe kadar Malta Üs Komutanı olan İngiliz Amiral Carden, 20 Eylül'de Abluka Filosu Komutanlığı'na atanmıştır. Emrinde İngiliz Indomitable ve Indefatigable muharebe kruvazörleri, Dublin ile Glochester hafif kruvazörleri, Verite ve Suffren Fransız muharebe gemileri ve 12 muhrip, üç denizaltı bulunmaktadır. Denizaltı sayısı daha sonra üçü İngiliz ve üçü Fransız olmak üzere altıya çıkmıştır.

Çanakkale Boğazı’nı ablukaya alan İngiliz filosu, 27 Eylül’de Boğaz’dan çıkan Akhisar (Osmanlı torpidobotu) Akhisar Torpido Botunun yolunu keserek Osmanlı savaş gemilerine ateş açılacağını bildirmiştir. Bunun üzerine boğazlar tüm yabancı gemilere kapatılmıştır. Artık ticarî gemiler de boğazları kullanamayacaktır.

Yavuz ve Midilli Olayı

Bu iki güçlü savaş gemisinin Osmanlı Donanmasına katılması bir süredir zaten Donanma'nın ve Osmanlı halkının hayaliydi. Osmanlı İmparatorluğu, halktan toplanan yardım paralarıyla finanse edilen iki savaş gemisini İngiliz tersanelerine sipariş etmişti. “Sultan Osman” adı verilen geminin inşası mayıs ayında tamamlandığında, parası ödenmiş olan bu geminin teslimi, “Reşadiye” adı verilen diğer geminin teslimine ertelenmişti. Ağustos ayına kadar ertelenen teslim, 3 Ağustos günü tümüyle iptal edilmiştir. Esasen bu iki gemi Ege Denizi’nde Yunan deniz üstünlüğünü ortadan kaldıracağı gibi, Karadeniz’de de Rus Karadeniz Donanmasına karşı belirgin bir üstünlük sağlayacaktı. İngiliz resmi tarihine göre Türkler tarafından “haydutluk” olarak nitelendirilmiş olan bu İngiliz tutumu, bir bakıma askeri zorunluluktu, bu denli güçlü gemilerin “düşman eline geçmesine kesinlikle müsaade edilemezdi”. Sonuç olarak, gemiler, İngiltere’ye kadar gitmiş olan Osmanlı deniz müfrezesine teslim edilmedi. İlginç bir denk geliştir ki aynı gün, 3 Ağustos’ta Goben ve Braslau İstanbul önlerine gelmiş bulunmaktadır.

Esasen Goeben ve Breslau, Almanya ile ittifak antlaşması imzalandığı 2 ağustostan kısa bir süre sonra, 10 ağustosta Osmanlı karasularına girmişti ve hemen hemen aynı tarihlerde Alman Üst Komutanlığı bu gemileri Karadeniz’de kullanmayı istediğini Osmanlı makamlarına iletmeye başlamış, dahası baskı yapmıştır. Berlin ataşemiliteri Cemil Bey’in 12 Ağustos 1914 tarihli şifreli telgrafından bu konu belirtilmektedir. Bir sonraki gün Enver Paşa’nın Cemil Bey’e söyledikleri ise, “seferberlik bitmeden, Bulgaristan’la tamimiyle anlaşmadan”, diğer deyişle Çanakkale Boğazı savunması hazırlanmadan bu gemilerin Karadeniz’e çıkmasına izin verilmeyeceği yönündedir. Enver Paşa, bu durumda İngiliz Donanması’nın Boğazı geçeceğini düşünmektedir. Enver Paşa'nın Bulgaristan konusundaki tutumu da Berlin – Viyana – İstanbul ulaşım hattıyla ilişkilidir.

Bu oyalamalara karşın, Amiral Souchon, 9 Eylül 1914 tarihinde Osmanlı Donanma Komutanlığı’na atanmıştır. Hemen ertesinde Marmara’da atış talimleri ve manevralar başlatıldı. Öte yandan Karadeniz’de, İstanbul açıklarında Rus Donanması'na bağlı gemiler, Çanakkale Boğazı dışında da İngiliz ve Fransız gemileri devriye gezmektedir. Bu arada Amiral Souchon, tatbikatlara Karadeniz'de devam etmek üzere Osmanlı yetkililerine baskı yapmaktadır.

Yavuz ve Midilli’nin de içinde bulunduğu on bir parça gemiden oluşan bir Osmanlı filosunun Amiral Souchon komutasında 29 Ekim 1914 günü Karadeniz’e açılması, Osmanlı'nın fiilen savaşa girmesi sonucunu doğurmuştur. Bu gemiler İstanbul Boğazı açıklarındaki Rus gemilerine ateş açtıktan sonra Karadeniz'in kuzey kıyılarındaki Odessa, Sivastopol, (29-30 Ekim gecesi) Norvosiski ve Feodosya limanlarını bombalamışlardır. Bu taarruz, Enver Paşa'nın 25 Ekimde Amirale verdiği yazılı emre dayanmaktadır. Esasen Bakanlar Kurulu’nun aynı tarihli kararına aykırı olan bu emirde “Bütün filo Karadeniz'de manevra yapmalıdır. Vaziyeti uygun bulduğunuz anda, Rus filosuna hücum ediniz. Çarpışmaya başlamadan evvel, bu sabah size verdiğim gizli emri açınız”. Gizli emirde ise “Türk filosu Karadeniz’de zorla üstünlük sağlamalıdır. Rus filosunu arayınız. Nerede bulursanız, harp ilan etmeksizin hücum ediniz”.

Rusya’nın askerî tepkisi 1 Kasım 1914 günü Kafkasya üzerinden Osmanlı topraklarına taarruz etmek olmuştur. Aynı gün İngiliz gemileri İzmir ve Kızıldeniz'deki Akabe limanlarını bombaladılar. İki gün sonra 3 Kasımda İngiliz birlikleri Basra Körfezi'nde Osmanlı topraklarına çıkarıldılar. Aynı gün iki İngiliz ve iki Fransız savaş gemisi Çanakkale Boğazı’ndaki Osmanlı istihkarını ateş altına aldılar.

Esasen Osmanlı Donanması'nın Karadeniz Rus limanlarını bombalaması, fiilen savaşa girme yönündeki baskılara direnen Enver Paşa'yı bir oldubittiye getirme manevrası olarak görülmesi gerekir. Sonuç olarak Yavuz ve Midilli Olayı, Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşa sokan olaydır.

Harekât

İtilaf Devletleri’nin Çanakkale Boğazı'na karşı bir askeri harekât kararı almalarına varacak kilometre taşlarından biri Çar II. Nikolay’nın İngiltere'ye yönelik talebidir. Çar bu talebinde –Boğazlardan söz etmeden- Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir askeri hareket ve askeri malzeme yardımı talep etmiştir. İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener bu soruların askerî harekât yanına olumlu yanıt vermişti. Çarlık’ın böyle bir askeri hareketten beklentisi Osmanlı’nın Kafkasya'dan bir kısım birliğini çekmek zorunda bırakılması, bunun da Rusya'nın bu cephedeki yükünü hafifleteceğidir. Diğer önemli bir kilometre taşı ise Yunanistan Başbakanı Venizelos’un, bir çıkarma yapılması durumundan Yunanistan'ın bu harekâta askeri olarak katılabileceğini İngiltere'ye bildirmesiydi. Venizelos, 19 Ağustos 1914 tarihinde Çanakkale Boğazı'na taarruz etmeye dayanan ayrıntılı bir planı İngiliz yetkililere iletmiş, bu taarruza Yunanistan'ın da birlik verebileceğini belirtmişti.

Ancak, Venizelos’un planında Bulgaristan’ın da İstanbul’a saldırması şartı vardı. İngiliz askerî makamları planı incelemiş ve fazla şarta bağlı olması dolayısıyla uygulanmasının olanaksız olduğu yönünde rapor vermişti. Bulgaristan meselesi son derece akıllıca seçilmiş bir şarttır. Osmanlı Ordusu'na her türlü Alman desteği için kullanılabilir tek ulaşım yolu olan demiryolu Bulgaristan üzerinden geçmektedir. Bu destek hattının kesilmesi, ancak Bulgaristan'ın İtilaf Devletleri tarafına geçmesiyle olanaklıdır. Diğer yandan İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Sir Louis Mallet, Ağustos ayında Boğazların yabancı savaş gemilerine kapatılmasının ardından Boğazların zorla geçilmesi yönünde bir öneriyi rapor etmiştir. Mallet, donanmanın geçmesinden sonra Boğazların kara birliklerince işgal edilmesi gerektiği görüşünü öne sürmekteydi. Bir yandan bu savaş planları yapılırken İngiliz Hükûmeti Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşın dışında tutmaya çabalıyordu. Osmanlı savaşa girdiğinde ilk askeri harekâtının Süveyş Kanalı üzerine olacağı tahmin ediliyordu. Bu bölgeye Batı Cephesi'nden o sıralarda birlik kaydırılmasına olanak yoktu. Müstemlekelerden kuvvet aktarmak ise aylar alırdı. Diğer yandan Müslüman ülkelerin ki birçoğu İngiliz müstemlekesiydi, Müslüman halkında ayaklanmalar olmasından ciddi biçimde çekiniliyordu. Bu endişelerin boşuna olduğunu zaman göstermiştir, Osmanlı davası uğruna Müslüman ülkelerden, hattâ kendi tebaasından dahi kayda değer bir destek olmamıştır. Bütün bu endişelerle İngiliz Hükûmeti, Osmanlı'nın savaş dışı kalması şartıyla bir kısım öneri getirmiştir. Bu önerilere Fransa'nın, hatta Rusya'nın da desteği sağlanmıştı. Öneriler, Çanakkale Boğazı'nın ticari gemilere açılması ve Alman askeri personelinin sınır dışı edilmesi şartlarını içermektedir. Goben ve Breslau üzerinde ısrar ediliyordu. Bu gemilere, Ege'ye çıktıkları takdirde, eğer Alman askeri personeli taşıyorlarsa, Alman savaş gemisi işlemi uygulanacaktı, yani ateş açılacaktı.

Çanakkale Boğazı’nın geçilerek İstanbul’un zorlanması fikrinin İngiliz Parlementosu’nda ilk olarak 25 Kasım 1914 tarihindeki İngiliz Başbakanlık Toplantı Salonu'ndaki olağan toplantıda Churchille tarafından ortaya sürüldüğü kabul edilmektedir. Mısır'ın savunulması konusunda alınacak ek önlemlerin konuşulmasının hemen ardından söz alan Deniz Bakanı (Denizcilik Birinci Lordu) Churchill, Mısır ve Süveyş Kanalı'nı yerinde savunmanın pasif bir tutum olacağını öne sürerek konuşmasına başlamıştır. Bu bölgedeki kuvvetlerin büyük bölümünü, Avrupa'dan bir kısım kuvvetle takviye ederek Osmanlı İmparatorluğu'nun en zayıf noktasında saldırmanın daha uygun olacağını belirtmiş ve bu noktayı, başkent İstanbul olarak işaret etmiş, Böylesi bir harekâttan Churchill'in beklediği amaçlar, Rusya'ya yardım edilmesi, Bulgaristan ve Romanya gibi tarafsız ülkeleri, hattâ Almanya yanında savaşa girmeye yaklaşan İtalya'yı ve taraf konusunda kararsız Yunanistan'ı etkilemek, Fransa ve Rusya cephelerinde kilitlenmiş görülen savaşa, Baklanlar üzerinden bir kuşatma ile çözüm bulmaktı. Diğer yandan Churchill, bol silâh ve mühimmatla desteklenecek Rus Çarı’nın, milyonluk nüfusunu savaşa sürerek, Almanya'yı bu insan seli karşısında yıkacağını belirtmektedir. Bu ifadelere karşın o günkü toplantıda bu konu üzerinde bir görüşme açılmamıştır. Sonraki toplantılarda Savaş Bakanı Lord Kitchener, Fransa Cephesi'nin durumu nedeniyle Çanakkale için asker veremeyeceğini kesin olarak ifade etmiştir. Fransız orduları Başkomutanlığı da Batı Cephesi’nden başka bir yer için asker alınmasına şiddetle karşıdır.

Bu durumda Churchill Çanakkale Boğazı’nı kendi komutasında olan donanmayla geçmenin yollarını aramıştır. Bunun üzerine 3 Ocak 1915'te Akdeniz’deki Amiral Sackville Carden’e “Boğazları sâdece deniz kuvvetleriyle zorlama” konusunda görüş soran bir mesaj göndermiştir. Mesajda, mayın hatlarına kömür gemileri sürerek durumun değerlendirilebileceği notu vardır. Ancak, Amiral Carden bunu mümkün görmediğini, bunun için büyük bir kuvvet gerekeceğini bildirmiştir. Churchill, bu kez “Tasarladığınız harekâtın niteliğini, istediğiniz kuvvetin miktarını ve bunu nasıl kullanmayı düşündüğünüzü lütfen bildiriniz" içeriğinden bir mesaj göndermiştir. Amiral’in 11 Ocak'taki cevabı ile bir görev kuvveti şekillenmeye başlamıştır. İki gün sonraki, 13 Ocak’taki Yüksek Savunma Konseyi toplantısında, Çanakkale Boğazı'nın sadece donanmayla zorlanması konusunda Deniz Bakanlığı'na ön yetki verilmiştir. Churchill hazırlıklarını sürdürürken Fransız Hükûmeti tarafından, harekât için Amiral Guépratte komutasında dördü zırhlı, dördü denizaltı olmak üzere 26 parçalık bir filo tahsis edileceği bildirildi. Churchill de İngiliz gemilerini Amiral Carden komutası altına girmek üzere bölgeye hareket ettirmiştir. Harekât için kesin karar ise Konsey'in 28 Ocak 1915 tarihli toplantısında alınmıştır.

Harekât Planı ve Amaçlar

Sonuç olarak denizden veya karadan hareketle İstanbul’un alınması planlarının dayandığı bir dizi amaç ortaya çıkmıştır. Bu amaçlar ana başlıklar halinde şu şekilde görünmektedir:

Rusya’nın silâh ve mühimmat gereksinimini karşılamak,

Rus petrolünü boğazlar üzerinden Avrupa’ya taşımak,

Balkanlar’daki devletleri İtilaf Devletleri safına çekmek,

Osmanlı İmparatorluğu'nun Mısır'a yönelik tehdidini ortadan kaldırmak,

Avrupa'daki savaşın, kanlı çatışmalara karşın kesin sonuç vermemesinin, Almanya'nın müttefiklerinden birine saldırma fikrini çekici hale getirmesi

Osmanlı İmparatorluğu'nun savaştan çekilmesi ve İstanbul’un İngiliz kuvvetlerince işgal edilmesiyle Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu bloğu Güney’den kuşatılmış olacaktı.

İngiltere, savaşın sona ermesinden önce İstanbul’u fiilen ele geçirmekle, Rusya’nın boğazlar üzerindeki istekleri karşısında güçlü bir durumda olacaktı.

İstanbul işgal edilerek Rusya'nın Almanya ile tek başına hareket ederek bir antlaşma yapmasını güçleştirmek

Osmanlı’nın Kafkasya Cephesi'ne daha fazla kuvvet aktarmasının önüne geçilerek Rus ordusunun tüm gücüyle Almanya üzerine yüklenebilmesine olanak vermek[84]

Teşkilât-ı Mahsusa’nın Müslüman ülkelerde yürüttüğü “İttihad-ı İslâm” propagandasını durdurmak.

Esasen İngiltere’nin hesabı Rus petrol ve buğdayıdır. Karadeniz limanlarında toplam 350 bin ton taşıma kapasiteli ticaret gemileri hareketsiz kalmıştır. Boğazlar açıldığı takdirde bu gemiler Rus buğday ve petrolünü Avrupa'ya rahatlıkla taşıyacaktır.

İtilaf Devletleri

İtilaf Devletleri ordusu değişik etnik ve dinî gruplardan gelen askerlerden oluşmaktadır. Bu orduda İngiliz, İskoç, İrlandalı, Fransız, Hint, Kuzey Afrikalı (Cezayirliler, Zuaveler), Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerle Rum ve Yahudi gönüllüler bulunmaktadır. Anzak askerleri her ne kadar gönüllü olarak orduya yazılmışlarsa da İngiltere ile dominyonları arasında yapılan antlaşmaya göre bu askerlere günde altı Şilin'den hesaplanarak ayda dokuz Pound maaş ödeniyordu. Bu haliyle Anzak askerleri gönüllüden çok paralı asker sayılmaktadır. Anzak birlikleri içinde başta Polinezya Adaları’ndan Maoriler olmak üzere Okyanusya adaları yerlilerinden unsurlar da bulunmaktadır. Bu unsurlar da Gurkalar gibi savaşçı gelenekleriyle lanse edilmiştir. Bütün bu unsurlar üzerinde, Türklerin esirleri kestiği imajının, bir propaganda hedefi olarak uyandırılmış olduğu, savaş esirlerinin kayda geçirilen ifadelerinden anlaşılmaktadır. Açıkça kafalara sokulan “teslim olmaktansa intihar edindir”.

Askerî tarihte II. Dünya Savaşı’na kadar görülen en büyük çıkarma harekâtıdır.

İngilizler, boğazları ele geçirmek için donanmanın yeterli olacağına inanıyorlardı. Bahriye Nâzırı Churchill’in planları Akdeniz filosu komutanı Amiral Sackville Carden tarafından da desteklenince, Birleşik Krallık Donanması Komutanı Lord Fisher’in başarısını şüpheli gördüğü bu harekâtın donanma ile yapılmasına karar verildi. Fisher, kara harekâtınca desteklenmeden deniz kuvvetlerinin "böyle bir maceraya atılmasının" hatalı olduğu görüşündedir. İtilaf Devletleri Savaş Konseyi'nin 28 Ocak 1915 tarihli oturumunda harekât karara bağlanmıştır. Konsey tutanağında harekât amacı şu şekilde tarif edilmişti: “Bahriye Nazırlığı hedef İstanbul olmak üzere, Gelibolu Yarımadası'nı döve döve zapt edecek bir deniz harekâtına Şubat ayında başlayacaktır”.

Zaten İngiliz Donanması'nın önemli bir kısmı Amiral Carden emrinde olmak üzere Ege Denizi'nde toplanmaya 13 Ocak kararının hemen sonrasında başlamıştır. Harekâta geçme meselesi, Savaş Konseyi'nin kararına bağlıydı. Askerî tarihçi İbrahim Artuç, Çanakkale Deniz Harekâtlarının “hemen hemen yalnız bir kişinin, Churchill'in yorulmaz gayretlerinin eseri” olduğunu belirtmektedir. Bununla birlikte, Savaş Konseyi kararındaki, bir karanın, deniz topçusunca “döve döve” nasıl zapt edilebileceği çok açık değildir. Tecrübeli ve yetenekli Amiral Fisher’in de karşı çıktığı budur.

İtilaf Devletleri’nin deniz harekâtı 19 Şubat 1915’te başladı. 13 Mart 1915’e kadar düşman gemileri tabyaları top ateşine tuttu, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açtı. Boğazları zorlayarak geçebileceklerine inanan düşman kuvvetlerinin, kararlı ve dirençli bir karşılık almaları bu işin o kadar da kolay olmadığını gösteriyordu. Bir ay boyunca yapılan binlerce mermi atışının ardından çok da büyük bir gelişme elde edilememişti.

İtilaf devletleri, kısa bir aranın ardından bir sonraki saldırıyı 18 Mart'ta gerçekleştirmişlerdir. Hedef, Çanakkale Boğazı'nın sadece 1 mil genişliğindeki en dar noktasıdır. Amiral John de Robeck komutasındaki aşağı yukarı en az 16 savaş gemilik dev donanma Çanakkale’yi geçmeye kalkmıştır. Ancak her gemi Nusret Mayın Gemisi adlı Osmanlı mayın gemisinin boğazın Asya tarafına yerleştirdiği deniz mayınları tarafından hasar almıştır. Bazı balıkçılar, İngilizler tarafından mayın toplama işiyle görevlendirilmiştir; ama Osmanlı ordusunun açtığı top atışlarıyla korkarak kaçmışlar, mayınlara dokunulmamıştır. Yerinde kalmış bu mayınlar İngiliz HMS Ocean, HMS Irresistible ve Fransız Bouvet adlı üç zırhlıyı batırmıştır. Ayrıca İngiliz Inflexible ve Fransız savaş gemileri Suffren ve Gaulois çok ağır bir şekilde hasar almıştır. 18 Mart’a kadar geçen bu dönemde boğazın girişinde bulunan Rumeli yakasındaki Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile Anadolu yakasındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları tahrip edilmişti. Boğaza giriş kapıları aralanmış ama halâ ilerde olacaklar belirsizdi.

- Sonuç olarak, 18 Mart 1915'te, deniz mayınları ve kıyılardaki Osmanlı topçu bataryalarının isabetli atışları denizden geçişin mümkün olmayacağını göstermiş, İtilaf Devletleri Gelibolu Yarımadası'na asker çıkararak Boğaz topçu bataryalarını etkisiz hale getirmeyi hedeflemiştir. Ve 18 Mart 1915 sabahı geldiğinde kimse günün sonunda neyle karşılaşacağını bilmiyordu.

Gelibolu Yarımadasında Müttefik çıkarmaları yarımadanın Güney bölümündeki altı kumsala, iki cephede yapılmıştır. Seddülbahir Cephesi’ne Britanya 29. Tümeni ile Fransız Kolordusu (Fransız Doğu Sefer Kuvveti) çıkarma yaparken Arıburnu Cephesi’nde ise Anzaklar Kolordusu çıkarma yapmıştır. Bu beş tümene ek olarak bir hafta içinde İskenderiye'den getirilecek olan Hint Tugayı, muhtemelen Seddülbahir Cephesi'nde kullanılmak üzere ordu ihtiyatını oluşturacaktı.

Plana göre 18 Mart sabahı 2 deniz tümeninden oluşan düşman filosu boğazda belirdi. Filonun en güçlü gemilerinden oluşan 1. Tümen bizzat Amiral de Robeck tarafından kumanda ediliyordu.

Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson muharebe gemileri ve Inflexible muharebe kruvazöründe oluşan 1. Tümen, saat 10:30’da Boğaz’dan içeri girdi. Filonun önündeki muhripler savaş alanını tanıyorlardı. Planlanan noktaya ulaşıldığında Queen Elizabeth’in hedefi Rumeli Mecidiye Tabyası, Lord Nelson’un hedefi Namazgâh Tabyası, İnflexible hedefi ise Rumeli Hamidiye Tabyası idi. “A Savaş Hattı” olarak adlandırılan bu plan 11.30’da uygulanmaya başlandı ve 11.30’da merkez tabyalarına ateş başladı.

Bu arada düşman gemileri Kumkale’den gelen tedirgin edici ateş hattına da girmişlerdi. Obüslerden üstlerine ateş yağıyordu. Yine de mesafe uzak olduğundan Türk bataryaları savaş gemilerine karşılık veremiyordu. Saat 12.00 sularında Çimenlik, Rumeli Hamidiye ve Anadolu Hamidiye ateş almıştı. B Hattı diye adlandırılan Amiral Guepratte komutasındaki 3. Tümen Suffren, Bouvet, Goulois, Charlemagne adlı dört Fransız gemisiyle Triumph ve Prince George adlı iki İngiliz muharebe gemisinden oluşuyordu. Plana göre bu tümen 1. Tümenin arkasından hareket geçti ve B hattı önündeki yerini aldı. Yavaş yavaş yaklaşan gemiler Türk bataryalarından düşen mermi ateşi altında B hattına vardılar. Şiddetli yapılan karşılıklı çatışmalarda aradaki bataryalar sustuysa da merkez bataryalar ateşe devam ediyorlardı. 900 yarda kadar içeri sokulduklarından şiddetli ateş bu gemilerin üzerine yağıyordu. 3. Tümene ait olan iki İngiliz gemisi Triumph ve Prince George A hattının kıç omuzluklarında yerlerini almış Rumeli Mesudiye ve Yıldız Tabyalarını hedeflemişlerdi.

Rumeli merkez bataryaları çok yoğun bir ateş altındaydı. Mermilerin çoğu tabyalar içine düşmüş, telefon hatlarını bozmuş, yangınlar çıkarmıştı. Rumeli Mecidiye tabyası topçuların şehit olması ile devre dışı kalmıştı.

Planın ikinci aşamasında Türk bataryaları üzerinde yeteri kadar üstünlük sağlanabilirse Albay Hayes Sadler komutasındaki 2. Tümen devreye girecekti. Ocean, İrresistible, Albion, Vengeance, Swiftsun ve Majestic’ten oluşan 2. Tümen, 3. Tümenin yerini alacak ve B Hattından son olarak yakın muharebe yapılarak Tabyalar içinde olmayıp mayın hatlarını savunan toplar tahrip edilerek bombardımandan hemen sonra mayın tarama işlemlerine başlanacaktı. Fakat 3. Tümenin yerini alacak 2. Tümen gelmeden önce beklenmedik bir şey oldu. Saat 14:00’e doğru Suffren büyük bir hızla boğazı terk etmekte ve Bouvet’de onu izlemekteydi. A hattını geçmek üzereyken Fransız gemisi Bouvet’de bir iki patlama oldu ve Anadolu Hamidiye tabyasınca ateş altındayken 3 dakikada suların altına gömüldü. Derin bir şaşkınlık yaşanıyordu. Queen Elzabeth ve Agamemnon dışındaki bütün gemiler ateşi kestiler. Muhripler ve istimbotlar personeli kurtarmaya gittiklerinde 20 kişi kurtarılabilmiş, 603 kişi sulara gömülmüştü. Bu arada 12.30 sularında Goulois isabet almış ve ağır yaralarla boğazı terk ediyordu. 15.30 sularında mayına çarpan Inflexible’ın durumu kötüydü ama yoğun çabayla Bozcaada’ya ulaştı. 2. Tümen İngiliz gemileri, 3. Tümenin yerini aldığında bu manzara ile karşılaşmıştı. Saat 14.30’da ateşe başlayarak 10 yardaya kadar yaklaştılar. Namazgâh tabyasını bombardıman ediyordu. Saat 15.00’te Rumeli Hamidiye daha sonra da Namazgâh aldığı isabetle savaş dışına kalmıştı.

Anadolu Hamidiye tabyası hasar görmemişti ve İrrisistible’a ateş ediyordu. Saat 15.14’de İrrisistible’ın yanında korkunç bir patlama duyuldu. Saat 16.15’te tabyalarda uzaklaşmak isterken bir mayına çarptı. Bu bölgede bir gece önce Nusret’in döktüğü mayınlar hiç hesapta yokken can alıyordu. Bölgenin mayınlı olduğunu anlayan Amiral de Robeck 2. Tümenin geri çekilmesi için emir verdi. 18.05’te geri çekilirken Ocean da mayına çarpmıştı. Güçlü top ateşine rağmen Ocean’ın personeli muhripler tarafından boşaltıldı.

18 Mart’ta yaşananlar şaşkınlık yaratmıştı. Lord Fisher gibi ordusuz bir donanmanın başarıya ulaşamayacağını söyleyenler haklı çıkıyor, de Robeck ve Churchill gibi hala donanma ile boğazları zorlayıp İstanbul’a çıkılabileceği düşüncesi yeni hareket planları doğuruyordu.

Denizaltı Harekâtları

Çanakkale Savaşları’nda Deniz Harekâtı’nın başarısızlığı umutları Kara Harekâtı’na çevirmişti. Daha 1 Mart’ta Yunanistan, Gelibolu yarımadasını işgal etmek, mümkün olduğu takdirde İstanbul üzerine yürümek üzere İngiltere’ye üç tümenlik bir kuvvet önermişti. İngiliz ve Fransızlara kalsa öneri kabul edilebilirdi. Ancak Rus Çarı, İngiliz Büyükelçisi’ne, hiçbir şart altında Yunan askerinin İstanbul’a girmesine izin vermeyeceğini bildirerek bu tasarıyı önledi.

Askeri durumu tetkik için Çanakkale’ye gönderilen General Sir William Birdwood, 5 Mart’ta Kitchener’a gönderdiği raporda, Donanmanın tek başına Boğaz’dan geçemeyeceğine inandığını, kuvvetli bir ordunun karadan donanmayı desteklemesi gerektiğini bildiriyordu. Bu rapor Kitchener’in bütün tereddütlerini giderdi. 10 Mart’ta 29’ncu Tümenin Ege’ye gönderileceğini açıkladı. Ayrıca bir Tümen de kendilerinin göndermeleri için Fransızları ikna edeceğini ilave ediyordu.

Böylece Mısır’daki Anzac Tümenleri ile birlikte 70 bin kişilik bir kolordu bu işe ayrılmış oluyordu.

Birdwood’un raporuna rağmen, hala donanmanın tek başına Boğazı geçebileceğini düşünenler vardı. Bu karışıklık içinde Kara kuvveti hazır olana kadar Donanmanın harekâtını geri bırakmasını, bu suretle Kara ve Deniz Kuvvetlerinin müşterek harekâta başlamasının en iyisi olacağını hiç kimse aklına getiremiyordu.

O sıralarda Londra’ya hâkim olan bu kargaşalık ve belirsizliği, ne yapacağı belli olmayan Sefer Kuvveti’nin Komutanlığına yapılan atamadan anlamak mümkündür. Bu komutan, Kitchener’in Güney Afrika savaşlarından eski bir arkadaşı General Sir Ian Hamilton’du.

Donanma asıl saldırısını yapana kadar, Hamilton’un birlikleri işe karışmayacaktı. Eğer deneme başarıya ulaşmazsa Hamilton Gelibolu yarımadasına çıkarma yapacak, başarıya ulaşırsa yarımadaya zayıf bir kuvvet bırakıp doğrudan doğruya İstanbul üzerine yürüyecekti. Oradan İstanbul Boğazına çıkarılmış bir Rus Birliği ile birleşmesi umuluyordu.

Türk tarafı ise, 18 Mart’ta kazandığı zaferden dolayı kendisine olan güvenini tazelemiş, Çanakkale’nin Boğazlar’dan geçilemeyeceğini tüm dünyaya göstermişti. Bu zaferin ardından, İtilafların kaçınılmaz kara harekâtına karşı Türk tarafı da son sürat hazırlıklara başlamıştı. Gelibolu‘da 5. Ordu oluşturulmuş başına da Mareşal Liman von Sanders getirilmişti. Kıyılara dikenli tellerle çevriliyor, birlikler önemli yerlere yerleştiriliyor, müttefiklerin her hareketi gözleniyordu. Müttefik çıkarmasını bekleyen bir başka kişi ise 19. İhtiyat Tümeni’nin başında bulunan Yarbay Mustafa Kemal’di.

General Hamilton emrine verilen kuvvetler ve savaşçı mevcutları şöyledir.

Anzak Kolordusu 25.700

Britanya 29. Tümeni 17.000

Fransa 1. Tümeni 16.700

Britanya Kraliyet Deniz Tümeni 10.800

Anzak Tugayı 4.800

Böylece harekât için 75 bin kişilik bir kuvvet oluşturulmuştur.

General Hamilton, Gelibolu Yarımadasındaki çeşitli çıkarma alanlarına kuvvet çıkartarak yarımadanın denetimini, böylece Osmanlı kıyı topçusunu etkisiz hale getirmeyi amaçlamıştır. Bunun için iki ana çıkarma bölgesi belirlenmiştir. Bunlardan biri, yarımadanın en güney ucu olan ve Seddülbahir olarak bilinen bölge, diğeri ise daha kuzeydeki Kabatepe-Küçük Arıburnu arasındaki kumsaldır. Bu iki çıkarma bölgesinden Seddülbahir’e ağırlık verilmiştir. Seddülbahir bölgesine ağırlık verilmesi üç taraftan da donanma topçu ateşiyle desteklenebilir bir bölge olmasındandı.

General Hamilton Seddülbahir Cephesi çıkartmaları için Seddülbahir bölgesinde beş ayrı kumsal belirlemişti.

Sığırini (Morto) koyu – Hisarlık Burnu

Ertuğrul Koyu

Tekekoyu

İkizkoyu

Zığındere

Bu kumsallar için iki İngiliz, bir Fransız tümeni ile bir Hint tugayı tahsis etmiştir.

Arıburnu Çıkarması için ise iki tümenden oluşan Anzak Kolordusu tahsis edilmiştir.

Seddülbahir Cephesi’ne çıkarılan birliklerin hedefi, Gelibolu Yarımadası’nın güney bölgesinin taktik derinliğindeki Alçıtepe Bloku’nun ele geçirilmesidir. Bu birliklerin ileri harekâtı derinlikte birleşerek Kirte Köyü hattından Alçıtepe bloğu ele geçirilecek, Arıburnu Cephesi’ne çıkan birlikler ise Conkbayırı-Kocaçimentepe hattından Maltepe bölgesinin ele geçirilmesiyle Seddülbahir Cephesi’nin Osmanlı kuvvetlerince takviyesi önlenecektir. Alçıtepe, ilk günün hedefi olarak belirlenmiştir, Seddülbahir’den 10 km. ve Zığındere’den 5 km. mesafededir.

Arıburnu Cephesi kuvvetlerine verilen taktik hedef ise Kocaçimen tepe üzerinden Eceabat'ta sahile ulaşarak Seddülbahir Cephesi'ndeki Osmanlı kuvvetlerinin geri bağlantısını kesmektir.

İttifak Devletleri

Deniz harekâtının başarısızlığı ardından (18 Mart 1915) bir kara harekâtına girişileceği ve bu harekâtın Gelibolu Yarımadası’nı hedef alacağını öngörüsü, mantık gereği olarak bile neredeyse kesinlik kazanmıştır. Kaldı ki 1915 yılının Nisan ayı başlarından itibaren Hamilton’un kuvvetleri Mısır’da toplanmaya başladığında bölgedeki Osmanlı istihbaratı, birliklerin mevcutları, komutanları, silah ve donanımları hakkında ayrıntılı bilgiler edinmeye başlamıştır.

14 Aralık 1914 tarihinde 42 kişilik bir subay gurubuyla İstanbul’a gelen ve Enver Paşa tarafından 1. Ordu Komutanlığı’na atanmış olan Alman Danışma Kurulu Başkanı Mareşal Liman Von Sanders, yeni teşkil edilen ve bölgeyi savunmakla görevli 5. Ordu komutanlığına 24 Mart 1915 tarihinde atanmıştır. Dolayısıyla bölgenin savunmasından sorumlu olan 3. Kolordu da Mareşalin emrine girmiştir.

Mareşal Sanders’in savunma planı, Hamilton’un taarruz planıyla örtüşmemektedir. Mareşal Sanders, çıkarmaların Saros Körfezi kıyılarına yapılacağını hesaplamaktadır ve 5. Ordu’nun ana kuvvetlerini bu bölgede toplamıştır. Saros Körfezi, Gelibolu Yarımadası’nın en dar bölgesidir. Buradan yapılacak bir çıkarmanın, yarımadayı savunan Osmanlı birliklerinin geri çekilme ve kara ikmal hattını kesmesi olasıdır. Ayrıca Mareşal Sanders’in savunma planı, elindeki kuvvetlerin önemli bir bölümünü geride, yedekte tutarak çıkarma kuvvetlerine ileri harekâtları sırasında taarruz etmeyi öngören, savunma ağırlıklı, temkinli bir plandır. Osmanlı komutanları ise, çıkarmadan sonra, çıkarma kuvvetlerinin sahillerde elde edecekleri köprübaşlarıyla yoğun olarak takviye alacaklarını, gerekli tahkimatı yapacakları, dolayısıyla bu tahkimatlardan sökülüp atılmalarının çok güç olacağını düşünmektedirler. Onlara göre etkin bir savunma, hemen sahilde, daha çıkarma harekâtı sırasında yapılmalı, karşı tarafın kıyıda bir köprübaşı oluşturması önlenmelidir.

5. Ordu, üç tümenli 3. ve iki tümenli 15. kolordulardan oluşmaktadır. Ayrıca ordu karargâhına bağlı 19. Fırka, 1. Süvari Tugayı, bir piyade alayı ve dört Jandarma taburu bulunmaktadır. Toplam savaşçı sayısı 84 bindir. Bu kolorduların bünyesindeki tümenler ve komutanları şöyledir.

3. Kolordu: Komutanı Esat Paşa

5. Fırka: Saros bölgesi. Komutanı Yarbay Hasan Basri Bey.

7. Fırka: Bolayır bölgesi. Komutanı Albay Halil Bey.

9. Fırka: Gelibolu Yarımadası’nın güney bölümü. Seddülbahir ve Arıburnu Cepheleri. Komutanı Albay Halil Sami Bey.

15. Kolordu: Komutanı General Weber

3. Fırka: Kumkale bölgesi. Komutanı Albay Nicolai.

11. Fırka: Beşige bölgesi. Komutanı Albay Refet Bey.

19. Fırka: Eceabat bölgesi. Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Bey.

Gelibolu Yarımadası’ndaki Osmanlı savunma kuvvetlerinin, Çanakkale Savaşları süresince, kara ve deniz olmak üzere iki ana ikmal hattı vardır. Kara ikmal hattı, İstanbul’dan bölgeye en yakın olan Uzunköprü’ye kadar yaklaşık 250 Km’lik bir demiryolu hattı ve devamında 165 Km.’lik bir stabilize yoldur. Osmanlı tarafına yeterli motorlu nakliye aracı olmadığından, personel bu yolu yaya olarak geçmek durumundadır. Her türlü ikmal malzemesi de öküz ya da at arabalarıyla taşınacaktır. Ayrıca bu yolun bir bölümü gündüz saatlerinde Saros Körfezi’ndeki Birleşik Donanma’nın ateşi altına alınabilmektedir. Bu nedenle yolun bu bölümü ancak günün karanlık saatlerinde geçilebilmektedir. Deniz ikmal hattı ise Marmara Denizi’nden geçen 150 deniz millik bir hattır. Kara ikmal hattına oranla çok daha kısa sürede geçilebilen bu ikmal hattı, Birleşik Donanma’nın su-üstü gemileri yönünden tehdit altında değildir. Ancak denizaltı faaliyetlerinin tehdidine açıktır. Nitekim 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren Marmara’da en az bir denizaltı faaliyet halinde bulunmuştur. Mayıs 1915 ortalarından itibaren ise deniz ikmal yolu, artan denizaltı faaliyetleri yüzünden bütünüyle kullanım dışı kalmış, ikmal ve takviye kara ulaşım hattına bağımlı olmuştur.

Çıkarmalar

Kalıcı olarak asker çıkartılan kumsallar, Seddülbahir bölgesindeki beş kumsalla Kabatepe kuzeyine çıkarılan Anzak Kolordusu çıkarma bölgesidir.

General Sir Ian Hamilton, asıl çıkarmalar dışında iki farklı biçimde yanıltıcı operasyonlar planlamıştı. Göstermelik çıkarmalar yapıldığı gibi, çıkarma yapılacak izlenimi uyandırmak üzere sadece deniz topçusunun hazırlık ateşi açılan hedefler de belirlenmişti.

25 Nisan sabahı Saros Körfezi açıklarına gelen Birleşik Donanma’ya bağlı savaş gemileri (Caanopus hafif zırhlısı, Dartmouth ve Doris Kruvazörleri ile iki destroyer Bolayır sırtlarını top ateşine tutmuşlardır. Gün boyu süren bu ateşin ardından havanın kararmasına çok az bir süre kalan içleri asker dolu sekiz büyük filika sahile doğru hareket ettiler. Sahile ulaşmadan hava kararmıştı ve karanlıktan yararlanarak gemilere döndüler. Donanma ateşi ve geceye doğru yapılan bu manevra, Osmanlı tarafına bu bölgede gece boyunca çıkarma yapılacağı izlenimi vermiş, bu bölgedeki kuvvetlerini kaydırmaları en azından 24 saat engellenmişti. Esasen planlanan harekât bu kadardı. Fakat gece yarısından sonra gönüllü bir İngiliz Yüzbaşı, sahile iki km. kadar yaklaşan bir filikadan sahile kadar yüzmüş, üç ayrı noktada aydınlatma fişeği ateşleyerek geri dönmüştür.

Seddülbahir Cephesi

 

İngiliz gözleme noktasının bulunduğu Mavro Adası (Yenişehir Burunu'nun Batı Güneybatısı 6 mili'ni bombalayan Osmanlı topçu).

Seddülbahir Cephesi

Seddülbahir Cephesi'ndeki İngiliz ve Fransız birliklerinin ilk hedefi Kirte Köyü ve hemen kuzeyindeki Alçıtepe olmuştur.

Birinci Kirte Muharebesi

Bu hedeflerin ele geçirilmesi için ilk müttefik taarruzu olan Birinci Kirte Muharebesi, 28 Nisan 1915 sabahı başlamıştır. Taarruzun sol kanadında dört Britanya tümeni, sağ kanadında ise iki Fransız tugay taarruza katılmıştır.[95] Osmanlı savunması İngiliz taarruzları karşısında tutunurken Fransız kesiminde yarılma noktasına gelmiştir. Cephe komutanı Albay Halil Sami Bey, hatların geri çekilmesi emri vermişken, iki bölüklük bir kuvvet, donanma topçusunun ateşinde bir gedik bularak hatları takviye etmiştir. Bunun üzerine geri çekilme emri derhal geri alınmıştır. Öğleden sonra Yarbay Sabri Bey, iki taburluk bir kuvvetle karşı taarruza geçerek müttefik cephesini kırmıştır. Gün sonunda, müttefikler taarruz çıkış hatlarına geri çekilmişlerdir. Osmanlı kayıpları 2.380, Britanya tarafında 2.165 ölü, 8220 yaralı ve 3600 kayıp

İkinci Kirte Muharebesi

Müttefik kuvvetlerin ikinci taarruzu, 6 Mayıs 1915 sabahı başlayan İkinci Kirte Muharebesi'dir. 8 Mayıs'a kadar süren çatışmalarda Müttefik kuvvetlerin “bağlantı noktası”, en soldan taarruz edecek olan bir İngiliz tugayıdır. Bu tugay, ilk günkü taarruzunda yoğun bir ateşle karşılaşmış ve ilerleyememiştir. Taarruz hattı, en sol kenardan başlayan bu engelle, en sağa kadar durmak zorunda kalmıştır. Sol uç, ilerleyemeyince diğer birlikler de planlanan ileri harekâta girişememişlerdir. Osmanlı ateşinin en yoğun olduğu rapor edilen tepe, donanma ve sahildeki top bataryaları tarafından hallaç pamuğu gibi atıldığı halde, Osmanlı tarafının ateş gücünde bir değişiklik olmamıştır. Balonlarla yapılan hava keşfi de Osmanlı mevzilerinin yerini saptayamamıştır. İkinci gün merkez kesimden, üçüncü gün tekrar sol kanattan yapılan taarruzlar da aynı ateşle karşılaşarak durmuştur. Üç günlük muharebelerin sonunda müttefik kuvvetler, en fazla 500 metre ilerleme sağlayabilmişlerdi. Müttefik kaybı yaklaşık 7000, Osmanlı kaybı ise 2.000’dir.

Üçüncü Kirte Muharebesi

Müttefik kuvvetlerin üçüncü taarruzu, 4 Haziran 1915 tarihli Üçüncü Kirte Muharebesi’dir. Donanma topçusunun üç yönden, kara topçusunun ise cepheden geliştirdiği hazırlık ateşi ardından başlayan savaşta, Osmanlı cephesinin sol kanadından taarruz eden Fransız birlikleri yer yer Osmanlı siperlerine girmişlerdir. Yarbay Selahattin Adil komutasındaki Osmanlı 12. Tümeni’nin karşı taarruzuyla bu siperlerden çekilmişlerdir. Sağ kanatta ise İngiliz birlikleri Osmanlı siperlerine girmiştir. İkinci Topçu Bataryası komutanı Teğmen Arif Tanyeri’nin, 150 askeriyle ileri çıkıp cepheyi tutmasıyla Osmanlı hatlarının kırılması önlenmiştir. Osmanlı cephesi, Kirte Köyü’ne bir kilometre mesafede sabitlenmiştir. İzleyen 5 Haziran günü Osmanlı 9. Tümeni’nin saldırısı başarılı olmamış, akşam saatlerinde Arıburnu Cephesi’nden kaydırılan Yarbay Hasan Askeri komutasındaki Osmanlı 2. Tümeni'nin taarruzu ise birkaç yüz metre ilerlemiştir. 6 Haziran günü ise küçük çaplı çatışmalarla geçmiştir. Üçüncü Kirte Muharebesi’nde Britanya kayıpları 4500, Fransız kayıpları 2000, Osmanlı kayıpları ise 4.965 yaralı, 52 ölüdür.

Her üç taarruzun başarısız olması üzerine cephe komutanları, İngiliz komutan H. Weston ve Fransız komutan Gouraund, tüm cephe hattında değil de, daha sınırlı bir hattan taarruzu gerekli görmüşlerdir. Böylece gerek piyade, gerekse de topçu unsurları daha dar bir cephede kuvvet merkezi (siklet merkezi) oluşturulacaktı. Planın ilk operasyonu, cephenin en sağ (Doğu) bölgesi olan Kerevizdere’de uygulamaya konulmuştur. 18 Haziran’da başlayan topçu ateşi üç gün boyunca sürdürülmüştür. 21 Haziran günü Fransız birliklerinin taarruzuyla başlayan Birinci Kerevizdere Muharebesi’nde Fransız birlikleri, hedefleri olan tepeyi ele geçirmeyi başarmıştır. Muharebelerde Fransız kayıpları 3200,[103] Osmanlı kayıpları ise 6.000 kişidir.

Zığındere Muharebesi

Bir sonraki Zığındere Harekâtı, bu kez cephenin sol kanadından taarruzu öngörmektedir. Zığındere ile sahil arasındaki Zığın sırtı boyunca üç tugayla ve Zığındere’nin karşı yamaçlarından iki tugayla taarruz etmektir. Zığın sırtı Albay Refet Bey’in komutasındaki Osmanlı 11. Tümeni’in savunma bölgesidir. Zığındere ile Kanlıdere arasındaki bölge ise Albay Halil Bey’in Osmanlı 7. Tümen’i tarafından savunulmaktadır. Her iki tümen de tek tugaylıdır. Deniz ve kara topçusunun 26 Haziran’da başlayan bombardımanı üç gün sürmüştür. 28 Haziran’da iki saatlik hazırlık ateşi ardından başlayan taarruz, sağ kesimde Osmanlı siperlerinin tümünde başarılı olmuştur. Bombardıman sonrasında Osmanlı ön hat siperlerinde sağ kalanların tümü yaralı subay ve erattır. 800 metre mesafedeki Kirte Köyü’ne yapılan ileri hareket, topçu ateşiyle durdurulmuş, hemen ardından Osmanlı karşı taarruzları başlamıştır. siperler 30 Haziran 1915 günü sabahına kadar birçok kez el değiştirmiş, sonunda İngilizlerde kalmıştır. Zığın sırtının kuzeyinden 1 Temmuz 1915 günü iki kez yenilenen Osmanlı taarruzu, yoğun topçu ateşi altında etkisiz kalmıştır. 5 Temmuz 1915 tarihinde Albay Hasan Basri Bey’in Osmanlı 5. Tümen’inin Zığın sırtına ve Albay Nicolai’nin komutasındaki Osmanlı 3. Tümen’inin Zığındere’nin doğu yamaçlarına giriştikleri taarruz ise sonuç alamamıştı.

Her iki kanattan yapılan taarruzların ardından bu kez cephenin merkez bölümünde taarruza geçilmiştir. Üç saat süren ve 60.000 bin top mermisinin kullanıldığı hazırlık ateşi ardından 12 Temmuz 1915 sabahı başlayan İkinci Kerevizdere Muharebesi iki gün sürmüştür. Hazırlık ateşi ardından başlayan İngiliz taarruzu, hiçbir savunmacının sağ kalmadığı ilk hat siperlerini almış, ikinci hat siperlerinde ise ağır kayba uğrayarak geri çekilmiştir. Öğleden sonra yedekteki İngiliz tugayının giriştiği saldırı, üçüncü hat siperlerine girmişse de Osmanlı karşı taarruzlarıyla yeniden eski konumuna çekilmiştir. İkinci girişilen İngiliz taarruzu, Osmanlı topçusunun ateşiyle geri çekilmiştir. Savaş sonunda cephenin en sol yanındaki birkaç siper parçası işgal edilebilmiş, sağ kesimde ise Fransız birlikleri Osmanlı siperlerinde tutunmayı başarmışlardır. İki günlük muharebelerin sonucunda müttefik kayıpları 5.800, Osmanlı kayıpları ise 9.700’dür.

Bu muharebeler sonunda Seddülbahir Cephesi’nde Osmanlı kuvvetlerini atarak ilerlemenin imkânsız olduğu ortaya çıkmıştı. Müttefik kuvvetler komutanı General Hamilton, takviye kuvvetlerle Suvla Koyu’nda bir çıkarma yapmayı planlamıştır. Bu çıkarma harekâtının, Anzak Kolordusu komutanı General W. Birdwood’un önerdiği Sarı Bayır Harekâtı ile aynı tarihte uygulanmasına karar verilmiştir. Ayrıca Osmanlı savunmasının dikkatini yarımadanın güney ucuna çekmek için Seddülbahir Cephesi’nde yanıltıcı bir taarruz planlanmıştı. Kirte Bağları Muharebesi olarak bilinen bu taarruz, 6 Ağustos sabahı İngiliz birliklerinin taarruzuyla başlamıştır. İngilizler, ilk hat siperlerine girmiş, ancak karşı taarruzla geri atılmışlardır. Taarruzun ikinci günü girişilen İngiliz taarruzları, Kirte Köyü’nün güney batısındaki bir bağ alanının bir bölümünde tutunabilmiştir.

Sınırlı hedeflere yönelik, üstelik de bir yanıltma operasyonu olan İngiliz taarruzunun bu denli kayba rağmen başarısız olması üzerine General Sır Ian Hamilton, Seddülbahir Cephesi’nde hiçbir askeri harekâta girişilmemesi emrini vermiştir.

Daha önce yabancı kaynaklardan ve Anzakların anılarından yapılan aktarmalarla nasıl başlandığı ve ilk günleri açıklanan Arıburnu’ndaki Anzak Kolordusunun Nisan’da yaptığı çıkarmanın temel amacı önce, Kabatepe ile KüçükArıburnu arasındaki kumsallık bölgeye çıkmaktı. İlk aşamada Conkbayırı- Kocaçimentepe çizgisi denetim altına alınıp, oradan Maltepe bölgesi ele geçirilecek, böylece, kuzeydeki Türk kuvvetlerinin Güneyde, Seddülbahir bölgesindeki Türk birliklerine yardımı engellenmiş olacaktı.

25 Nisan sabahı savaş gemilerinin, Türk mevzilerini sürekli vuran koruyucu ateş altında, Anzak Kolordusu’nun 1. Tugayından 1500 kişilik ilk hücum dalgası, çıkarma botlarının bir şekilde kuzeye kayması sonucu, saat 05.00’te, Kabatepe bölgesi yerine Arıburnu kesimine çıkmak zorunda kalır. Bu noktada kıyı gözetlemesi yapan bir Türk takımının direnişine karşın, karaya çıkan Anzak birlikleri belirli bir noktaya kadar ilerler. Diğer taraftan, Bigalı’da bulunan ordu yedeği 19. Tümen, 24-25 Nisan gecesi Conkbayırı yönünde tatbikat yapmakta idi. Gün ağarırken, Arıburnu yönünden top seslerinin gelmesi üzerine, 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, bir çıkarma yapıldığını anlayıp durumu Ordu Komutanına bildirir, ancak bir yanıt alamaz. Durum çok kritiktir. Mustafa Kemal, kıyıda çok zayıf gözetleme ve koruma birlikleri olduğunu düşünerek ve geniş bir sahile yayılmış olan 27. Alayın da, ağır kayıplar verdiği haberini alınca, düşmanın Conkbayırı-Kocaçimentepe çizgisi ve uzantısını ele geçirmesi durumunda, onarılamayacak durumlarla karşılaşacağını kavrar. Ordudan emir gelmemiş olmasına karşın girişimi ele alıp tüm sorumluluğu yüklenerek, 57.Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirir. Kendisi de durumu izlemek üzere Conkbayırı’na çıktığında,, Arıburnu kesiminden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini görür.

O anı Mustafa Kemal, Ruşen Eşref Ünaydın ile yaptığı görüşme sırasında şöyle anlatmaktadır.

“...Bu esnada Conkbayırı’nın Güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırı’na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm... Bu askerlerin önüne kendim çıkarak:

-“Niçin kaçıyorsunuz” dedim.

-“Efendim düşman” dediler!

-“Nerede”?

-“İşte”! diye 261 râkımlı tepeyi gösterdiler.

Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 râkımlı tepeye yaklaşmış ve tam bir serbestlik içinde ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün. Ben kuvvetleri (geride) bırakmışım, askerler on dakika istirahat etsin diye...

Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim yere gelse kuvvetlerim çok kötü bir duruma düşecekti. O zaman artık bilemiyorum, bilinçli bir düşünme ile midir, yoksa önsezi ile midir, bilmiyorum. Kaçan askerlere:

- “Düşmandan kaçılmaz” dedim.

- “Cephanemiz kalmadı” dediler.

- “Cephaneniz yoksa süngünüz var” dedim.

Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen askerlerinin “marş marşla” benim bulunduğum yere gelmeleri için, yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır...”

Gerçekten de, çekilen Türk askerleri mevzi alınca, karşı taraf ta mevzi alıp duraklar. Böylece, 57. Alay Öncü Bölüğü'nün Conkbayırı’na yerleşmesi için gereken süre kazanılmış olur. İşte bu an, Gelibolu Savaşı’nın kaderini belirleyen önemli anlardan birisidir. Bu husus, Çanakkale Savaşları tarihiyle uğraşan Türk ve yabancı bütün uzmanlar tarafından doğrulanıp vurgulanmaktadır.


Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa'nın izniyle, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine alan Tümen Komutanı Mustafa Kemal, karşı saldırıya geçmek üzere 57.Alay'a şu emri verir:

“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir”.

***

Sevgili Mekâncılar,

Ne zaman Şehitliği ziyarete gitsem, orada gözlerim dolar, hattâ ağlarım.

Devam edelim…

25 Nisan 1915 günü, vakit ikindiye yaklaşırken, ilk çıkarma kademesi olan tümenin sahile çıkışı da tamamlanmıştır. Ne var ki, 27. Alayın birlikleri ve 57. Alayın yaptığı karşı saldırı ile süngü hücumları sonucu Anzaklar çok sayıda kayıp vermiş ve sahile çekilmişler, kritik ve endişeli anlar yaşamaktadırlar. Gene de gün batarken, Anzak Kolordusu’nun sahile çıkan Tümeni, Arıburnu’nun sarp yamaç ve tepelerinde yerleşme olanağı bulur. Bu tarihten başlayarak harekat, 1915’in Ağustos ayına kadar dört ay boyunca, Conkbayırı- Kocaçimentepe-kabatepe bölgelerinde, tarafların karşılıklı saldırı ve özellikle gece yapılan süngü hücumlarıyla, yakın boğuşmalar şeklinde ve çok kanlı çarpışmalarla geçecektir. Bu çarpışmalar sırasında Türkler de, Anzaklar da ağır kayıplar vermişlerdir. Ağustos ile birlikte ise savaş şiddetli çarpışmalara dönüşür. Tıpkı Seddülbahir’de olduğu gibi, Anzak ordusu da taarruz hedeflerine varamamış, çıktıkları yerlerde 3-4 km.lik bir mesafe ilerleyip, boşaltmaya kadar da o noktada kalmışlardır.

Birinci Anafartalar Muharebesi

Her iki cephedeki kanlı çatışmalar ardından 1915 yılının Temmuz ayı sonlarında cepheler kilitlenmiş, çatışmalar mevzi harbine dönüşmüştü. Gelibolu Yarımadasında bir sonuç elde edebilmek için İngiliz General Sir Ian Hamilton, daha Kuzey’de üçüncü bir cephe açmak gereği duymuştur. Burada amaç, sert direnme gösteren her iki cephedeki Osmanlı kuvvetlerinin geri hattına çıkarak kuşatmaktır. Hamilton, üçüncü cepheyi küçük ve büyük Kemikli burunları arasındaki Suvla kumsalına, takviye olarak gelen İngiliz 9. Kolordusu’nu çıkartarak açmıştır. 6 Ağustos 1915 tarihinde Suvla Koyu'na yapılan çıkarmayla Gelibolu Savaşı bu bölgeye kaymış, Arıburnu'ndaki Anzak Kolordusu ile Suvla çıkarma kuvvetleri, dolayısıyla bu iki cephe birleşmiştir. Gelibolu Yarımadası'nın Müttefik kuvvetlerce tahliyesine kadar asıl çatışmalar bu bölgede olmuş, Seddülbahir Cephesi, kayda değer bir çatışmaya sahne olmamıştır.

5-6 Ağustos gecesi başlayan çıkartma gün boyu sürmüştür. Suvla Ovası’na hâkim ilk kademe sırtlardaki üç Osmanlı taburu, çıkarma birliklerinin ileri harekâtını durdurmayı başarmıştır.

İngiliz 9. Kolordusu’nun genel bir taarruz için düzen alması, 8 Ağustos tarihini bulmuştur. Ertesi gün, 9 Ağustos 1915 günü şafakta iki İngiliz tümeni taarruz için ilerlemeye başladığı sırada Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey’in de taarruzu başlamıştı. Osmanlı taarruzu, önlerindeki İngiliz kollarını atarak ilerlemiş, öğleden hemen sonra İngiliz 9. Kolordusu komutanı General Stopford, ihtiyatta tuttuğu tümeni ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı ancak başarabilmiştir.

Birinci Anafartalar Savaşı

Birinci Anafartalar Savaşı’nın hemen ertesi günü, 10 Ağustos 1915 sabahı Mustafa Kemal, Kocaçimen Tepesi – Conk Bayırı hattında yeni bir taarruz yapmıştır. Albay Ali Rıza Bey komutasındaki 8. tümen ve 9. Tümen komutanı Yarbay Cemil Bey komutasındaki 9. Tümen’in taarruzlarıyla müttefik cephesi 500-1.000 metre geri atılmıştır.

Bu bölgedeki Osmanlı taarruzunun başladığı saatlerde daha kuzeyde, İngiliz 53. Tümen’i Yusufçuk Tepe ve daha kuzeydeki Küçük Anafartalar Tepesi yönünde taarruza geçmişti. Yoğun topçu ateşleri ardından dört kez yenilenen taarruzlar gün boyu sürmüş olup iki Osmanlı taburunun savunması, mevzileri korumayı başarmıştır.

Tekketepe Muharebesi

Son muharebeler sonunda Arıburnu Cephesi'nde Anzak kuvvetleri eski hatlarına çekilmiş, Anafartalar Cephesi'nde ise Suvla Ovası'nın sahil bandından kalmışlardı. Özellikle bu bölgede, hâkim sırtlardaki Osmanlı mevzilerinin ateşi altında kalmakta idiler. Müttefik kuvvetler üst komutanı General Sır Ian Hamilton, bu sırtların en azından kuzey kesimini oluşturan Tekketepe yükseltilerinin bir an önce ele geçirilmesinin gerekliliğini bilmektedir. Bu amaçla sahile yeni çıkartılmış olan 54. Tümen ile bu sırtlara taarruz kararı vermiştir. Bu tümenin bir taburunca 12 Ağustos 1915 tarihinde girişilen, Tekketepe Muharebesi olarak bilinen taarruz, Osmanlı savunması önünde ağır kayba uğrayarak geri çekilmiştir.

Bu taarruzun başarısızlığı üzerine General Hamilton, taarruzu daha kuzeye kaydırarak 12. Tümen'i sağ yandan çevirmeyi amaçlayan bir taarruz planlamıştır. Bu taarruz Kireçtepe ve Kireçtepe sırtlarının işgal edilmesini amaçlamaktadır. Böylece 12. Tümen kanat kırarak Tekketepe’den çekilmek zorunda kalacak, savaşarak alınamayan bu yükselti, İngiliz kuvvetlerinin eline düşecektir.

Kireçtepe sırtları, Suvla Koyu'na çıkarma yapıldığı 6 Ağustos 1915 tarihinden itibaren Bursa Jandarma Taburu ve Yüzbaşı Kadri Bey komutasındaki Gelibolu Jandarma Taburu tarafından tutulmaktadır. Üç tugaydan oluşan İngiliz birlikleri 15 Ağustos 1915 günü taarruza geçmiştir. Ağır kayıplara Yüzbaşı Kadri Bey'in ağır şekilde yaralanması da eklenince tabur geri çekilmiş, Kanlıtepe - Havantepe hattında yeniden mevzi almıştır. Akşam saatleri bölgeye ulaşan bir taburluk takviye ile karşı Osmanlı kuvvetleri karşı taarruza geçmiştir. Çatışmalar gece boyu sürmüş, 16 Ağustos sabahı bölgeye gelen Mustafa Kemal, taarruzu kendisi yönetmiştir. Kısa süre sonra İngiliz birlikleri eski hatlarına geri çekilmişlerdir.

Aynı gün, başarısız bulunan İngiliz 9. Kolordusu komutanı General Stopford ve iki tabur komutanı, General Hamilton tarafından görevden alınmıştır.

Hemen ardından Seddülbahir Cephesi’ndeki İngiliz 29. Tümeni Anafartalar Cephesi’ne aktarıldı. Mısır’da bulunan 5.000 kişilik bir tümen de aynı cepheye getirildi. Bu şekilde içerden ve dışardan takviye edilen Anafartalar Cephesi’ndeki kuvvetlerle genel bir taarruz planlandı. Müttefik taarruzu, Anafartalar Grup Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal’in sorumluluk bölgesinde, 12. ve 7. Tümenlerin mevzilerine yönelmiştir.

İkinci Anafartalar Muharebesi

Bu kuvvetler 21 Ağustos 1915 sabahı İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepelerine genel bir taarruza geçtiler. Aynı anda Anzak Kolordusu’na bağlı bir tugay da Bomba Tepe’ye taarruz etmiştir. İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepeleri’ne yönelik taarruz aynı gün, kesin bir başarısızlıkla son bulmuştur. Bomba Tepe’deki çatışmalar ise 29 Ağustos tarihine kadar sürmüş tepe, Osmanlı savunmasının elinde kalmıştır.

Bomba Tepe taarruzu, Gelibolu Savaşı'nın, tahliyeye kadar ufak çaplı çatışmalar yaşanmış olsa da, son muharebesidir.

“W Beach” (Seddülbahir)

İkinci Anafartalar Savaşı’ndan sonraki aylar Gelibolu’da siper savaşları şeklinde sürmüştür. İki tarafın da taarruz gücü kalmamıştı. Müttefikler açısından bu dönem bir kararsızlık dönemidir. Onca kayıptan sonra Gelibolu’yu tahliye etmek kolay verilecek bir karar değildir. Taarruz için de General Ian Hamilton’un değerlendirmelerine göre en az elli bin askerlik bir takviye gerekmektedir. Ancak 14 Ekim 1915 günü Bulgaristan, İttifak Devletleri safında savaşa girerek Sırbistan’a saldırmıştır. Bu gelişme müttefiklerin Çanakkale seferinin varoluş nedenlerinden birinin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Çünkü bu sefere kalkışılmasının nedenlerinden biri de Balkan ülkelerinin İtilaf Devletleri safında savaşa girmesini teşvik etmekti. Üstelik Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti ile Müttefik olması, Alman İmparatorluğu ile Osmanlı Devleti arasında kara bağlantısını, dolayısıyla savaş malzemesi nakliyatını büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. Nitekim 29 Ekim 1915’de İstanbul’la Almanya arasındaki demiryolu hattı İttifak Devletleri’nin kontrolüne geçmiştir. Bu demiryolu bağlantısının ilk en acı belirtisi de Avusturya’dan gönderilen ve cephede 15 Kasım 1915 tarihinde ateşe başlayan 240 mm.’lik top bataryasıdır.

Bu tarihten üç gün sonra General Ian Hamilton görevden alınarak yerine General Charles Monro atanmıştır. Monro, cephede yaptığı incelemelerin ardından 3 Kasım 1915’de İngiliz Yüksek Savunma Konseyi’ne cephe hakkındaki görüşünü, “Gelibolu tahliye edilmelidir” şeklinde bildirmiştir. Bu kolay alınacak bir karar değildir. 6 Kasım 1915 günü İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener Gelibolu’ya gelmiştir. 15 Kasım’da Lord Kitchener’in kararı Seddülbahir Cephesi dışındaki diğer iki cephedeki askerlerin tahliye edilmesi yönündedir. Ertesi gün 16 Kasım’da Müttefiklerin Selanik Cephesi de General Monro’ya bağlanmıştır. General Birdwood, General Monro’ya bağlı olmak üzere Gelibolu Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı’na atandı.

Kesin karar 7 Aralık 1915 tarihinde verilmiştir. Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri’ndeki Müttefik kuvvetler, Selanik Cephesi’ne kaydırılmış, Seddülbahir Cephesi’ndeki kuvvetler ise yerlerinde kalmışlardır.

Tahliye işlemleri 10 Aralık 1915 tarihinde başladı. Gizlilik sağlanması amacıyla tahliye sadece geceleri yapılmıştır. Bir grup asker gündüzleri sahile çıkarılıyor, cepheye doğru yürüyüşe geçiyorlardı, bu askerler geceleyin tahliye ediliyor ertesi gün yine sahile çıkarılıyordu. Sahile indirilen boş cephane sandıkları katırlarla siperlere taşınıyordu. Son birlikler, postallarının üstüne çorap giyerek siperlerinden ayrılıp sahile yürüdüler, iskeleye battaniyeler serilmişti. 19 Aralık 1915 akşamı son asker de cepheden ayrılmıştır. 20 Aralık 1915 sabahı götürülemeyen malzeme sahilde ateşe verilmiş, Osmanlı siperleri altına kadar uzanan tünellerde toplam bir ton kadar dinamit ateşlenmişti.

Anafartalar ve Arıburnu Cephelerinin tahliyesinin hemen ardından Lord Kitchener’in, Seddülbahir Cephesi’ndeki birliklerin yerinde kalması yönündeki kararı, “ne amaçla kalması” açısından sorgulanmaya başlanacaktır. Sonuçta, 27 Aralık 1915 tarihinde bu bölgenin de boşaltılmasına karar verilir. Kuşkusuz bu hatalı bir gecikmeydi. 20 Aralık’tan itibaren Osmanlı tarafı, hiç olmazsa Seddülbahir Cephesi’ndeki Müttefik askeri varlığını elden kaçırmamak için mevcut kuvvetleri güney hattına kaydırmaya başlamıştır. özellikle 240 mm.lik ve daha sonra gelen 150 mm.lik top bataryaları Seddülbahir Cephesi’nde konuşlanıp ateşe başlamışlardı. Yine de büyük bir ustalıkla sürdürülen tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı, saat 03:20’de tamamlanmıştır. Otuz altı bin asker, dört bin nakliye hayvanı –gemilere alınamayan yüzlerce at, kuzeyde olduğu gibi, öldürülmüştü- 127 top ve iki bin ton ikmal malzemesinden taşınabilenler, gemilere yüklenmişti. Taşınamayan malzeme ise yine kuzeyde olduğu gibi sahilde büyük yığınlar halinde ateşe verilmişti.

Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinin ertesinde, 6 Kasım 1918’de İngilizler Gelibolu’yu işgal ederek Merkez Tahkimatı’na el koymuşlardır.

Mareşal Liman Von Sanders, 25 Nisan akşamından itibaren diğer bölgelerdeki Osmanlı birliklerini Arıburnu ve Seddülbahir Cephelerine kaydırmaya başlamıştı. 28 Nisan 1915 tarihinde Seddülbahir Cephesi’nde de tüm Müttefik askeri karaya çıkartılmıştı ve ileri hareketleri Osmanlı birlikleri tarafından durdurulmuştu. General Sır Ian Hamilton’un elindeki tüm kuvvet budur ve ihtiyatı da yoktur. Osmanlılar ise diğer bölgelerden kaydırdıkları kuvvetlerce takviye edilmektedirler. Her geçen gün, Hamilton’un harekâtı başarıyla sonuçlandırma olanağını sınırlamaktadır. Gerek İngiliz gerek Fransız üst rütbeli subayları, Batı cephesinden kuvvet aktarılmasına karşı çıkmaktadırlar. Gelibolu harekât alanına, ikinci öncelik verilmektedir. Ancak Lord Kitchener Gelibolu’daki birlikleri takviye etmeye karar vermiştir. Mısır’daki 42. Tümen 28 Nisan da gemilere bindirilmeye başlandı. Fransızlar da 30 Nisan da General Bailloud komutasındaki 156. Tümen’i, Doğu Sefer Kolordusu’nun 2. Tümen’i olarak Gelibolu’ya gönderme kararı almıştır. Oysa Alman Amiral von Tirpitz daha gerçekçi değerlendirmelerde bulunmakta, “Çanakkale Boğazı düşecek olursa savaş aleyhimize sonuçlanmış olacaktır” demektedir.

Müttefiklerin Gelibolu Seferi'ne eklenen yeni takviyelerle üçüncü bir cephe açılmasına karşın kara harekâtı Müttefikler açısından bir sonuç getirmemiş, Osmanlı kuvvetlerinin direnci karşısında cepheler yeniden kilitlenmiştir. Bulgaristan'ın 14 Ekim 1915 tarihinde İttifak Devletlerine katılmıştır. Almanya ile Osmanlı arasında Balkanlar üzerinden bir demiryolu hattı 29 Ekim tarihinde işlemeye başlamıştır.

Bu tarihten üç gün sonra General Ian Hamilton görevden alınarak yerine General Charles Monro atanmıştır. Monro cephede yaptığı incelemelerin ardından 3 Kasım 1915’de İngiliz Yüksek Savunma Konseyi’ne cephe hakkındaki görüşünü, “Gelibolu tahliye edilmelidir” şeklinde bildirmiştir. Bu kolay alınacak bir karar değildir. 6 Kasım 1915 günü İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener Gelibolu’ya gelmiştir. 15 Kasım’da Lord Kitchener’in kararı Seddülbahir Cephesi dışındaki diğer iki cephedeki askerlerin tahliye edilmesi yönündedir. Ertesi gün 16 Kasım’da Müttefiklerin Selanik Cephesi de General Monro’ya bağlanmıştır. General Birdwood, General Monro’ya bağlı olmak üzere Gelibolu Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı’na atandı.

Kesin karar 7 Aralık 1915 tarihinde verilmiştir. Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri’ndeki Müttefik kuvvetler tahliye edilerek Selanik Cephesi’ne kaydırılmış, Seddülbahir Cephesi’ndeki kuvvetler ise yerlerinde kalmışlardır. Bu cephedeki kuvvetlerin tahliyesine 27 Aralık 1915 tarihinde karar verilmiştir. Tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı tamamlanmıştır. Böylece Gelibolu Muharebeleri Osmanlı kuvvetlerinin zaferiyle sonuçlanmıştır.

Savaşın Sonuçları

Savaş sonrası Alman İmparatoru II. Wilhelm'in Çanakkale Ziyareti (soldan sağa Esat Paşa, II. Wilhelm, Enver Paşa, Vizeadmiral Johannes Merten)

Çanakkale Cephesi’nin deniz harekâtı (Boğaz’ın zorlanması), kuşkusuz sıradan bir askeri harekât veya muharebe olayı değildir. Boğazlar, konumu ve tarihi önemi itibariyle, İstanbul Karadeniz kapısı, Çanakkale de Ege Denizi kapısı olarak, geçmişte taşıdıkları ve çağımızda taşımakta oldukları stratejik önem ve değer açısından daima birlikte mütalaa edilmiş ve edilmektedir.

Her iki boğaz, klasik ve dar çerçevede sadece Akdeniz’i Karadeniz’e, Avrupa’yı Asya’ya bağlayan su geçitleri ya da köprüler değil, Akdeniz’in öteki önemli su geçitlerinden Cebelitarık ve Süveyş kanalı ile de bütünleşerek, dünyanın büyük denizlerini (Atlas ve Hint okyanusu gibi) ve büyük kıta kara parçalarını birbirine bağlayan, daha geniş anlamdaki jeopolitik konumuyla, dünya siyaset ve iktisadiyatı üzerine olan etkilerini bu gün de korumaktadır. Bu nedenlerledir ki, Türk Boğazları, uluslararası ilişkilere yön vermede daima odak noktası olmuşlardır.

Gerçekten tarihin eski dönemlerinden beri ön planda, Avrupa ve Asya ülkeleri arasında başlamış olan ekonomik, ticarî ve siyasî ilişkilerle, askerî hareketler, sürekli olarak Boğazlar bölgesinde cereyan etmiştir. Başka bir deyişle Boğazlar, dünyanın diğer parçalarında pek görülmemiş ardı arkası kesilmeyen mücadelelere sahne olmuştur.

Boğazların tarihin akışı içindeki stratejik durumu ve jeopolitik konumuyla ilgili yukarıdaki kısa açıklamaların ışığı altında, Çanakkale Muharebelerinin sonuçları üzerindeki değerlendirmeler, kuşkusuz daha bir önem ve anlam taşıyacaktır. Böylesine bir değerlendirmenin daha gerçekçi ve sağlıklı olabilmesi ise, büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki ulusal emellerine kısaca da olsa, bir göz atılmasını gerektirir.

Birinci Dünya Harbi öncesinin başlıca büyük devletlerinden Almanya’nın, “Drang Nach Osten (doğuya doğru) politikası”, Rusya’nın ılık denizlere ulaşma emelleri; İngiltere’nin, “denizlere egemen olan dünyaya hâkim olur” teorisine dayanarak, özellikle XIX. yüzyıldan bu yana güttüğü Rusya’nın Akdeniz’e çıkmasını engelleme siyaseti, hep Türk boğazlarında düğümlenmektedir.

Boğazların bu tartışma götürmez önemi konusunda Napolyon “İstanbul bir anahtardır. İstanbul’a egemen olan dünyaya hükmedecektir. Eğer Rusya, Çanakkale Boğazı’nı ele geçirecek olursa, Tulon, Napoli ve Korfu kapılarına dayanmış olacaktır” demekle, Fransa’nın Boğazlar üzerindeki duyarlılığını açık seçik ortaya koymuş olmaktadır.

Rusya’nın görüşüyse, Genelkurmay Başkanı Kropatki’nin bir raporunda; XX. yüzyılda Rusya’nın en önemli işinin, İstanbul Boğazı’nı ele geçirmek olduğuna işaretle, Osmanlı Devleti’ni, Boğazı Rusya’ya bırakmaya hazırlamalı ve Almanya ile anlaşma yapmalıdır” şeklinde ifadesini bulmaktadır.

Büyük devletlerin Boğazlar üzerindeki kısaca açıklanan bu emelleri, onları kendi aralarında da gizli birtakım mücadelelere yöneltmiştir.

Nitekim Rus Dışişleri Bakanı Sazanof, Çar tarafından da onaylanan bir raporunda; “Boğazların güçlü bir devletin eline geçmesi, tüm Güney Rusya’nın ekonomik hayatının, o devletin egemenliği altına girmesidir” demekte ve bu durumun önlenmesi için, İstanbul’un alınmasını önermektedir.

Öte yandan Kasım 1911’de Rusya’nın, Osmanlı Hükümeti’ne Boğazlar üzerindeki istekleriyle ilgili bir notasından haberdar edilen İngiltere ve Fransa, Rus isteklerini reddetmişlerdir.

Keza Rusya’nın bu ve buna benzer çeşitli tarihlerdeki yinelenen daha birçok istek ve baskılarının birbirini izlemesi, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Merkez Devletleri safına kaymasında büyük bir etken olmuştu.

İşte Boğazlar üzerindeki bu gizli çıkar çatışmalarıdır ki, İngiliz ve Fransızları İstanbul’u almaya ve Ruslardan önce Karadeniz Boğazı’na el atmaya yöneltmiş ve Çanakkale Cephesi’nin açılmasında başlıca etken olmuştur. Ruslara silâh ve malzeme yardımı sorunuysa, savaşın sadece görünüşteki nedenini oluşturmuştur.

Böylece büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki tarihi emellerini ortaya koyarken, bu devletlerden İngiltere’nin bu cephenin açılmasında birinci derecede aktif rol aldığını da belirtmek doğru olur. Nitekim İngiliz Donanma Bakanı Churchill, cephenin açılmasında büyük çaba göstermiş ve etkili olmuştur. Gerçekten o, bu cephenin açılmasının baş mimari olmuş, Türklerin askeri gücünü ciddiye almamış, olayı basit ve sadece “sınırlı bir cezalandırma hareketi” olarak görmüştü. En güçlü ve modern silahlarla donatılmış zırhlılarının Boğaz’da görünüvermesiyle, Türklerin direnmekten vazgeçeceğini sanmıştı.

Kuşkusuz bu büyük bir yanılgıydı. İngilizler, Çanakkale’deki Türk savunmasını ve askerini sadece matematiksel ölçülere vurup, onun yüksek manevi gücünü görmezlikten gelerek, büyük bir hesap hatasına düştüler ve sonunda, önce denizde, sonra da karada hiç de beklemedikleri amansız cevabı aldılar. Böylece onlar, zaferi Boğaz’da, Türk top ve mayınlarına, karada Türk süngüsüne bırakarak çekilip gittiler.

Anlaşma Devletleri’nin Çanakkale serüveni bu suretle noktalandıktan sonra, yukarıdaki açıklamaların ışığı altında, Türkiye ve uluslararası politika ve diplomasi tarihi açısından ortaya koyduğu önemli sonuçları da şöylece özetlemek mümkün olur.

Çanakkale Savaşları, ilgili bütün ulusları derinden etkilemiştir. Avustralya ve Yeni Zelanda'da Anzak Günü adıyla her yıl düzenli bir seremoni tekrarlanır. Ayrıca Avustralyalı ve Yeni Zelandalılar o gün toplanarak Gelibolu Yarımadası'ndaki Anzakların (ANZAC: Australian and New Zealand Army Company) çıkarma yaptıkları Anzak Koyu'na gelerek atalarının savaştıkları bu yeri ziyaret ederler.

Çanakkale Savaşları, özellikle de Avustralya ve Yeni Zelanda'yı etkilemiştir. Bu savaştan önce bu iki ülkenin vatandaşları Britanya İmparatorluğu'nun yenilmez üstünlüğünden emindiler ve böyle bir imparatorluğun onları askeri seferlere çağrısından büyük onur duymuşlardı. Bir propaganda posterinde yer alan Anzak üniforması giymiş bir çocuğun "Baba, Büyük Savaş'ta sen ne yaptın?" sorusu onları şüphesiz etkilemiştir. Ancak Gelibolu Savaşı onların bu büyük güvenini derinden sarsmıştır. Anzaklar için Gelibolu Savaşı'nın önemi çok büyüktür, Gelibolu'dan ayrılan Anzaklar savaşın başka cephelerinde savaşmaya gönderilmişler ve gittikleri her yeri Gelibolu'da yaşadıklarıyla karşılaştırmışlardır. Ülkelerine döndüklerinde kahraman gibi saygı görmüşler ve gözlerindeki Britanya İmparatorluğu'nun sonsuz gücü büyük bir yara almıştır. 1 Ocak 1901’de Avustralya Federasyonu kurulmuş, Avustralyalılar on yıllık bir süreçte seçme ve seçilme ile temsil edilme haklarını elde etmişlerdir. Böylece Britanya İmparatorluğu'nun altında bir Avustralya Devleti doğmuştur. Günümüz Avustralya tarihi böyle anlatsa da bu ülkenin gerçek psikolojik bağımsızlığı Gelibolu olarak görülür. Her yıl çıkarmanın yıldönümü olarak 25 Nisan'da Anzak Günü adıyla anma törenleri düzenlenir ve o gün Avustralya ile Yeni Zelanda'da ulusal tatildir.

Çanakkale Deniz Zaferi'nin 100. yılı dolayısıyla hazırlanan resmi logo Canberra'da Kemal Ataturk Memorial ve Yeni Zelanda'nın Wellington'un Tarakina Koyu'nda Ataturk Memorial adlarında anıt dikildi.

Mustafa Kemal Atatürk'ün 1934 Anzak Kutlamaları sebebiyle gönderdiği mesaj ülkeler arası dostluğu pekiştirmiştir: “Bu Memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır”.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra İngiliz ve Fransız donanmalarının geri püskürtüldüğü 18 Mart, Çanakkale Şehitlerini Anma Günü olarak ilan edilmiştir.

Dünyada ise bu savaş, askerî beceriksizlik ve felaket sembolü olarak sayılmıştır. Eric Bolge tarafından yazılan savaş karşıtı şarkısı “And The Band Played Waltzing Matilda” bu savaşla ilgilidir.

***

Bakın, http://kurtuluspartisi.org/ab-d-emperyalizminin-isbirlikcisi-ortacagcilar-canakkale-zaferinin-100uncu-yildonumu-kutlamalarini-halka-yasaklayamazlar/ adresinde ne buldum:

Geçtiğimiz günlerde Çanakkale Valiliğinin 31.12.2014 tarihli bir genelgesi ortaya çıktı. Bu genelge ile Valilik; Çanakkale Savaşları’nın 100’üncü yıldönümünde 18 Mart ve 24-25 Nisan 2015 günlerinde Mehmetçik Abidesi’nin bulunduğu Gelibolu Yarımadası’nın ziyaretçilere kapatılacağını açıklamakta…

Çanakkale Valiliği yaptığı rezaletin farkında olacak ki, yazının girişinde Çanakkale Zaferine “övgü”ler düzmekte.

“Çanakkale Savaşları’nın 100. Yıldönümü ilimizde büyük coşku ili kutlanacaktır” demekte.

Ancak hemen altında ise Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve Valilik’in koordinasyonunda hazırlanan tören programları çerçevesinde “18 Mart 2015 tarihinde Mehmetçik Abidesi’nin bulunduğu bölgenin ziyaretlere kapatılacağı, 24 Nisan 2015 tarihinde Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alanı bölgesi halkın ziyaretine kapatılacağı, 25 Nisan 2015 günü ise tören yapılacak bölgelere ziyaretçiler alınmayacağı açıklanmaktadır”.

Böylece yasak bölge büyütülmektedir. Neymiş, T. Erdoğan’ın ev sahipliğinde yapılacak törenlere yurtdışından gelecek konuk sayısında artış olacakmış…

İyi de törenlere yurtdışından binlerce-on binlerce insan mı geliyor ki?

Bundan önceki yıllarda da dışarıdan törenlere gelenler oluyordu. Halkımız da Çanakkale Zaferi’ni akın akın kutluyordu.

Peki, bu yıl niçin yasaklıyorsunuz?

Çünkü sizler Halktan korkuyorsunuz.

Çünkü sizler; aslında Çanakkale Zaferi’ne düşmansınız. Bu zafer kutlamaları sayesinde, Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Emekçi Halklarımızın bilincinde canlanmasını istemiyorsunuz.

Dahası sizler, Çanakkale Zaferi’nin Kahraman Komutanı Mustafa Kemal’e ve O’nun kurduğu Cumhuriyet’e de karşısınız. Çünkü siz; Vahdettin’lerin,  Sait Molla’ların, Ali Kemal’lerin torunlarısınız.

Davet ettiğiniz “konuk”ların büyük çoğunluğu, 1915’de Çanakkale önlerine gelen ve Boğazı geçebilselerdi İstanbul’u dolayısıyla tüm ülkemizi işgal etmek isteyen Batılı Emperyalistlerin temsilcileridir.

Oysa Çanakkale Zaferi Mazlum Ulusların Emperyalistlere Karşı İlk Zaferidir. Bu nedenle Çanakkale Zaferi Kutlamalarını Halka yasaklayamazsınız. Bu “yasağı” tanımıyoruz.

Bilindiği gibi Partimiz, yıllardan beri her yıl 18 Mart’larda Çanakkale’de Alternatif Kutlamalar düzenlemektedir. Çanakkale Zaferi’ni; “mezarlarından kalkıp gelen evliyaların kazandığı” yalanını yayan Ortaçağcı gericilere karşı, Zaferin sınıfsal, askeri ve tarihsel özelliklerini, Mazlum Halkların Batılı Emperyalistler karşısındaki destansı direnişlerini anlattık Halkımıza… Bu yıl da anlatacağız.

Halkın Kurtuluş Partisi; geçmişte nasıl Çanakkale’ye gitmişse bu yıl da aynı şekilde 18 Mart’ta Çanakkale Zaferini Kutlamaya gidecektir.

Yasaklamalar, engeller bizleri yolumuzda döndüremeyecektir.

 

 

 

Varsın bundan gayrısını halkından korkanlar düşünsün.

***

Ben bu partiye âzâ değilim ama belli ki birileri Atatürk'süz bir Türkiye istemekte.

Boşuna uğraşmasınlar.

Bu millet Atasını ve andını unutmaz!

 

Bütün şehitlerimize Allah'tan rahmet niyaz ediyorum.

Mehmet Kerem Doksat - Tarabya - 1903.2015

HEMEN HERKES ALDATIR!

$
0
0

Sevgili Mekâncılar,

Bu başlık kimselere garip gelmesin ama gördüm, yaşadım…

Meslek hayatımda aldatma ve aldatılma konusunda o kadar çok örnek gördüm ki!

Tabii ki isim ve kimlik vermeyerek, bâzı örnekler paylaşmak istiyorum.

1. Bir kadın düşünün, mesleğinde çok yükselmiş ve hemen herkes kendisini tanıyor. Hayatının aşkını yaşadığını düşünmüş senelerce ve pek de mutlu yaşamış.


Çok tanınmış, sevilmiş, şan şöhret sahibi olmuş. Sonra da biraz dinlenmeye karar vermiş ve evinde istirahate çekilmiş ama her an yeni bir çıkış yapabilir.

Her şey iyi hoş giderken bir öğreniyor ki, kocası kalkıp sekreteriyle ilişkiye girmiş, yatıp kalkmaya başlamış.

Tabii ki hemen boşanmış; tek kızını kendi başına yetiştirmekte ve kendini Kur’ân okumaya vermiş ama öyle tesettürlü filân değil. Sımsıkı sarılıyor size görüştüğünüzde ve hayatından memnun.

Yeni projelere açık…

2. Senelerdir karıkoca yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, entellektüel ve tipik “Beyaz Türk” iki çift. Her yere beraber gidiyorlar. Gustoları âlâ, bohem takılıyor, keyif için yaşıyorlar.

Gelir düzeyleri çok iyi ama genellikle yırtık Jean giyiyor, bir resepsiyona veya partiye giderken de en şık smokinlerini, süper minilerini giyiyor, takıp takıştırıyorlar. Her şeyleri marka; çakma bir şey kullanmıyorlar.

En sevdikleri hobilerin başında klasik müzik ve caz dinlemek, bu arada da sıcak şarap ve esrar içmek…

Zamanla bu dostluk öylesine girift bir hâl alıyor ve sınırlar da o kadar karışıyor ki, bu aileler arası muhabbette önceleri çaktırmadan her iki taraf da, diğerinin eşinden hoşlanmaya başlıyor ve birkaç ay zarfında da –sözüm ona gizli olarak– kendilerini yekdiğerinin karısıyla ve kocasıyla yatarken buluyorlar.

Bundan sonrası adeta bir vodvil çünkü aynı sitedeki komşu dairelerde ikamet ediyorlar ve kimim eli, kimin cebinde karışır hâl alıyor. Bir gün birisinin evinde bir çift, öbür gün diğerininkinde diğer çift kendilerini şehvetin kucağına atıyorlar.

Her şey öylesine heyecanlı ve doğal ki, işlerin karmakarışık bir hâl alacağını hiç düşünemiyorlar.

Bir gece gene bir “in mekândan” dönerken kafalar hem şarabın hem de esrarın etkisiyle bulutlanıyor ve dördü aynı yatağa atıyorlar kendilerini.

Yeyip içtikleri sebebiyle bilinç bulanıklığı da oluyor (black-out) sabah uyandıklarında ağızları kupkuru, dilleri paslı ve hepsi aynı çarşafa uzanmışlar sere serpe.

Kocalardan biri uzun kıvırcık saçlarını karıştırıyor, “abi, biz n’aptık yaaaa” diyor içinden. Kalkıp öbürlerine kahve yapıyor ve kahvaltı masasını da hazırlamayı ihmal etmiyor.

Neyse, kaşına kaşına ve aptallaşmış vaziyette kalkanlar hemencecik bir şeyler giyiyorlar üzerlerine ve sıkı birer soğuk duş alıyorlar. Dişler yıkanıyor, oturup başlıyorlar muhabbete.

Mevzu belli tabii ki, oturup tartışmaya başlıyorlar hali pürmelallerini…

En iyisi böyle devam etmemek, bir duyan olursa n’aparız abi yaaa” oluyorlar. Henüz çocukları da yok, maazallah zürriyeti de karışabilir olacakların. En iyisi bir terapistten yardım almak diye düşünüyorlar ve müracaat ediyorlar. Terapist tıp kökenli olduğu için öncelikle full-check up ve gerekli psikolojik testleri yaptırıyor. İki erkeğin de karaciğerleri epey bozulmuş, kadınlar ise hem alkolün hem de sigaranın etkisiyle göçmüşler. Otuzlu yaşlardalar ama kırklı gibi durmaktalar. Hepsinde de ciddi depresyon, kaygı ve benzeri bulgular mevcut. Esrarı ve şarabı aşırı kullananda ise tipik Panik Atakları başlamış.

Derhal ilaçlar ve psikoterapiye başlanıyor. Terapistin ilk tavsiyesi evlerini ayırmaları ve bir süre için görüşmeyi kesmeleri oluyor. Buraya kadar her şey iyiyken, esas sorunlar başlıyor çünkü alıştıkları hayat tarzını özlemeye başlıyorlar. Telefonlaşmalar, what’s uplar, e-mailler ve diğer şeyler boy gösteriyor. Terapistin söylediklerini uygularmış gibi yapıp, çaktırmadan eski hayatlarına rücu ediyorlar. Terapisti de kandırıp, gizliyorlar ama boyunlardaki ısırık çürüklerine, bacaklardaki morluklara, gözlerin etrafındaki halkalara baktıkça, hiçbir şeyin değişmediğini anlıyor hekim.

Toplanıyorlar muayenehanede ve “siz ne düşünüyorsunuz” diye soruyor. Bu arada, bir tanesinde de papilloma virüsü (HPV) çıkıyor! Diğerlerinde yok… Demek ki başka yerlerde de saadet aramış. Eh, bulaşır da bu meret.

Kem küm, gak guk” derken, “biz kendi aramızda bir anlaşalım, şunu bir tedavi ettirelim, sizi sonra arayalım” diyorlar ve sırra kadem basıyorlar. Bir daha haber alınamıyor. Belli ki eski tas, eski hamam devam ediyorlar muhabbete…

3. Pornocu bir adam vardı. Aslında işi gücü yerinde ama hobisi porno filmlerinde oynamaktı! Temelde sosyopat (şiddetli antisosyal) olduğu için, bunu çok kolay akla uygun hale getiriyor ve hem para kazanıyor hem de ailesine tatlı hayat yaşatıyor. Her şeyi de ona bülbül gibi anlatıyor. Karısı bir süre sonra ağır depresyona girince, soluğu ruh hekiminde alıyorlar.

Terapistin ilk tavsiyesi adama cinsel gücü azaltıcı bir duygudurum dengeleyicisi ve düşük doz nöroleptik, karısına ise antidepresan vermek oluyor. Başlıyorlar. Bir yandan da, en kısa zamanda porno işini bırakmasını tavsiye ediyor. Çünkü piyasada tutulan bir aktör adam ve tezgâh altından satılan DVD’leri, VCD’leri piyasada dolaşmaya başlıyor.

Evde de delikanlılık (ergenlik) çağında iki pırlanta gibi çocuk var. Anne ikide bir sinir krizleri geçirip kendini büyücülere, medyumlara atıyor. Terapist kesmiyor hani. Korkuyor çünkü “ya bunları bizim çocuklar görürse” diye…

Hiç psikopat lâf dinler mi?

Alışmış kudurmuştan beterdir” derler. İlaçlarını tez elden kesiyor ve piyasaya tekrar dalıyor, hem de bilenmiş olarak.

Korkulan oluyor ve çocuklar (biri 17 yaşında erkek, diğeri 18 yaşında kız) bunları ele geçiriyorlar.

Zaten evin her tarafında pornografik materyal ve donlar, yapay organlar dolu (sözüm ona gizlenmiş).

Her ikisinde de Antisosyal-Sınırda Kişilik Bozukluğu özellikleri yoğun olarak gelişmiş.

Kız hemencecik bileklerini kesiyor, oğlan ise gay barlara müdavim oluyor.

Babanın umurunda değil ama anne çok ağır bir Travma Sonrası Stres Bozukluğu vakası halini alıyor.

İlaçlar tamam da, terapinin sürdürülebilmesi için adamı çağırıyor.

Adam tam bir acting out ile öfkeleniyor ve “siz beni engelleyemezsiniz, leke çalarım” diye tehdit ediyor.

Hiçbir antisosyalle aşık atılmaz” düsturunu hatırlayan terapist geri adım atıyor ama “bari çoluk çocuğunuz tedaviye devam etsinler, bir dahaki sefere kızınızı kaybedebiliriz” diyor.

Adam gülüp geçiyor ve “onlar kendi yollarını bulurlar ama istedikleri kadar gelebilirler tabii” diyor. Sonra da bombayı patlatıyor: “Benden zırnık koparamazlar, paraları olduğu sürece gelebilirler, sorun yok”.

Gene de iki sene kadar bulup buluşturup terapiste devam ediyor, ilâçlarını kullanıyorlar. Kız da, oğlan da babalarını her anlamda inkâr ediyor ve bir daha asla görüşmüyorlar. Annelerini de kendi hânelerine alıp, orada yaşamaya devam ediyorlar…

3. Pornocu bir başkası. Bu ise orta yaşlı, altında son model lüks arabası olan bir iş adamı… Önceki karısı kendisinden “bu adam gay mi ne” diye ayrılmış, terapiste de azıcık asılmış bu arada. Tabii ki hekim bu tongaya düşmemiş ama bu femme fatale (meş’um kadın) onu da ürkütmüş. 


İtibarını kaybetmek istenmiyor ve kadının usulünce uzaklaşmasını sağlıyor. Adamın derdi başka… Evinde 8000’den fazla porno kaseti var ve en büyük keyfi bunları seyredip mastürbasyon yapmak. Yani bir Onanizm Vakası aslında!

Terapiye devam ederken yanında birkaç yeni gelin adayıyla gelip tanıştırıyor. Garsoniyerindeki porno videolarını onlara da mı göstermesinin uygun olacağını sorunca terapist dayanamayıp gülümsüyor ve “aman ha, sonra o da terk eder” diyor.

Cevap ürkütücü geliyor: “Bari siz gelin de beraber seyredelim birkaçını, hem paylaşırız da”…

Buradaki aşikâr homoseksüel temayı fark eden terapist nazikçe refüze ediyor ve “etik olmaz” diyor.

Adam bir sene sonunda ortadan kayboluyor!

4. Gayrimüslim bir karı koca, kadının histerik fenalaşmaları için geliyorlar. Adamın büyük bir AVM’de çok iş yapan bir dükkânı mevcut ve evin gelir kaynağı da o. Kadın birkaç ay sonra itiraf ediyor ki, en yakın aile dostlarından birisiyle uzun zamandır ilişkisi varmış. Yatıp kalkıyorlarmış hani.

Terapist zaten kokuyu almış ve bunun sürdürülmesinin güçlüğünden bahsediyor, kesmesini tavsiye ediyor. Kadın “tamam” diyor ama hiç oralı değil ve zurnanın zırt dediği an geliyor: Adam, karşı dükkândaki tezgâhtar kızla bir gecelik bir macera yaşıyor!

Vay ki vay!

Terör başlıyor, kadın adam saldırıyor, çimdikliyor, ısırıyor, vuruyor.

Terapist "tamam, artık bir bir beraberesiniz, neden bu kadar öfke" deyince, "benim en doğal hakkım çünkü kocam bana sevgi veremiyor ama ben ona, cinsellik de dâhil, her şeyin en güzelini verebiliyorum. Ben yapabilirim ama o asla" cevabını alıyor. Tam Histriyonik ve Narsisist bir tablo yâni. Terapist bu işlerde mütekabiliyet güdülmesinin doğru olmayacağını ve artık buna bir son vermesini tavsiye ediyor.

Kadın oralı olmuyor ve hem aldatmaya devam ediyor, hem de her gün olay çıkartıyor. Bir süre sonra sol memesinden Meme Kanseri kuşkusuyla biyopsi yapılınca çok korkuyor ve derhâl kocasını yüceltip, ona sarılıyor (ilkel değersizleştirmeden aşırı yüceltmeye geçiş: splitting) ama sonuç Basit Fibrokist olarak gelince de artık geri dönemiyor.

5. Gece kulüplerinde ve türkü barlarda şarkı söyleye 30 yaşlarında, balık etli kadın. Menajeri de kadın ve aşk yaşamaktalar. Her ne kadar menajeri tam bir lezbiyense de, kendisi biseksüel ve gelen tekliflerden sonra dayanamayarak, bir erkekle beraber oluyor.

Lezbiyen aşkları çok sâdıkane olur ve sevgilisi / Menajeri buna hiç tahammül edemiyor, kavgalar başlıyor. Gittikleri erkek terapistten de kıskanıyor bir süre sonra.

IŞİD NEYMİŞ ALLAH AŞKINA

$
0
0

Sevgili Mekâncılar.

Garip bir örgüt türedi, adı IŞİD: Arap İslam Kurtuluş Örgütü.

Acaba kaçımız bunun be olduğunu bilen var mıydı?

Bugüne kadar böylesine vahşet dolu bir şeyi kaçımız duyduk ne işittik ne de duyduk.

İn midir yoksa cin midir bunlar ki acaba önlerine geleni mahvetmekteler.

Hilafeti çoktan kaldırmamış mıydık ortana?

Acaba bunların ortaya çıkıp, belki de içimi ze kadar sızmalarının sebebi ne?

Bu silahlı örgüt her gün Müslümanların kanını almıyor mu?

Perki bunun sorumlusu kim, hangi cani kendi dininden olanların kellelerini kesebilir?

Acaba bundan birinci derecede sorumlu olanlar Arabistan’dan mı geldiler?

Hangi insafsız örgütmüş ki, neredeyse evimize girecek?

Ne orada, ne burada ne de Ülkenin bir kısmında rahatız.

Her taraftan kan barut ve silah sesleri yükselmemekte.

Çocuk cinayetleri, her türlü melunca sorun gırla gitmekte.

Diyelim ki Anadolu’dasınız yahut Asya’da, gönlünüz rahat mı?

Şoförler ayaklanmış.

Kimse kimseyi bilmemekte ve şaşkınlıktan titremekte?

Her an birimiz vurulu öldürülebiliriz, değil mi?

Acaba bunun sorumlusu kim?

 Be değilim, o kesin de, sanırım Hükümet cenahında garp şeyler olmakta ve can güvenliği de kalmamış durumda.

Bu gaddarca ve hunharca katliam yapan örgütün arkasında yatan güç acaba El Kaide mi, yoksa Suudi-Arap kökenli bir insafsız terör örgütü mü?

Zamanında Kozmik Oda baskını vardı, Harp Akademileri mevcuttu.

Bunlar nereye gitti?

Bodrumda 20 saat gizlenmişler ve bir Yardımcı Doçent Doktorun, hem de Hacettepe’den ikiz kızları ve kaçmış.

Pembe oda kurulmuş.

Orada da vahşet var!

Pirincin dahi hesabı sorulur olmuş!

Çiğli Üssünde sabotaj şüphesi varmış. Orada Atom bombası var biliyoruz.

2013’te uygulamaya konulan tedbirlerle mahkûmlar birbirlerini öldürmekte! Spor faaliyetleri iptal edilmekte ve önüne gelen, çoluk çocuk denemeden birbirini katletmekte?

Ya şimdi terör kendimize dönerse?

Ya etnik kalkışmalarla ile paramparça olur da, derslerimize dahi gidemezsek?

Ya Kürdistan fiilen kurulmuşsa ve Abdullah Öcalan da serbest bırakılırsa ne bir de Nobel alırsa, sorumlusu kim olacak?

Okan Bayülgen ile 6 yaşındaki kızı da mutsuz ve telaşlı belli ki, flaşlar patlamış yüzünde.

Serdar Ortaç Miami’de uçuk çıkarmış, strestendir elbet!

Yılmaz Erdoğan en iyi erkek oyuncu ödülünü almış.

Dağ taş her taraf katliamla ve kafa kesen adamlarla dolu.

Bizim site güvenlikli de, diğer yerler ne olacak?

Jack Haucks Jackman’ın şovu neden iptal edilmiş? Yanlış giden ne?

Eski First Lady Gül Hanımefendi “toplumsal rehabilitasyona ihtiyacımız var” buyurmuş.

Tabii ki var.

Acaba bunların da mı sorumlusu o çatık kaşlı kahraman, hani demem o ki Mustafa Kemal?

Onun yerine geçmek için bu kadar gayret neden?

Her devrim kendi çocuklarını yere bu doğru ama seçimlere pek az kaldı.

Bu memleketi yedirtmemek bizim reylerimize kalmış durumda, aman dikkat.

Böyle giderse kardeş kardeşi gırtlaklayacak, katliamlar gırla gidecek ama birileri gene garip adresler gösterecek.

Linç kültürü hortladı ve Nihat Doğan hedef seçildi!

CMP, MHP veya HDP ama dikkat, AKP’ye verilecek her oy, teröre daha da ivme katacaktır!

Umutlu olmak istiyoruz Ey Türk Milleti!

Uyanık ve dikkati olalım.

Adımız andımızı unutmayalım.

Haydi, son defa için eller cebe gidinceye kadar ha gayret!

Sevgim ve saygımla…

Mehmet Kerem Doksat- Tarabya – İstanbul – 20.03.2015

Viewing all 703 articles
Browse latest View live